Vasfî’nin Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i Vasfetmesi
1733’te Nazilli’de dünyaya gelen Ali Gâlib Vasfî, Uşşâkî şeyhlerinden Abdullah Salâhaddîn Efendi’nin halifelerinden Şeyh Muhammed Zühdî Efendi’nin hem oğlu ve hem de halîfesidir. İlk eğitimini babasından almış, memleketinde kırk dört sene müftülük görevini yerine getirmiş, aynı zamanda irşat faaliyetlerinde bulunmuştur. Hazırladığı fetvaları, âlem-i mânâda Rasûlullah Efendimiz’e arz ettiği ve ondan sonra kullandığı nakledilmektedir. Arapça, Farsça ve Türkçe şiirler kaleme almıştır. 120 yıllık hayatı boyunca hiç terk etmediği Nazilli, uzun yaşamın merkezi olarak bilinmektedir. [1]
Bilâşek hâk-i pâyin kimyâdır yâ Rasûlallah
Uyûn-ı âşıkâna tûtiyâdır yâ Rasûlallah
(Yâ Rasûlallah! Şüphesiz senin ayağının tozu kimyâdır ve âşıkların gözlerine sürmedir.)
İnsanın dönüş yeri olan toprak, biyolojik açıdan dönüştürücü bir özelliğe sahiptir. Ancak bu toprak, “Güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”[2] buyuran Peygamber Efendimiz’in (sav) ayağının bastığı toprak olduğunda, söz konusu dönüştürücülük maddî planda kalmayıp mânevî bir boyut kazanır. Ayak toprağı imgesi aynı zamanda adım ve yolculuk kavramlarını da çağrıştırır. Bu bakımdan, hayatını Hz. Peygamber (s.a.v.)’in adımlarını takip ederek sürdürenler onun izinde kemâle erer. Nitekim bir yolculukta arkadan gelenin, öndekinin ayağından kalkan toza maruz kalması gibi, peygamber âşıkları da onun ayağının tozunu gözlerine sürme çekmiş; bu sürmenin tesiriyle gözleri keskinleşmiş ve hatta nübüvvet ufkunu görür hâle gelmişlerdir. Böylece bu toz; eşkıyayı evliyaya, şakîyi saîde, fâsidi sâlihe, kibirli müşrikleri mütevâzi mü’minlere dönüştürmüştür.
Günâhım olsa mânend-i hezârân kûh-ı kâf-âsâ
Nigâhın olsa bir dem hep hebâdır yâ Rasûlallah
(Yâ Rasûlallah! Günahım binlerce Kaf Dağı gibi olsa da senin bir anlık bakışın onların hepsini dağıtıp yok eder.)
Şair, günahlarının çokluğunu Kaf Dağı sembolüyle dile getirmektedir. Edebiyatımızda Kaf Dağı, dünyanın etrafını kuşatan ve aşılması imkânsız olan sıradağların simgesidir. Şair, insanoğlunun işleyebileceği günahları tasvir etmek için yalnızca Kaf Dağı imgesini yeterli görmemiş; bu sıradağların ihtişamını daha da artırmak amacıyla “hezâran/binlerce” ifadesiyle niteleyerek günahlarının büyüklüğünü vurgulamıştır. Ancak böylesine büyük dağlar bile Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bir anlık nazarı karşısında hiçbir değer taşımamaktadır. Beyitte bu yönüyle, Cenâb-ı Hakk’ın Tur Dağı’na tecellisini hatırlatan bir telmihin[3] yanı sıra nazarın kaynağına da işaret vardır. Buna göre Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ve kâmil insanların nazarı, gönüllerine yansıyan ilâhî feyzin göz aracılığıyla dışa vurumundan ibarettir.[4]
Behişt-i heşti tezyîn eyleyen nûr-ı zuhûrundur
Ziyâsı nûr-ı zâtından nümâdır yâ Rasûlallah
(Yâ Rasûlallah! Sekiz cenneti süsleyen nur, senin nurunun zuhurudur; cennetlerin ışığı, senin nûrun vesilesiyle görünür hale gelmektedir.)
Tasavvufî düşüncenin varlık nazariyesinde, özellikle Ekberî geleneğe göre, Zât’tan ilk zuhûr eden şey, Nûr-ı Muhammedî’dir. Bu nur, hem âlem-i gayb hem de âlem-i şehâdetteki bütün varlıkların kaynağını oluşturur. Beyitte de sekiz cennetin aydınlığının Nûr-ı Muhammedî’den kaynaklandığı vurgulanmaktadır. Cennet ve nur ikilisinin bir arada zikredilmesi, satır arasında şefaat ümidine işaret etmektedir; zira bir önceki beyitte nazarın günah dağlarını yok edeceği belirtilmiştir. Buna göre nur, gönülde günahlardan doğan karanlığı ortadan kaldırır ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şefaatiyle cehennem nârı, cennet nûruna dönüşür.
