Maddî ve Mânevî Hastalıkların Tabîbi Akşemseddîn
Asıl adı Şemseddin Muhammed b. Hamza olan Akşemseddîn kısaca Akşeyh adıyla şöhret bulmuştur. 792/1390 yılında Şam’da doğmuştur. Şeyh Şihâbüddin es-Sühreverdî’nin (ö.632/1234) torunlarından Şeyh Hamza’nın oğludur. Baba tarafından nesebi Hz. Ebû Bekir’e kadar uzanmaktadır.
Yedi yaşlarında olduğu 799/1396-97 tarihinde babasıyla birlikte Anadolu’ya gelerek o zaman Amasya’ya bağlı olan Kavak ilçesine yerleşmişlerdir. Kur’ân’ı ezberleyip kuvvetli bir dinî tahsil gördükten sonra Osmancık Medresesi’ne müderris olmuştur. Yine bu arada iyi bir tıp tahsili yaptığı da anlaşılmaktadır.
Hayatı hakkında en geniş ve doğru bilgilerin yer aldığı Enîsî’nin Menâkıbnâme’sine göre, ilm-i bâtın lezzeti dimâğından gitmediği için tahmînen yirmi beş yaşlarında iken kendisine bir mürşîd aramak üzere Horasan ve Mâverâünnehir’e doğru yola çıkmıştır.
Arzusunu yerine getiremeden geri dönmüş, bazı tavsiyeler üzerine Hacı Bayram-ı Velî’ye intisâbetmeyi düşündüyse de vazgeçti ve şöhreti Anadolu’ya kadar yayılmış bulunan Zeynüddîn el-Hafî’ye intisâb için Halep’e gitmiştir. Fakat bir gece rüyasında, boynuna takılı bir zincirin Hacı Bayram-ı Velî’nin elinde olduğunu görünce Ankara’ya dönmüştür.[1]
Bu rüya üzerine Hacı Bayram-ı Velî’ye bağlandığı kaydedilmekle beraber intisap tarihi belli olmayan Akşemseddîn sıkı bir riyâzet ve mücâhededen sonra kendisini takdir eden şeyhinden kısa zamanda hilâfet almıştır. Günümüzde hâlen Akşemseddîn’in çileye girdiği yer Ankara Hacı Bayram-ı Velî Camii’nin bodrumunda bulunmakta ve o mekân Akşemseddîn’in adıyla nisbet edilmektedir.
Akşemseddîn’nin şeyhine olan derin bağlılığı ve muhabbetini zaman zaman şiirlerinde görmekteyiz. Bu şiirlerden birini burada zikretmemiz yerinde olacaktır:
Âşık oldum sana candan
Hacı Bayram pîrim sultân
Gönül himmet umar senden
Hacı Bayrâm pîrim sultân
…
Ana varan olur hacı
Başındadır nurdan tâcı
Molla Hürkâr’ın sağdıcı
Hacı Bayrâm pîrim sultân
…
Irak mıdır yollarınız
Tâze midir gülleriniz
Hûb söyler bülbüllerimiz
Hacı Bayrâm pîrim sultân
…
Akşemseddîn der varulur
Azîm tevhîdler sürülür
Yılda bir çağı bulunur
Hacı Bayrâm pîrim sultân.[2]
Daha sonra şeyhinin yanından ayrılarak Beypazarı’na gitti, burada bir mescit ve değirmen inşâ ettirdi. Fakat halkın büyük rağbet gösterip etrafına toplanması üzerine günümüzde Çorum’a bağlı olan İskilip kazasında Kösedağı civarındaki Evlek köyüne çekildi.
Bir süre sonra buradan da ayrılarak Göynük’e yerleşti ve orada da yine bir mescitle değirmen yaptırdı. Bir yandan çocuklarının, diğer yandan da dervişlerinin tâlim ve terbiyeleriyle meşgul oldu; bu arada hacca gitti. Şeyhi Hacı Bayram-ı Velî’nin vefât ettiği 833/1429-30 yılında onun yerine irşat makamına geçti.[3]
Akşemseddîn hekimliğin üstâdı sayılan Hipokrat’ın eserlerini de okuyup incelemiş, tıp ilminde son derece kuvvetli bir bilgiye sahip olmuştu. Akşemseddîn kendisine mürâcaat eden hastalarına doğru teşhis koyması sebebiyle hekimlikte büyük bir üstât olarak biliniyordu.
Akşemseddîn hekimliğin yanı sıra kimya ilimlerini de tam bir başarıyla öğrenmiş, bu ilim dalında şaşılacak derecede yenilikler getirmişti. Bundan dolayı teşhisini koyduğu hastalıkların ilaçlarını bizzat kendisi hazırlayıp yapıyor, bu konuda hangi bitkinin hangi hastalığa iyi geldiğini gayet iyi biliyordu.[4]
İrşat eksenini Ankara’dan Göynük’e kaydırmış olan Akşemseddîn, ahlâkî yaşantısı ve İslâm dinine olan hizmetlerinden ötürü ciddî bir itibar kazanmıştır. Gittiği yerlerde göstermiş olduğu dinamik tavrı ve tıbbî yönü, pîrimize olan rağbetin artmasına sebep olan faktörler arasındadır.
Hacı Bayram-ı Velî tezgâhında işlenmiş mücevherlerden olan Akşemseddîn, şeyhinin II. Murad ile olan münâsebetine dâimâ iştirak edeni olmakla Sultan II. Murad’ın evlâdı olan Şehzâde II. Mehmed ile yakın bir münâsebet içinde olmuş, ciddî etkisinin aşikâr olduğu gençliğinde, Fâtih Sultan Mehmed’e şeyh olmuştur.
Tıbbî yönü de bulunduğu için Fâtih’in bir zaman kızlarından birini tedavide bulunmuş ve ona yakın teması bu tarz buluşmalar ile perçinlenmiştir. Akbıyık Sultan da dâhil dönemin meşâyıhı 1453 tarihinde Fâtih ile aynı safta yer almış, bunlardan bir kısmını da Akşemseddîn’in müridânı teşkil etmiştir.
Savaşın başlaması ve Akşemseddîn’in metânetli ve dik duruşu bu yakın dirsek temasını bir adım daha ileri taşımış, fethin zaferini mücâhid Müslümanlar Akşemseddîn’in fetih duâları ile haber almıştır. İstanbul’un fethinin ardından Ayasofya’nın cami oluşu ve Akşemseddîn’in burada Cuma hutbesi okuması ve akabinde büyük fâtih Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin kabrinin tesbit edilmesinde inkişâfta bulunması Akşemseddîn’in statüsünü daha da üst bir perdeye taşımıştır.
Kiliseden medrese derslerinin verildiği camiye dönüşen Zeyrek Camii’nde bir müddet ders veren Akşemseddîn, fethin ardından Fâtih’in kendisinden tarîkat dersi almasına müsâade etmemiştir. Fethin akabinde İstanbul’dan Gelibolu’ya, oradan da Göynük’e dönen Akşemseddîn, irşât faaliyetlerine burada devam etmiştir. Fâtih onun gönlünü almak için tekke kurdurup hediyeler ihsân etse de Akşemseddîn bunları geri çevirmiş ve kurulan tekkede iskan etmemiş, yalnızca bir çeşme yapılmasına rızâ göstermiştir.
Hayatının son yıllarını Göynük’te geçirdiği tahmin edilen Akşemseddîn. Menâkıbnâme’ye göre 863 yılı Rabiülâhir ayının sonunda (Şubat 1459) burada vefât etti. Türbesi hâlen ziyâretgâhtır. Türbesi vefâtından beş yıl kadar sonra yapılmış olup sandukası üzerindeki yazı da oğullarından Mehmed Sa’dullah’a aittir. Evlâtlarından Mehmed Sa’dullah ve Nûrullah da bu türbede yatmaktadır.[5]
Akşemseddîn’in önde gelen halîfelerini; Şeyh İbrahîm-i Tennûrî, Şeyh Himmet Efendi, Şeyh Muhammed b. Îsâ, Hamza eş-Şâmî, Abdürrahîm-i Karahisârî, İskilipli Muslihuddin Halîfe, Muhammed Fazlullah, Şeyh Haram-zâde, Yûsuf Baba olarak sıralayabiliriz.
Onun kaleme aldığı eserlerinin başında Risâletü’n-Nuriyye gelmektedir. Bu Arapça eser, devrinde şöhreti çok yaygınlaşan ve bu sebeple hakkında bazı dedikodular çıkarılan Hacı Bayram-ı Velî ve dervişlerini savunma maksadıyla yazılmıştır.
Akşemseddîn eserinde, “tâife-i nûriyye” adını verdiği sûfîleri müdâfaa ederek onların özelliklerini, tasavvufî ahlâk ve âdâbı anlatır. Kitapta geçen tarihlere bakarak eserin 838-841/1434-1438 yılları arasında kaleme alındığı söylenebilir. Risâletü’n-Nûriyye, A. İhsan Yurd tarafından Arapça metni ve Akşemseddîn’in kardeşi Hacı Ali’nin Türkçe tercümesiyle birlikte yayımlanmıştır (İstanbul 1972). Bayramiyye halîfelerinden Bolulu Himmet Efendi tarafından 1071/1661’de yapılmış eksik bir tercümesi ise Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunmaktadır.
İkinci önemli eseri Def’u metâ’ini’s-Sûfiyye’dir. Kısaca “Def’u metâ’in” adıyla da anılan bu kitap bazı kaynaklarda Hâll-i Müşkilât olarak zikredilmektedir. 856/1452 yılında kaleme alınan bu Arapça eser, Muhyiddîn İbnü’l-Arabî ve benzeri bazı büyük mutasavvıfların küfür ve ilhadla itham edilmelerine karşı onların sözleriyle Kuşeyrî, Gazzâlî, Cüneyd-i Bağdâdî, Necmeddin-i Kübrâ gibi tanınmış ulemâ ve meşâyihin sözleri arasında bir fark olmadığını, ikincilerin eserlerinden nakiller yaparak göstermekte ve hepsinin aynı yolda bulunduklarını isbata çalışmakta ve ithamları reddetmektedir.[6]
Bahsetmemiz gereken üçüncü önemli eseri ise Makâmât-ı Evliyâ’dır. Mürşid kimdir, makâm-ı velâyet nedir ve dereceleri nelerdir gibi tasavvufî konuları işleyen Türkçe bir eserdir. A. İhsan Yurd tarafından beş nüshası karşılaştırılarak neşredilmiştir (İstanbul 1972).
Diğer üç eserini ise Risâle-i Zikrullah, Risâle-i Şerh-i Akvâl-i Hacı Bayrâm-ı Velî, Risâle-i Devrâni’s-Sûfiyye olarak sıralayabiliriz.
Akşemseddîn’in üzerinde durduğu en temel mesele, eşref-i mahlûkât olan insandır. Allah’ın azamet ve kudret elini idrâk edebilen, O’nun sonsuz gücünü aklî olarak kavrayabilen tek varlığın insan olması, O’nun bâkî kalan vechinin halîfesi olarak dünyada kendinde yer edinmesi, insanın Allah’ın nazarında yaratılan mahlûkâtın incisi ve gözdesi olmasına sebep olmuştur.
İnsan olarak yaratılan bu varlığın, onun kendisine yön veren bir inâyetin varlığını bilip bu ilâhî varlığın karşısında acziyetini kavraması ve bu ilâhî güç sahibi zâtın rızâsını kazanmak için O’nun istediği hâl üzere yaşamaya gayret göstermesi vurgulanmaktadır. “Dost sendedir, senden ayrı değildir.” diyen Akşemseddîn, insanın “elest bezmi”nden kabir âlemine varana dek Rabb’inden aslâ gayrı olamayacağına işaret etmektedir.
Akşemseddîn’in üzerinde durduğu bir diğer önemli konu, vahdet-i vücûd düşüncesidir. Varlığın birliği mânâsına gelen vahdet-i vücûd, yaratılmış her mahlûkta Allâhu Teâlâ’nın mübârek isimlerinin tecellîsini görmek ve yaratılmış bütün varlıkların Allah’ın zâtından bizi haberdâr ettiğini idrâk çabasıdır. Akşemseddîn, bu hususta insanın Esmâ-i şerîfi temsil etmede en ön safta olan varlık olduğunu ifade etmektedir. Şiirlerinde bu konuyu şu mısralarla ifade eder:
Âlem içre mest olıban her neye bakdılar,
Gördüler kim kendüye Hak kendü idermüş hitâb,
Külli-şey’i gördüler kim cümle meclâ-yı sıfat,
Pes sıfat da gördüler mevsûfi hem çün âfitâb,[7]
Varlığın tek kaynağı Allâhu Teâlâ’dır. Bütün mahlûkatın mebdei ve meâdı O’na ulaşır. Yeryüzünde görünen her şey O’nun isimlerinin tecellîsidir. Zira onun dışında kalan her şey hayaldir ve yokluk ile perdelenmiştir. Hakîkî mânâda vücûd birdir, O da âlemlerin sahibi olan Allah’ın Mutlak Zâtı’dır.
Vahdet sırrında fenâ olan Allâhu Teâlâ’nın birliğini görmeye vasıl olur. “Yeryüzünde bulunan her şey fânîdir. Ancak yüce ve cömert olan Rabb’inin varlığı bâkîdir.”[8] âyeti bu hususta örnek olarak gösterilir. Her türlü noksanlıktan uzak olan Allah, mahlûkâtın muvakkit olduğu gibi zaman veya mekân ile izafî değildir. Her şey yok olmaya mahkûm olurken zât-ı ezelîsi ebedî olarak kalacaktır.
Akşemseddîn, tevhîde ulaşmanın kıllet-i taâm, kıllet-i menâm ve kıllet-i kelâm ile olacağını söylemektedir; bu riyâzet merhalelerinden geçen kul, varlığın birliğinde fenâ bulabilir. Zira hubb-ı mâl ve hubb-ı câh gibi dünya hırsları nefsin esas sahibini görmesine engel olur ve Hâlık ile mahlûk arasına duvar örer.
Bu duvarlar kişinin kâmil insan olmasına mâni olur. Kemâle ulaşmamış nefis ise inkişâf edemez ve Hakk’ın nazarına mazhar olamaz. Özetle Hakk’ın dışındaki her şeyden soyutlanmadan Hakk’ın ism-i ilâhî olan mahlûkat tecellîsini anlamayan kişi bir olan zâtı görmeye vâkıf olamaz.[9]
Akşeddin’in eserlerinde konu edindiği bir diğer gerçek akla dair yaklaşımlarıdır. İnsanoğlunun idrâkinin merkezinde akıl vardır. Yaratılmış olan somut ve soyutu ayırt etme, fayda verene yaklaşıp zarar verenden uzaklaşmak ancak akla sahip olununca anlaşılabilir.
Aklın olmadığı hâller sefâhatin, acziyetin ve deliliğin ortaya çıkacağı durumlardır. Burada değinilmek istenen esas düşünce, iyi ve kötüyü kesb edebilme kâbiliyetine sahip olan insanın Allah’ın varlığını tanıması ve bilmesi ve hangi hal üzere olursa olsun vechini ona dönmesi gerektiğine işaret etmektedir.
Âkil olan insanın mükellefiyetinden söz edilebilir. Akıl imanın ilk şartıdır. Aklı olmayanın mahlûkattan yola çıkarak Allah’ı bulması imkânsızdır. Mâdemki akıl bu kadar önemli bir değer ifade eder, o hâlde insanın aklını yaratmış ve her mahlûkâta esmâsından tecellî bahşetmiş Kâdir-i Zülcelâli görmesi ve O’na götürecek bir vesile sayması gerekir.
Akşemseddîn aklın madde âleminin argümanı olduğu için hakîkati madde âleminde arayabileceğini ifade eder. Bu arayış onu mânâ âlemine taşırsa kâmil olur. Ancak aklını gözlerine indirgeyenlerin, hakîkî mânâyı görmede kör olduklarını anlar. Onlar için artık akıl ikrar yolundan çok inkâr yoluna götüren bir boyut kazanır. Bu vehâmet onu Hakk’a yaklaştırmak şöyle dursun küfür bataklığına düşürür.[10]
Akşemseddîn’in gündeme taşıdığı dördüncü önemli konu nefis tezkiyesidir. Âdemoğlu iki çeşit rûh taşır vaziyette dünyaya gönderilmiştir. Bunlardan ilki his ve irâdeyi taşıyan hayvânî rûh olan nefis, bir diğeri cevheri temsil eden insânî rûhtur. Bu iki potansiyel insanın hayatının idâmesinde en kilit rolü oynar.
Tasavvuf ehli, insanın vücûdunda bulunan nefsi dâimâ kötülüğü emreden, dâimâ mâsivâya meyyal bir his olarak kabul eder. Zira gazap, kin, şehvet, nefret gibi marazî hasletlerin menbâı dâimâ bu nefsin olduğu kabul edilir. Kötü huyların nef’ ve ilâhî yollara vuslat can kuvveti ile gerçekleşir.
Yine Hakk’ın yoluna talip olan, nefsin isteklerinden berî olmalı, yalnızca Allah’a yönelmelidir. Nitekim Akşemseddîn bu hususta, “Nefsi ile cenk eden, onun arzularını terk eden sûfî, nefsin perdelerini aşar ve hakîkî mâbûdu bulur. Kul eğer nefsine uyarsa Hak katında hor ve zelil olur, İblis ile kalır.”[11]
Hacı Bayram-ı Velî’den hilâfet alan Akşemddin aynı zamanda Şemsiyye-i Bayramiyye’nin kurucusudur. Hacı Bayram-ı Velî’nin vefâtından sonra Bayramîlik iki ana koldan devam etmiştir. Birincisi Muhammed b. Hamza Akşemseddîn’in kurucusu olduğu Şemsiye-i Bayramiyye, ikincisi ise Dede Ömer Sikkînî’nin kurucusu olduğu Melâmiye-i Bayramiyye’dir.
Daha sonra kurulan üçüncü önemli bir kol da Celvetiyyedir. Akşemseddîn’in temsil ettiği Şemsiyye kolu, seyr ü sülûkta, esmâyı vird edinen klâsik özellikte, Ehl-i Beyt muhibbi ve Sünnî bir tarîkattır.[12] Akşemseddîn’nin kurup sistemleştirdiği bu kol ve bundan türeyen tâlî kollar cehrî zikri benimsemişlerdir. Şemsiyye’den neş’et eden kolları; Tennûriyye, Himmetiyye ve Îseviyye olarak sıralayabiliriz.[13]
Akşemseddîn’e göre kulluk beş kısımdır:
Akşemseddîn, mânevî huzura ermek için şu dört hususun gerekliğine dikkat çekmektedir:
Fetih seferine katılan ve dinî hassasiyete düşkünlüğü ile tanınan Akşemseddîn, sağlam mü’min kimliği ve ahkâmı muhâfaza etme konusunda model olabilecek bir tarz ile karşımıza çıkmaktadır. Devlet imkânlarının yoluna serilmesine rağmen, o bütün bunlardan uzak durmuş, inâyet ve ikrâmı sadece Allah’tan beklemiştir.
Tasavvufî literatürde hayat prensibi hâline getirdiği vahdet-i vücûd düşüncesinin dâimâ aktif dönen bir dişlisi olmuştur. Varlığın içerisindeki ince sırrı anlamak ve ona vukûfiyet sağlamanın Hakk’ın nurunda fenâ bulup erimekle gerçekleşeceğini hayatı ile göstermeye çalışmış bir şahsiyettir.
Fakr ve zühd ehli olmasının yanında tıbbî alanda da çok itibar görmüştür. O, zâhiren yaralı olanları Lokman Hekim’in meşrebince tedavi eder, mânevî hastalıkları olanları ise ilâhî nûrun ikrâmı olan mübârek nazar ve kalbî tasarrufuyla tedavi ederdi.
[1] Fuat Köprülü-Mustafa Uzun, “Akşemseddin”, Türkiye Diyanet Vakfı Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul 1989, c. II, s. 300.
[2] Abdülkerim Erdoğan, Ankara’nın Manevi Mimarı Hacı Bayrâm-ı Velî, Reyhan Basımevi, 2015, s. 83.
[3] Köprülü-Uzun, “Akşemseddin”, DİA, c. II, s. 300.
[4] Baki Yaşa Altınok, Hacı Bayrâm-ı Veli Bayrâmîlik Melâmîler ve Melâmîlik, Oba Kitabevi, 1995, s. 32.
[5] Köprülü-Uzun, “Akşemseddin”, DİA, c. II, s. 301.
[6] Köprülü-Uzun, “Akşemseddin”, DİA, c. II, s. 301.
[7] Ayşe Yücel, Akşemsedin’nin Eserlerinin Dini-Tasavvufi Açıdan Değerlendirilmesi, Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1994, s. 131.
[8] 55/Rahmân, 26-27.
[9] Yücel, Akşemsedin’nin Eserlerinin Dini-Tasavvufi Açıdan Değerlendirilmesi, s. 131.
[10] Yücel, Akşemsedin’nin Eserlerinin Dini-Tasavvufi Açıdan Değerlendirilmesi, s. 163.
[11] Yücel, Akşemsedin’nin Eserlerinin Dini-Tasavvufi Açıdan Değerlendirilmesi, s. 164.
[12] Erdoğan, Ankara’nın Manevi Mimarı, s.100.
[13] Ethem Cebecioğlu, Hacı Bayram Velî, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1991, s.130.
Kadir ÖZKÖSE
YazarRabb’imiz bizden iyi işlerde birbirimizle yarışmamızı ve hepimizin dönüşünün Allah’a olacağını hatırlatırken[1], Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Bir kavmin efendisi, onlara hizmet edendir.”[2] buyurmak...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in irtihâlinden sonra fetih hareketleri hız kesmeden devam etti. Asr-ı Saâdet Dönemi Müslümanları, İslâm’ın mesajını cihana duyurmak uğruna ve i’lâ-yı kelimetullah derdiyl...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Ya Rabbi ol nebi, güller aşkınaBir hazan gelirse, soldurma biziŞu nefsin elinden döndük şaşkınaDipsiz kuyulara, doldurma biziŞeytan kılavuzdur cümle şerliğeDinamit kor temelinden birliğeÜmmeti mesrûr ...
Şair: Ramazan PAMUK
Tasavvuf büyükleri müntesiplerini samîmî olmaya çağırır. Toplumsal ve ailevî ilişkilerimizde bizleri samîmiyetten alıkoyan faktörlere dikkat çekerler. Kişiyi samîmiyetten uzaklaştıran temel faktörleri...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE