Fetih Rûhunu Anlamak
Fetih; topraklar kazanmak, coğrafî hinterlandı genişletmek, güç ve emperyalist emellerle yayılmak değil, kafaları, kalpleri ve müesseseleri açarak toprakların dirilişini sağlamaktır. Fetih; gönülleri Hakk’a açmak, memleketleri Hak adına şekillendirmek, Hak davasında geniş halklara açılmaktır.
Gerek fetihlerin mihveri Mekke’nin fethi gerekse İstanbul’un fethi örneğinde bütün İslâmî fetihler insanı kazanmak, insanlığı yaşatmak ve gönülleri ihyâ etmek amacını gütmüştür. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in fetih günü Mekke’nin kalbi olan Kâbe-i Muazzama’ya,“Hak geldi, Bâtıl yok oldu. Kuşkusuz ki Bâtıl yok olmaya mahkûmdur.”[1] âyetini okuyarak girmesi, fethin hak adına yapıldığının ilânıdır.
Anadolu fâtihi Süleyman Şah’ın Antakya’yı fethedince şehrin ana kilisesinden 114 müezzinle ezan okutması, fethin kafaları ve kalpleri ve de coğrafî mekânları Hakk’a açmak için yapıldığının beyanıdır. Fetih günü, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in müjdesi ile övgüye mazhar olmanın mutluğunu yaşayan Fatih Sultan Mehmed, mücâhidlerine hitap ederken;
“Ey kahraman mücâhidler! Allah’a hamd olsun, bundan böyle sizler Kostantiniyye fâtihlerisiniz. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in müjdelediği şerefli askerler sizler oldunuz. Gazânız mübârek olsun. Aslâ çocukları, din adamlarını, sizinle harp etmeyen kimseleri öldürmeyin. Kadınlara da dokunmayınız ki, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in size lâyık gördüğü şerefin ehli olasınız.”[2] hatırlatmaları, fethin; Hak’tan halka açılmak için yapılmış olduğunun fiilî örneğidir.
Fetihten maksat, insanı fethetmektir. İnsan fethedilmedikten sonra toprak zaten fethedilmez. Toprağı fethetmenin de bir mânâsı yoktur. İ’lâ-yı kelimetullahı ve hak davayı dünyaya duyurmak için yapılan fetih; bir Müslümanın elinden gelen bütün maddî ve mânevî imkânlarını seferber etmesidir.
Fetih ve cihattan maksat neden insanın kazanılmasıdır? Çünkü insan, kâinâtın zübdesi ve ziynetidir. İnsan kazanılmadıktan sonra başka şeylerin kazanılmış olmasının bir önemi yoktur. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hadis-i şeriflerinde Hz. Ali’ye de ve Muaz b. Cebel’e de şu vecîz hatırlatmada bulunmuştur: “Senin vâsıtanla bir insanın hidâyete ermesi, senin için üzerine güneş doğup batan bütün şeylere sahip olmandan daha değerlidir.”[3] İnsanı öldürmek değil, onun yaşatılıp kazanılması asıldır. İslâm’a göre bir insanı haksız yere öldürmek, bütün insanları öldürmek gibidir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hak dâvâyı yaymak için ömrü boyu mücâdele etmiştir. Rabb’imiz de kendisine büyük fetihler nasip etmiştir. Bunların başında Mekke’nin fethi gelmektedir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vefât ettiği zaman Arap Yarımadası tamamen Müslüman olmuştur. İki milyon km2’lik bir coğrafyanın kısa zamanda fethedilmesi çok az sayıdaki müşrikin hayatına mal olmuştur.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bizzat 27 gazveye katılmıştır. Bütün bu savaşlarda elde olmayarak müşriklerden öldürülenlerin sayısı 250 kişidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ashâbına sürekli insanları kendisine Müslüman olarak getirmelerinin hanımlarını dul ve çocuklarını yetim olarak getirmelerinden daha sevimli olduğunu hatırlatmıştır.
Tekrar edelim ki, bütün mesele insanın fethedilmesi ve insanın kazanılmasıdır. İslâm harp hukukuna göre kılıç çekmeyene kılıç çekilmez. Kadınlara, çocuklara, ihtiyarlara, kiliselere çekilmiş olan ruhbanlara, tarlasını süren çiftçilere, kötürümlere dokunulmaz. Mesele, karşı tarafı kaybetmek değil kazanmaktır.
Osmanlı’da önce karşı tarafın savaşı başlatması beklenmiş, onlar başlamadan Osmanlı orduları savaşa başlamamışlardır. Rasûlullah (s.a.v.) Mekke’ye girdiği zaman ne yapmışsa, Fâtih Sultan Mehmed de İstanbul’un fethinde aynısını yapmağa çalışmıştır. Hudeybiye’ye 1400 kişiyle giden Rasûlullah (s.a.v.), iki sene sonra da Mekke’ye 10.000 kişiyle gelmiştir. Mekke’ye gelirken gerçek fâtih olarak gelmiştir.
Bir gurur gelmesin diye tevâzuundan başını devenin üzerine eğmiş, sakalı nerdeyse devenin hörgücüne değecek şekilde Mekke’ye girmiştir. O esnada devamlı olarak, “Ey Allah’ım! Hayat, ancak âhiret hayatıdır!” diyordu.[4] Kendisine işkence eden ve zulmeden Mekkeli müşriklere karşı herhangi bir intikam duygusu beslememiştir.
Onlara, “Benden ne yapmamı bekliyorsunuz?” dediği zaman Mekkeli müşrikler, “Sen kerim bir kardeşsin, kerim bir kardeşin oğlusun. Senden ancak iyilik umulur.” demişlerdir. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Gidiniz, hepiniz serbestsiniz.”[5] ve “Ben lanetçi olarak değil, âlemlere rahmet olarak gönderildim.”[6] buyurmuştur. Mekke Fethi sırasında Hz. Ömer’e, önceden Kâbe’ye gidip oradaki bütün putları ortadan kaldırmasını emretmiş ve bunlardan temizlenmeden Beytullâh’a girmemiştir.[7]
Peygamber Efendimiz gibi Fâtih Sultan Mehmed de İstanbul’a girdiği zaman, ancak fetih hakkı olarak Ayasofya’yı ibâdete açmış, hiç kimsenin burnunu kanatmamış, onlara din hürriyeti vermiş ve dokunmamıştır. Onlar ticaretlerine ve kiliselerinde ibâdetlerine devam etmişlerdir. [8]
Mekke’nin fethinden İstanbul’un fethine kadar her fetih, Allah yolunda cihadın bir semeresidir. Kur’ân sûrelerinden Fetih Sûresi’nin, bir adı da “Kıtâl” olan Muhammed Sûresi’nden sonra gelmesi, fetihlerin ancak cihadın eseri olabileceğine işaret etmektedir. Âyet ve hadislerde cihat olmadan fetihlerin gerçekleşmeyeceği özellikle vurgulanmaktadır. Fetihleri doğuran cihattır. Diğer yandan cihat; yalnızca silahlı mücâdele demek değildir. Cihat, silahlı savaşı da içine alan çok yönlü bir mücâdeledir. İstanbul’un fethinde görülen cihat da böylesi çok yönlü bir cihattır.
İstanbul’un fethinde Rasûlullah (s.a.v.)’ın övdüğü kumandan ve askerlerden olabilme arzusunun beslediği bir aşk cihadı vardır.
Surları çökerten topların îcat ve imâlinden, karadan yürütülecek gemilerin inşâsına kadar fethin levâzımât-ı harbiyesini sağlayan ilim cihadı ve teknoloji cihadı vardır.
Çevre fetihleriyle örneklendirilen ve böylece Bizans halkının gönüllerinde pencere açan ve fetih sırasında ilk direnişlerini kıran adâlet ve merhamet cihadı vardır.
Daha önce Emevîler, Abbasîler ve Osmanlılar döneminde defalarca tekrarlandığı hâlde başarılamayan muhâsaraların bir yenisini daha başlatabilen sabır cihadı vardır.
İstanbul’un fethinde ancak kültürel cibatla oluşturulabilecek gazâ ve şehâdet mefkûresi vardır. Böylesi daha nice cihat türlerinden sonra silahlı cihat vardır.[9]
Hicretin altıncı yılında gerçekleştirilen Hudeybiye Anlaşması’nı Rabb’imiz, Feth-i Mübîn olarak nitelemiştir. Bu anlaşmanın öncesinde ve sonrasında silahlı savaş yoktur. İslâm’ın yaşanması hâlinde, fert, aile ve cemiyet bünyesinde vücûda gelecek müsbet inkılâbı örneklendirmiş bir sahâbeler topluluğu vardır.
Hudeybiye Anlaşması on yıllık bir mütâreke sağlayınca, müşrikler Müslümanlarla doğrudan temas kurabilme imkânını elde etmişlerdir. Müslümanlarda görülen derin iman, üstün ahlâk, sınırsız ferâgat, hâlis ibâdet, ölümü öldüren âhiret inancı, fertle toplumu, dünya ile âhireti kaynaştıran ilâhî düzen, putperestlerin İslâm’a yönelişlerini hızlandırmıştır.
Mekke’nin Fethi’ne kadarki iki buçuk yıllık dönemde Müslümanların sayısı katlanmıştır. Öylesine katlanmıştır ki, Hudeybiye biatına 1400 kişi katılmışken, Mekke’nin Fethine 10.000’i aşan bir iman ordusu iştirak etmiştir.
Silahlı cihat; toprakları ele geçirir, İslâm’la insanlar arasında oluşturulmuş engelleri ortadan kaldırır, insanları İslâm’la tanıştırır, İslâm’ın yaşanmasını kolaylaştırır. Hudeybiye Anlaşması silahlı cihadın doğuracağı bu sonuçları, büyük ölçüde silahsız cihatla sağlayabildiği içindir ki, Allah’ın dilinde “Feth-i Mübîn” olmuştur. Bizler, içinde bulunduğumuz şartları, çok yönlü cihadımızla Feth-i Mübîn’e aracı kılabiliriz; görevimiz de budur.[10]
Kur’ân, Hudeybiye Antlaşmasını “Feth-i Mübîn” olarak nitelerken, ashâb-ı kirâmdan bazıları, “Biz umre için Mekke’ye müteveccihen hareket etmiştik. Kâbe’yi ziyâret edemedik. Kurbanları sevk ettik, Harem dâhilinde kesemedik, bu nasıl fetihdir?” diye tereddüt etmişlerdir. Kur’ân’ın belirttiği üzere İslâm’da gerçek fetih, Hudeybiye Antlaşması ile başlamıştır. Hicretin altıncı yılında akdedilen Hudeybiye Antlaşmasında harb yapılmamıştır, ama insanların gönüllerine girmenin ve zihin dünyalarına tesir etmenin yolu açılmıştır.
O antlaşmanın şartlarından birisi de, “Medineli Müslümanlar Mekke’ye rahat girebileceklerdi. Onlara engel olunmayacaktı.” Mesele de buydu zaten. Bu serbestlik neticesinde Mekke’ye ziyâretler yapıldı; akrabâlar kaynaştı, Müşrikler Müslümanlarla tanıştılar. Ondan sonra da İslâm’ı onlara anlatma imkânı oldu, o kapı açıldı, onun için Hudeybiye’ye fetih denildi.
Hudeybiye Musâlâhası’na kadar on dokuz sene geçtiği halde, Müslüman olanların sayısı fazla değildi. Ama Hudeybiye Musâlâhası’ndan Mekke’nin fethine kadar olan 2 sene içerisinde Müslüman olanların sayısı, on dokuz senede Müslüman olanların sayısından fazla idi. İşte gerçek fetih buydu. Rasûlullah (s.a.v.) bu muâhedenin sonunda dünyaya açılmış, krallara elçiler ve mektuplar yollamıştır.[11]
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), peygamberlik makamının bir gereği olarak Allah’ın bildirdiği ölçüde bazı gayb bilgilerine sahip olmuştur. O genellikle rü’yâ-yı sâdıka veya uyanıkken bir anda çakan şimşek gibi, zaman ve mekân perdelerinin, şahsıyla hâdiseler arasından kalkması sonucu, her şeyi ayan beyan görmüş ve bunları haber vermiştir.
İlk deniz seferi ve İstanbul’u fethe çıkan gâziler ile ilgili gelişmeleri, Ümmü Harâm’ın evinde, gündüz uykusunda iken öğrenmiş; Yemen, Şam, Rûm ve Maşrık’ın fethini Hendek Savaşı’nda hendek kazarken vurduğu balyoz darbelerinden çıkan kıvılcımların aydınlığında temâşâ etmiş ve durumu ash3abına haber vermiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) bu ve benzeri yollardan öğrendiklerini, ümmetini îk3az ve teşvik için, bazen açıkça, bazen üstü kapalı bir tarzda ifade buyurmuştur. Bu sebeple de gayba dair verdiği bilgiler, ümmeti için dâimâ fevkalâde bir ilgi ve dikkat konusu olmuştur. İstanbul’un fethini sekiz buçuk asır öncesinden tebşîr eden hadîs-i şerif de Müslümanların ve özellikle Müslüman devletlerin ilgisini çekegelmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v.), başlangıçtan beri ashâb-ı kirâm bunaldıkça, gelecek parlak günleri ve İslâm hâkimiyetini haber vererek, ashâbını hem tesellî etmekte hem de tam bir sabır göstermeleri konusunda eğitmekteydi. Mekke’de müşriklerin baskı ve işkencelerinden çok bîzâr olmuş ve şikâyetçi durumuna düşmüş olan sahâbeler ve onların sözcüsü Habbâb b. Eret (r.a.) gibi Müslümanlara, geçmiş ümmetlerden misaller verdikten sonra, “San’a’dan yalnız başına yola çıkacak birinin yırtıcı hayvan korkusu dışında hiçbir korku hissetmeden, Hadramevt’e kadar yolculuk yapacağı günlerin geleceğini” bildirmiştir.
O zamanki ulaşım imkânlarına göre San’a ile Hadramevt arasındaki mesâfeyi tarih kaynakları on bir günlük yol olarak dile getirmektedir. Peygamber Efendimiz bu kadar bir yolu sadece yırtıcı hayvan korkusu duyarak geçilecek günlerin geleceğini bildirmiş ve “Ancak siz acele ediyorsunuz.” diyerek, büyük hedeflerin gerçekleşmesi için sonsuz bir sabrın ve çilenin bulunması gerektiğine belli ölçüde işaret etmiştir.
Medine döneminde Hendek Savaşı sırasında Medîne’yi savunmak için namazı geçirme pahasına hendek kazmaya çalışan Müslümanların çok bunaldıkları bir zamanda, Peygamber Efendimiz (s.a.v.); Yemen, Kisrâ ve Kayser’in saraylarının ve nüfûz bölgelerinin Müslümanların eline geçeceğini müjdelemiştir.
Bu tür müjdeler aslâ kuru bir cesâretlendirme ve boş bir tesellî amacına yönelik değildir. Çünkü bir Peygamber (s.a.v.) kimseyi aldatmaz, boş yere heveslendirmez. Onun verdiği haberler mutlakâ doğrudur, mutlakâ tahakkuk eder ve etmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in bu uygulamasından öğreniyoruz ki, zâhirî şartlar ne kadar aleyhte olursa olsun, zâhirî şartlara takılıp kalmamak, inanılan dâvâ uğrunda sonuna kadar gayret etmek, çalışmak, sabır göstermek ve hak yolda yalnız da kalsak sonuna kadar gitmeye çalışmak gerekmektedir. Peygamber Efendimiz bize, “Perdenin arkasındaki aydınlık günler, ancak perdenin önünde gösterilecek gayretler ve ihlas ölçüsünde olacaktır.” mesajını vermek istemiştir.
“İstanbul mutlakâ fethedilecektir, Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur.” hadisi büyük takdîr ve tebşîr ifadeleri taşımaktadır. O sebeple bir taraftan Müslümanların gönlünde önüne geçilemez bir fetih sevdâsını oluştururken diğer taraftan da İstanbul’un fethine işaret eden diğer hadisleri hemen hemen unutturmuş, İstanbul’un fethi deyince, sadece bu hadis hatırlanır olmuştur.
Enes b. Mâlik (r.a.) demiştir ki: “Rasûlullah (s.a.v.) Ümmü Harâm binti Milhân’ın ziyâretine gelirdi. Ümmü Harâm, Ubâde bin Sâmit Hazretleri’nin nikâhında idi. Bir gün Rasûl-i Ekrem yine ziyâretine geldi. Süt teyzesi olan Ümmü Harâm, Rasûlullah’a yemek yedirdi ve başını taradı. Rasûlullah bir müddet uyudu, sonra gülümseyerek uyandı.
Ümmü Harâm dedi ki: “Yâ Rasûlallah niçin gülüyorsun?” Rasûlullah da, “Bana ümmetimden bir kısım mücâhidlerin şu gök deniz ortasında, padişahların tahtlarına kuruldukları gibi gemilere kemâl-i ihtişamla binerek Allah yolunda deniz harbine gittikleri gösterildi de ona tebessüm ediyorum.” buyurdu.
Bunun üzerine Ümmü Harâm, “Ey Allah’ın Rasûlü! Beni de o deniz gâzilerinden kılması için Allah’a duâ buyursanız, diye ricâ ettim.” Rasûlullah da duâ etti. Sonra Rasûlullah başını yastığa koyup bir müddet daha uyudu. Sonra gene gülümseyerek uyandı. Bunun üzerine ben yine, “Ey Allah’ın Rasûlü (s.a.v.) seni ne güldürüyor böyle?” diye sordum.
Rasûlallah (s.a.v.) bu defa da önce dediği gibi, “Ümmetimden bir grup mücâhidlerin, padişahların tahtlarına kuruldukları gibi kara nakliyelerine kurulup debdebeli, bir büyük kuvvet hâlinde, Allah uğrunda Kayser’in şehri Konstantiniyye’ye gazâya gittikleri gösterildi.” buyurdu.
Ümmü Harâm der ki: “Ey Allah’ın Rasûlü! Beni, o Konstantiniyye gâzilerinden kılması için Allah’a duâ buyursanız, diye rica ettim.” Bu defa Rasûlullah (s.a.v.); “Hayır, sen önceki deniz gâzilerindensin.” buyurdu. Hadisin râvîsi Enes b. Mâlik (r.a.) diyor ki: “Ümmü Harâm, Muâviye’nin Şam valiliği sırasında deniz gazâsında gemiye binmişti, fakat Kıbrıs’a denizden çıkıldığı sırada Ümmü Harâm bindirildiği hayvandan düşerek gazâ yolunda şehit olmuştur. Bugün Kıbrıs’taki Hala Hatun Türbesi, Ümmü Harâm’ın yattığı türbedir.
Abdullah bin Amr b. el-Âs’tan rivâyet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e, “İki şehirden hangisi, Konstantiniyye mi, Roma mı önce fetholunacaktır?” diye sormuşlar. Rasûlullah (s.a.v.) “Heraklin şehri (Konstantiniyye) fetholunacaktır.” buyurmuştur.[12]
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), İslâm’ın dünya hâkimiyeti fikrini, İstanbul ve diğer büyük merkezlerin fethini müjdeleyerek ortaya koymuştur. Onun fethini müjdelediği şehirler arasında; Konstantiniyye, Roma ve Sâsânîlerin başkenti Medâyin yer almaktadır. O günün süper güçleri de bu merkezlerde hüküm süren saltanatlardır.
Sevgili Peygamberimiz, bu şehirlerin fethedileceğini müjdelerken, bu fetihler esnasında cereyan edecek bazı şahsî olayları da dile getirmiş, âdetâ bu müjdeyi Müslümanların zihinlerinde perçinlemiştir. Medâyin’in fethini müjdelerken, Sürâka bin Mâlik b. Cu’şum’a, Kisrâ’nın bileziklerini takacağını haber vermiştir.
Hz. Ömer zamanında gerçekleşen fetih esnasında Surâka b. Mâlik b. Cu’şum, Kisra’nın bileziklerini takmış, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in verdiği müjde aynen gerçekleşmiştir. Yine Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Hire’nin fethinden bahsederken Hireli bir kızı daha önce görmüş ve ona tutulmuş olan Şüveyl (r.a.), kendisinden bu kızı istemiştir.
Rasûlullah (s.a.v.), “Fetih gerçekleştiği zaman bu kız senindir.” vaadinde bulunmuştur. Hâlid b. Velîd (r.a.), bu fethi gerçekleştirdiğinde orduda bulunan Şüveyl hemen bu vaadi hatırlattı. Bunun üzerine Hz. Halid b. Velîd antlaşmaya bu kızın Şüveyl’e verilme şartını da koydurdu. Şüveyl, bu kızı fidye karşılığında serbest bıraktı ve bu müjde de gerçekleşti. Yine Ümmü Harâm (r.anhâ) için verilen müjde, yani Kıbrıs’ta şehit düşmesi, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in fetihlerle ilgili verdiği özel bilgiler cinsindendir.[13]
[1] 17/İsrâ, 81.
[2] Ali Rıza Demircan, “Cihad ve Fetih”, Fetih, Fâtih Ve İstanbul Sempozyum Bildirileri, Seha Neşriyat, İstanbul 1992, s. 29-30.
[3] Buhârî, Cihâd, 143.
[4] Buhârî, Rikâk, 1
[5] Vâkidî, Meğâzî, Beyrut 1989, c. II, s. 850.
[6] Müslim, Birr, 87.
[7] Ebû Dâvûd, Libâs, 48.
[8] Ali Rıza Temel, “Fetih Anlayışımız”, Fetih, Fâtih Ve İstanbul Sempozyum Bildirileri, Seha Neşriyat, İstanbul 1992, s. 36-37.
[9] Demircan, “Cihad ve Fetih”, s. 30-31.
[10] Demircan, “Cihad ve Fetih”, s. 33-34.
[11] Temel, “Fetih Anlayışımız”, s. 35-36.
[12] İsmail L. Çakan, “İstanbul’un Fethi Hadîsi”, Fetih, Fâtih ve İstanbul Sempozyum Bildirileri, Seha Neşriyat, İstanbul 1992, s. 48-49.
[13] İsmail Yiğit, “İstanbul’un Fethi”, Fetih, Fâtih ve İstanbul Sempozyum Bildirileri, Seha Neşriyat, İstanbul 1992, s. 69-70.
Kadir ÖZKÖSE
Yazarİnsanoğlunun da her yaşayan canlı gibi bir ömrü var. Aslında dünyanın içinde bulunan her şeyin; canlı cansız tüm varlığın bir ömrü var. Kitaplarımız zaman içinde sararıyor, elbiselerimiz zaman içinde ...
Yazar: Erol AFŞİN
Fetih; coğrafî açılımın ötesinde kafaların, kalplerin ve müesseselerin İslâm’a açılmasıdır. Fetihle gerçekleşen açılım ancak Hak adına olur. Hak’tan halka açılımın bir diğer ifade biçimidir. Peygamber...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Tam adı Abdullâh-ı Rûmî b. Eşref b. Muhammed el-Mısrî’dir. 779/1377 yılında doğduğu rivâyet edilmektedir.[1] Ataları Mısır’dan Anadolu’da İznik’e göç etmiş ve Eşref-zâde burada dünyaya gelmiştir. Eş...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Yüce Allah, Hucurât Sûresi 11-12. âyetlerde şöyle buyurmaktadır:"Ey mü’minler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da, kadınları alay...
Yazar: Mehmet SOYSALDI