Azâb-ı dûzahı çekmez sana ümmet olan âdem
“Feterdâ” sana Hak’tan bir atâdır yâ Rasûlallah
(Yâ Rasûlallah! Sana ümmet olan kişi, cehennem azâbı çekmez. Feterdâ, Hakk’tan sana bir ihsandır.)
Beyitte öne çıkan husus, Duhâ Sûresi’nin 5. âyetindeki bir ifadenin nakıs (eksik) iktibas yoluyla aktarılmasıdır. Âyette, “Rabbin sana mutlaka lütuflarda bulunacak, sen de memnun olacaksın.” buyrulmaktadır. Şair ise bu ilhamı temel alarak, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in memnuniyetinin, ümmetinin affedilmesi ve korunmasında tecellî edeceğini vurgulamaktadır. Bu, bir bakıma işârî yorum olarak değerlendirilebilir. Zira söz konusu âyetin nüzul sebebi, vahyin bir süre kesilmesinden ötürü Hz. Peygamber (s.a.v.)’in müşriklerin itham ve eleştirilerine maruz kalmasıdır.[5] Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.v.)’i razı edecek şey, aslında vahyin devam etmesidir.
Ümîd-i Vasfî-i âciz kapında bende olmakdır
Ki baş ü cân sana ancak fedâdır yâ Rasûlallah
(Yâ Rasûlallah! Bu âciz Vasfî'nin ümidi kapında köle olmaktır. Baş ve can, ancak sana fedadır.)
Bir peygamber aşığı olan Vasfî’nin bu na‘t-ı şerifi ne zaman kaleme aldığı kesin olarak bilinmemekle birlikte, hayatının son döneminde yaşadığı bir hadise bağlamında hatırlanmalıdır. Nakledildiğine göre Vasfî, hac niyetiyle yola çıkmış ve âdet olduğu üzere kasabanın dışında hemşehrilerine yemek ikram etmiştir. Herkesle vedalaştıktan sonra oğluna, “Eşyamızı topla, Hicaz’a gidemeyeceğiz. Kasabaya dönüyoruz.” demiştir. Oğlu, kasaba halkının onları ayıplayacağını ve kararlarından dönmemeleri gerektiğini belirtse de Vasfî, “Halkın dedikodusuna kulak asma. Rasûlullah Efendimiz’in emri bu yöndedir.” diyerek cevabını vermiştir. Hikmet-i Hüdâ budur ki Vasfî, kasabaya dönünce ecel sâkîsinin elinden ölüm şarabını içmiştir.[6]
Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke Yâ Rasûlallah!
[1] Hayatı hakkında detaylı bilgi için bk. Osmanzade Hüseyin Vassaf, Sefîne-i Evliyâ (İstanbul: Kitabevi, 2015), 4/452-457; Nilüfer Tanç, Türk Edebiyatı İsimler Sözlüğü (Erişim 10 Eylül 2025), “VASFÎ, Ali Gâlib”.
[2] Ebû Abdillâh Ahmed b. Muhammed b. Hanbel eş-Şeybânî Ahmed b. Hanbel, Müsned, thk. Şuayb Arnaûd (Kahire: Müessesetü’r-Risâle, 2001), 14/513.
[3] 7/A‘râf 143; “Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti.”
[4] Konu ile ilgili mütalaalar için bk. Hamit Demir, “Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî’de Tasavvufî Bir Terbiye Metodu Olarak Nazar: Bakmak, Yakmak, Yıkmak ve Yapmak”, Sufiyyye 17 (Aralık 2024), 42-44.
[5] Bedreddin Çetiner, Esbâb-ı Nüzûl (İstanbul: Çağrı Yayınları, 2016), 2/954-956.
[6] Hüseyin Vassaf, Sefîne-i Evliyâ, 4/453.
Hamit DEMİR
YazarYüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de geçen her bir cümleye âyet dendiği gibi Cenâb-ı Allah’ın varlığının ve kudretinin delillerinden olan bazı eşya ve hadiselere de âyet denmektedir. Söz konusu ontolojik ...
Yazar: Hamit DEMİR
Türk edebiyatının önemli isimlerinden Şeyhî, Kütahyalı olup 15. yüzyıl şairlerindendir. Memleketindeki ilköğreniminden sonra İran’da edebiyat, tasavvuf ve tıp alanlarında tahsil gördüğü anlaşılan Şeyh...
Yazar: Hamit DEMİR
Yûnus Emre, tarihi şahsiyeti ile menkıbevî şahsiyeti arasında kalmış, hayat öyküsü halen netleşmeyen bir halk şairi sûfî olarak Anadolu insanının yakından tanıdığı birisidir. Hem onun hayatından bahse...
Yazar: Hamit DEMİR
Gülşeniyye-i Rûşeniyye-i Halvetiyye’nin alt kolu Sezâiyye Tarîkatı’nın piri olarak kabul edilen Hasan Sezâî, 1080/1669 tarihinde Mora Yarımadası’nın kuzeydoğusunda yer alan Gördüs kasabasında doğdu.[1...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE