Velilerin Çaba ve Gayrete Verdiği Önem
Tasavvuf yolundan hakkıyla istifade edebilmek için, bu yolun pirlerinin işaret buyurduğu usullerden gidilmesi zarureti vardır. Bu yoldaki engelleri aşabilmek ancak büyüklerin gösterdiği usule ittiba ile mümkündür. Mutasavvıflar tasavvuf yolunda kişinin çaba ve gayretinin çok mühim olduğunu ifade ederler. Emek sarf edilmeden bu yolda başarıya ulaşılamayacağını söylerler. Nitekim anlamlı bir hayat, hak yolundaki cehd ve gayretlerle dolu bir hayattır. Şayet insan şu yalan dünyada bir nasip elde edebilmek için bile gösterdiği gayreti, manevî hayatı için göstermezse bu yoldan nasibini alamayacaktır. Yunus Emre Hazretleri; “Böyle yatmak ile dosta gidilmez. /Uyan gel gözlerim, gafletten uyan” derken bu işin sıcak yataklarda gayretsiz bir şekilde yürümeyeceğini ifade etmiştir. İbrahim bin Edhem Hazretleri de bu hakikati en derinden idrak etmiş olmalıdır ki damda devesini aradığını söyleyen adamdan etkilenmiş ve tac-u tahtını terk ederek bir arayış sürecine girmiştir. Meşhur menkıbeye göre Belh Sultanı İbrahim bin Edhem, bir gece rahat yatağında yatarken, sarayın damından sesler geldiğini işitip sarayın damına çıkar. Orada bir adam görür. “Bu saatte damda ne arıyorsun be adam?” diye seslenir. Adam; “Devemi kaybettim, onu arıyorum.” diye cevap verir. İbrahim bin Edhem; “Behey şaşkın adam! Damda deve mi aranır?” der. Adam; “Damda deve aranmaz da rahat yataklarda cennet mi aranır?” diye cevap verir. Bu sözden çok etkilenen İbrahim bin Edhem tac-u tahtını terk eder ve bir mürşide bende olur. Böylece onun nefsiyle mücahede süreci başlar. Artık bu yolda sürekli bir gayretin içine girmiş olur. Nitekim kulluğunun idraki içerisinde olan insanlar manevî terakki için sürekli bir gayret ve çaba hâli içerisindedirler. Bu konuda Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi bir rubaisinde şöyle nasihat eder: İlm-ü irfana çalış sa'y-ı belîğ göster kim, Sebeb-i ma'rifet ile olasın ehl-i kemâl Hüneri ma'rifeti hem edebi olmayanın Olması fâide vermez sâhib-i hüsn ü cemâl Ebu Ali Ruzbarî Hazretleri’nin tasavvufta cehd ve gayrete verilen önemi anlatan çok güzel bir öğüdü vardır, o der ki: “Tasavvuf bütünüyle cehd ve emekten ibarettir. Ona vurdumduymazlık ve tembellik karıştırmayın.” Mutasavvıflar tembellik etmeyi ve hayırlı işleri ertelemeyi bir gaflet belirtisi olarak görürler. Nitekim Parisa Hazretleri bu konuda şöyle der: “Gafil halk, kesik ve bitkin bir laf eder; yarın olsa da bir iş işlesem… Bilmez ki bugün dünkü günün yarınıdır. Bugün ne işlemiştir ki yarın bir şey işleyebilsin.” Bir hayat anlayışı olarak tembellik Müslümana hiş yakışmadığı gibi şeytanın da telkinlerinden bir tanesidir. Şeytan hak yolda gayret göstermemizi istemez. Şeytan insanlara faydalı olmamızı istemez. Bize sürekli tembelliği telkin ederek vaktimizi hayırlı olmayan yerlerde, hayırlı olmayan işlerle tüketmemizi ister. Büyük velilerden Ubeydullah Ahrar Hazretleri bu konuda şöyle nasihat eder: “Sokaklarda boşuna dolaşmak hüner değil. Halka faydası olacak bir işle meşgul olun. Ve gayret edin de çoklukta birliği gerçekleştirin.” Yani burada hem dış âlemde insanlara faydalı olacak işler yapmamız, hem de bunu yaparken iç âlemimizde kâinattaki her şeye bir olan Allah’ın tecellisi olduğu gözü ile bakmamız öğütlenmektedir. Tasavvufta esas olan hem iç dünyamızı güzelleştirecek gayretlere girmemiz, hem de bize nasip olarak verilen dünya hayatımızı güzelleştirecek gayretlere girmemizdir. Bu iki gayreti uyum içinde sürdürmemiz neticesinde dünya ve ahiret saadeti için kapılar aralanmış olacaktır. Nitekim Cenab-ı Hak; “Allah’ın sana verdiğinden âhiret yurdunu kazanmaya bak ve dünyadan nasibini unutma!”[1] buyurmuştur. Öyle ki bir taraftan büyük ticaretler yaparken bir taraftan da Allah’ı zikretmeyi unutmayan insanlar vardır. Cenab-ı Hak; “Öyle adamlar vardır ki onları ne bir ticaret, ne bir alış veriş Allah’ı zikretmekten, dosdoğru namaz kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoymaz. Onlar kalplerin ve gözlerin ters döneceği gönden korkarlar.”[2] Bu ayet-i kerimede dünya meşgalesini terk etmek önerilmemektedir, dünya ile meşgulken Allah’ı zikreden kalbin durumu övülmektedir. Zaten gayret etmenin kendisi de bir zikirdir. Nitekim; “Toplumun halini göz ardı edip, beş yüzlük tespihinin tıkırtısıyla bir köşede yan gelip yatmak değildir zikir. Zaman ve mekâna göre en uygun görevi yerine getirmek sufi meşrep, Peygamberimiz (s.a.v.)’in ahlakı sahasında uzman insan yetiştirmektir zikir.” Sanki Allahu Teâlâ bizden dünyevî gayretleri kaldırmış gibi bazı yanlış düşünceli kimseler; “Biz tevekkül ediyoruz.” söylemi içinde, tevekkül kavramını da kendi yanlışlarına alet ederek tasavvuftan bir çeşit tembellik çıkartmaya çalışmışlardır. Bu konuda Hazreti Ömer’in yaklaşımı meşhurdur; “Hazreti Ömer mescitte pinekleyenlere karşı tavrı İslâm’ın iş ve muamele bahsindeki ölçüsünden bir abidedir. Sorar: ‘Siz kimsiniz?’ cevap verirler: ‘Biz Mütevekkilleriz.’ Ve karşılık alırlar: ‘Siz mütevekkiller/tevekkül ediciler değil müteekkiller/hazır yiyicilersiniz.” Böylesi istenilmeyen bir hale düşmemek için veliler bu konunun üzerinde önemle durmuş ve sevenlerini tembellikten ve hazır yiyicilikten sakındırmışlardır. Bu konuda Mevlâna Celaleddin Rumî Hazretleri dervişlerine şöyle öğüt vermiştir: “Hepiniz elinizin emeğiyle kazanın, yiyin. Her müridimiz bir iş yapsınlar, ticaretle uğraşsınlar, kâtiplik etsinler... Bunu yapmayan beş para etmez.” Ebu Abdullah Mağribî hakkında naklederler ki onun dört oğlu vardır ve o her birine bir sanat öğretmiştir. “Bu, onların haline yaraşan bir şey midir?” diyenlere derdi ki: “Vefatımdan sonra falanın oğluyum bahanesiyle dostların ciğerini yemesinler ve ihtiyaç zamanında geçimlerini temin etsinler, diye onlara kazancın yolunu öğrettim.” Mutasavvıflar bu yolun her bir pirinin bir meslekte öncü oluğuna vurgu yapmışlardır. Bu bahsi Prof. Dr. İrfan Gündüz şöyle açıklar: “Davud (a.s.)’ın bir özelliği var. Hayatı boyunca ümmetine hiç yük olmamış. ‘Biz Davud’un elinde demiri su gibi akıttık.’, ‘Belli kalıplara dökerek zırh dokuma sanatını öğrettik.” ayetleri var. Buradan geliyor melamet sırrı, hayatın içinde dervişlik. Hiçbir tarikat meşayihi dervişanının eline bakmıyor, onlara yük olmuyor, kendi geçimini kendisi temin ediyor. Dervişliği de ‘Herkese yar olup kimseye bar olmamak.’ diye tanımlıyorlar. O yüzden tasavvufta özellikle iş disiplini, ibadet disiplinine dönüştürülmüş. Her sanatın bir piri var. Bir kimsenin geçerli bir mazereti yoksa çalışmaması ayıp olarak o kimseye yeter. Peygamberdi, ya bir sahabidir, ya büyük bir velidir. Ama onun manevî gölgesinde o iş ibadet derecesinde icara ediliyor.” Bendenizin de şahit olduğum bir anımı yeri gelmişken nakletmek isterim. Bir dönemler bir vakıf veya dernek gibi topluma açık bir yerde çalışıyordum. Orta yaşlarda bir adam ara sıra gelip bazı menkıbeler anlatıyor, rüyalar yorumluyor ve etrafına toplanan bazı kimseleri de bu tür sözlerle etkiliyordu. Aylarca oraya gelen adamı gözlemledim ve uzaktan da olsa konuşmalarına kulak misafiri oldum. Adam çok konuştuğu için onun sözleri bende tesir etmiyordu. Tasavvufun kâl değil hâl ilmi olduğunu düşünerek bu tavırlarla anlattıkları şeyleri bağdaştıramıyordum. Adamda dikkatimi çeken en önemli şey bir meşgalesinin ve işinin olmamasıydı. Bir gün iyi niyetle adama; “Evet tasavvuftan çok bahsediyorsunuz. Gücenmeyin ama bir iş bulup çalışsanız.” dedim. Ortam bir anda buz gibi oldu; bu sözüm onun hiç hoşuna gitmedi. Dinimizde her zaman çalışmak teşvik edilmiş ve tembellik sakındırılmıştır. “Allah çalışanı sever.” sözü irfanımızda en çok tekrarlanan tembihlerden bir tanesidir. Allah çalışmayanı, tembel olanı sevmediği gibi toplum da adeta bir kene gibi bünyesine yapışan bu tiplerden mustariptir. Bir kimsenin geçerli bir mazereti varsa, bir sakatlığı, bir hastalığı; o zaman bu kimselerin geçimi İslâm toplumun üzerinedir. Onlara yardım etmek her Müslümanın görevi olur. Bir iş ile meşgul olmamanın bir diğer istisnası da ilim talebesi olmaktır. İlim talebesi olmak hem zor hem de meşakkatli olduğundan hem çalışıp hem okumak herkesin yapabileceği bir iş değildir. Bu bakımdan Kur’an Kursu talebeleri, hafızlar ve ilim talebelerinin geçimini sağlamak toplumun en önemli vazifelerinden biridir. Çünkü asırlardır ilmin nesillerden nesillere intikali ümmetin fedakârlıkları ile yetişen talebeler vesilesi ile ola gelmiştir. Bu konuda bir Allah dostunun şu sözleri son derece manidardır: “İlim peşinde koşanların geçim sıkıntısı içinde olmamalarını ne kadar isterdim. Onlar muhtaç ve zelil olursa bir yığın fitnenin hücumuna uğrarlar.” Asr-ı Saadet’te, hayatlarını sırf İslâm yoluna adayarak Allah’a ibadetten başka bir şey düşünmeyen Ashab-ı Suffe, geçimlerini temine vakit bulamazlardı. Bu sebeple diğer Müslümanlar onlara hurma getirirlerdi. Bazı kimseler bir ara bozuk hurma getirmiş, Ashab-ı Suffe de son derece acıkmış olmaları sebebiyle bu bozuk hurmaları yemek zorunda kalmışlardı. Bu hadise üzerine Cenab-ı Hakk’ın şu ihtarı geldi: “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardıklarımızın iyilerinden verin. Kendinizin ancak içiniz çekmeye çekmeye alabileceğiniz âdi şeyleri hayır diye vermeye kalkışmayın. Bilin ki Allah zengindir, bütün iyilik ve güzellikler O’na mahsustur.”[3] Bu ayetten ve ayetin esbab-ı nüzulünü teşkil eden ibretlik olaydan da anlaşılmaktadır ki Müslümanların bakmakla yükümlü oldukları talebe-i uluma yardım ederken en güzel bir şekilde yardım etmeleri gerekmektedir. [1] 28/Kasas, 77. [2] 24/Nur, 37. [3] 2/Bakara, 267.
Aydın BAŞAR
YazarOsmanlı'nın Çalkantılı Yıllarında Yetim Bir Çocuk: Sultan İbrahim Osmanlı padişahlarının 18. si olan Sultan ...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ
Bursa’dan kalkan İznik minibüsündeyim… Bir tarafta Allah’ın kevnî âyetlerinden İznik Gölü, diğer tarafta yol boyunca hiç bitmeyen zeytin ağaçları… Ön koltukta oturmak bu güzellikleri daha geniş bir aç...
Yazar: Aydın BAŞAR
Tasavvuf velilerin yolu olduğu için kar gibi temiz bir yoldur ki asla leke kabul etmez. Onda leke olduğunu zannedenler elmas ile cam parçasını ayırt edemeyen kimselerdir. Günümüzde dine düşmanlık etme...
Yazar: Aydın BAŞAR
Daha dün gibiydi. İyice hatırlıyorum. Hem istesem de unutabilir miyim ki? Millet olarak şehadet aşkıyla meydanlara indiğimiz, cephelere koştuğumuz, köprülere çıktığımız o kızıl geceyi… Anadolu’da da b...
Yazar: Mehmet Nuri YARDIM