DUA VE KADER
Bu ümitsizlik ve dışlanmışlık hissi¸ bazen çok tehlikeli bir biçimde¸ "Bir kere bahtın kara olmaya dursun¸ ne yapsan boş; dua da etsen sesini Rabbine duyuramazsın." tarzında bir önyargıyı besler. Bu tür bir katı karamsarlık ve kötümserlik kapanına kısılan insan¸ her türlü başarısızlığın faturasını alın yazısına ve kadere çıkarır. Zanneder ki yazgı tümüyle onun düşünce dünyasının ve iradesinin dışında oluşmuş değişmez bir yasadır. Halk arasında sıkça kullanılan¸ "kader mahkûmu" ifadesi¸ bu tür bir anlayışın açık ürünüdür.
Dua¸ kulluğun en içten ve en açık göstergesidir. Çünkü içten ve yürekten inanmayan; dua etmez¸ edemez. Bu yüzden Allah¸ gerçek iman sahiplerinin özelliklerinden söz ederken şöyle buyurur: "Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarmak üzere vücutları yataklardan uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar."[1] İmanda içtenlik konusunda kalpleri iyi sınav vermeyen kimseler ise¸ iyiliği arzu ediyormuşçasına kötülüğü isterler. Zira insan¸ sonucun kendi lehine gerçekleşmesinde çok acelecidir.[2] Hâlbuki dua yalnızca insanın her arzusunun gerçekleşmesi için giriştiği bir eylem değildir. Her şeyden önce o¸ bir kulluk görevidir. İnsan her hâlükarda Allah'a yakarmakla yükümlüdür.[3] Bu bakımdan duanın asıl önemi¸ içtenlikle yapılan bir ibadet olmasından kaynaklanır.[4] Dolayısıyla Kur'an'da insanın¸ derin bir saygı ve büyük bir alçakgönüllülükle Allah'a yakarışı olmadığı sürece¸ O'nun katında hiçbir değer taşımadığı[5] açık bir şekilde vurgulanmıştır.
Bu bağlamda şu iki husus büyük önem arz etmektedir: Birincisi¸ insan Allah'ın kendisine şah damarından daha yakın olduğunu[6] ve bu nedenle gerçek ihtiyaçlarını en iyi Onun bildiğini aklından hiç çıkarmamalıdır. Bu yüzden onun¸ "ben Allah'tan şunları istedim fakat O bana vermedi" demesi doğru değildir. İkincisi¸ o mutlaka duasının bir şekilde karşılık bulacağına inanmalıdır. Allah'ın "Bana dua edin¸ kabul edeyim
"[7] şeklindeki buyruğu bu gerekliliğe işaret etmektedir. Ancak bazen şeytan¸ insanın aceleciliğini ve hırsına düşkün oluşunu kullanarak onu ümitsizliğe düşürmeyi başarabilmektedir. Kur'an bu durumu açıkça şöyle ifade eder: "İnsan var ya¸ Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nimet verdiğinde Rabbim bana ikram etti' der. Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise Rabbim beni önemsemedi' der."[8]
Bu ümitsizlik ve dışlanmışlık hissi¸ bazen çok tehlikeli bir biçimde¸ "Bir kere bahtın kara olmaya dursun¸ ne yapsan boş; dua da etsen sesini Rabbine duyuramazsın." tarzında bir önyargıyı besler. Bu tür bir katı karamsarlık ve kötümserlik kapanına kısılan insan¸ her türlü başarısızlığın faturasını alın yazısına ve kadere çıkarır. Zanneder ki yazgı tümüyle onun düşünce dünyasının ve iradesinin dışında oluşmuş değişmez bir yasadır. Halk arasında sıkça kullanılan¸ "kader mahkûmu" ifadesi¸ bu tür bir anlayışın açık ürünüdür. Bu anlayışta olan insanlar¸ Hz. Peygamber'in¸ Ebu Hureyre'ye söylediği¸ "Kalem [ yazdı¸ mürekkebi bile] kurudu. Layık olduğun şey başına gelecektir"[9] şeklindeki sözünü kendileri için en önemli dayanak olarak görürler. Hâlbuki bu¸ Kur'an'ın¸ "
Şüphesiz Allah¸ emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü/kader koymuştur¸[10] tarzındaki açık ifadesi doğrultusunda anlaşılması gereken bir sözdür. Nitekim Mevlâna¸ bu yüzden söz konusu ifadeyi şöyle açıklamıştır: "Kalem yazdı¸ mürekkebi bile kurudu" sözü de insanı en önemli işe teşvik etmek içindir. Şu halde kalem¸ herkesin işine layık olan mükâfat ve mücazatı yazmıştır. Eğri gidersen kalem de eğri yazar. Doğru gelirsen kalem de kutluluğunu artırır. Zulmedersen kötüsün¸ gerisin geriye gittin. Kalem bunu yazdı ve mürekkebi kurudu. Adalette bulunursan saadete erersin¸ kalem bunu yazdı¸ mürekkebi bile kurudu
Şarap içersen sarhoş olursun. Kalem yazdı¸ mürekkebi bile kurudu
"[11]
Bu açıdan insanın kader konusunda sonuçtan değil süreçten¸ yani kendi imkânları ölçüsünde yapması gereken hür türlü meşru işten sorumlu olduğunu bilmesi gerekir. Bu itibarla¸ insan meşru sebeplere sıkıca yapıştıktan sonra Allah'ın kendisi için takdir ettiği hayırlı sonucu sabırla beklemelidir. Örneğin¸ insan bazen yoksullukla uzun süre mücadele etmek zorunda kalabilir. Arzuladığı netice geciktikçe ümitsizliği artar. Aslında bu durum¸ insanın¸ kendi kurtuluş ve hayrının yalnızca tek bir seçeneğe¸ yani fakirlikten kurtulma neticesine bağlı olduğu düşüncesine saplanmasından kaynaklanır. Hâlbuki ahirete inanan bir insan için¸ sabırla çalışmaya ve alın teriyle kazanabildiği az kazancına kanaat ederek şükretmeye devam etmesi ne büyük bir saadettir. Zira yılgınlığın¸ karamsarlığın ve ümitsizliğin yerini gayretin¸ sabrın¸ tevekkülün¸ rızanın ve ümidin alması¸ insana bu dünyada iç huzuru verecek ahirette ise onu ebedi mutluluğa taşıyacaktır.
Sonuç olarak insan¸ yazgıyı bütünüyle kendi düşüncesini¸ iradesini ve eylemlerini belirleyen değişmez bir yasa olarak değil¸ tam aksine¸ bir yönüyle ilahi bilginin kendi düşüncesi¸ iradesi ve eylemlerine ilişkin ezeli bir öngörüsü[12]¸ diğer bir yönüyle de imtihan sürecini belirleyen ilahi iradenin bir tecellisi[13] şeklinde anlamalıdır. İnsanın¸ sınırlı aklıyla sonsuz ezeli bilginin kuşattığı bu kader sırrını tüm yönleriyle çözmesi mümkün değildir. Ancak bu durum onun hiçbir zaman kader mahkûmu olduğunu göstermez. Tam aksine kaderin tecellisinde kendi düşüncesi¸ iradesi ve eylemlerinin ne ölçüde rol oynadığını görmesini ve o oranda sorumluluk duygusu taşımasını sağlar. Bu açıdan kul ile Allah arasındaki ilişki statik değil dinamik bir ilişkidir. Bu bağlamda sözlü ve özellikle de fiili dua¸ kaderin oluşumunda etkili olan en önemli faktörlerden birisidir. Başarısızlıklarının ve yılgınlıklarının faturasını kadere çıkaranlar Rabbimizin şu buyruğuna kulak versinler: "Allah'a ve ahiret gününe iman edip de Allah'ın kendilerine verdiğinden (Onun rızası için) harcasalardı ne olurdu sanki! Allah onların durumunu hakkıyla bilmektedir. Şüphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık etmez. Eğer [zerre miktarı] iyilik yapılırsa onu[n karşılığını] kat kat verir ve kendinden de büyük bir mükâfat bahşeder."[14]
[1] 32/Secde¸ 16.
[2] 17/İsra¸ 11.
[3]40/ Mümin¸ 14.
[4] Ahmed b. Hanbel¸ Müsned¸ Beyrut¸ tarihsiz¸ IV¸ 267.
[5] 25/Furkan¸ 77.
[6] 2/Bakara¸ 186; 50/Kaf¸ 16.
[7] 40/Mümin¸ 60.
[8] 89/İnsan¸ 15-16.
[9] Buhari¸ Sahih¸ tahkik: Mustafa Dîb el-Bağ⸠Beyrut 1987¸ V¸ (hadsi no: 4788)¸ 1953.
[10] 65/Talak¸ 3.
[11] Mesnevî¸ çeviren: Veled İzbudak¸ İstanbul 1988¸ V¸ 256-257.
[12] İmam-ı Azam¸ el-Fıkhu'l-Ekber¸ (İmam-ı Azamın Beş Eseri¸ M.Ü.İ.F.V. Yayınları¸ Nu. 49. İkinci Baskı¸ İstanbul 1992 içinde)¸ 56.
[13] 9/Tevbe¸ 51.
[14] 4/Nisa¸ 40.
Metin ÖZDEMİR
YazarSevgili çocuklar; “Bizim en vefalı dostlarımız kitaplardır.” desem abartmış olur muyum acaba? Beni bu yargıya götüren etkenlere bir göz atalım isterseniz. Hiç unutmam; orta ikinci sınıfa gidiyordum....
Yazar: Sırrı ER
Tefsir, hadis ve fıkıh âlimi. Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey’in bacanağı, Şeyh Edebali’nin hemşehrisidir. Doğum tarihi bilinmemektedir. Sultan Orhan devrinde vefat etti. Karamanlı olan Durs...
Yazar: Muammer YILMAZ
Bu bilmenin imkânı ve özgürlük düºüncesine bir kısıtlama getirmediği meselesi¸ insan aklını zorlasa da bu böyledir. Dolayısıyla zamana mahkûm bir var...
Yazar: Metin ÖZDEMİR
Dinî-tasavvufî eserlerde Hz. Peygamber (s.a.v.)’in beden özelliklerini ve manevî şahsiyetini ifade için çok sayıda eser kaleme alınmıştır. Bunlardan Nûr-ı Muhammedî veya Hakîkat-i Muhammediye konulu e...
Yazar: Musa TEKTAŞ