Şeyh Gâlib’in Kaleminden Na’t-ı Şerîf
Şeyh Gâlib (1757-1798)
Sultân-ı Rüsül Şâh-ı Mümeccedsin efendim
Bîçârelere devlet-i sermedsin efendim
Dîvân-ı İlâhîde ser-âmedsin efendim
Menşûr-ı Le’amrük’le müebbedsin efendim
Sen Ahmed ü Mahmûd ü Muhammedsin efendim
Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim
...
Bîçâredür ümmetlerün isyânına bakma
Dest-i red urup hasret ile duzâhe yakma
Rahm eyle aman âteş-i hicrânına yakma
Ezcümle kulun Gâlib-i pür-cürmü bırakma
Sen Ahmed ü Mahmûd ü Muhammedsin efendim
Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim
Şeyh Gâlib’in bu şiiri bir müseddestir. Eskiden mevlid gecelerinde Süleyman Çelebi’nin “Mevlid”i gibi makamla okunduğunu Mehmet Âkif Ersoy’un “Said Paşa İmamı” adı şiirinden öğreniyoruz:
“Âh o kudsî nefes eşbâha ederken sereyân,
-Karalar vecd ile pür-cûş, sular pür-galeyan-
Dem çekip, dem tutarak etmeye başlar feryâd,
Boğaz’ın her tarafından bir İlâhî inşâd:
‘Sultân-ı Resül Şâh-ı Mümeccedsin efendim
Bîçârelere devlet-i sermedsin efendim
Menşûr-ı Le’amrük’le müebbedsin efendim
Divan-ı İlâhîde ser-âmedsin efendim
Sen Ahmed ü Mahmûd ü Muhammedsin efendim
Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim’
Kesilir gitgide, tedrîc ile sesler artık,
Aktarır sâhile mevlidciyi bir köhne kayık”
Bu müseddes Şeyh Gâlib’in en güzel şiirlerinden, Dîvân edebiyatının da en güzel naatlarındandır. Şair, ilâhî hükümlerle teyit edilmiş olan Peygamber (s.a.v.)’i, ebediyen bütün ufukları dolduran ümmetinin ortasında bir nûr olarak görüyor. Hz. Muhammed (s.a.v.) ki ilâhî takdirle, takdîr edilmiş bir Sultan’dır.
Bir şair için O’na medhiye yazmak da kolay değildir, bunun kolay olmadığını yine Şeyh Galip’in dilinden dinleyelim; bakın şair bir rubâîsinde ne diyor: “Ey Hazret-i Hâdî-i Sübül Fahr-i Resûl/Âyine-i ihsân-ı ezel Mazhar-ı Küll/Şâyân değilim gülşen-i naata ammâ/Eyle kereminden beni gûyâ bülbül” Şeyh Gâlip Hz. Muhammed (s.a.v.)’e naat yazmanın her insanın harcı olmadığını, her insanın naat yazmaya lâyık olmadığını, en azından kendi nefsinde bunu böyle düşündüğünü söylediği rubâîsinde yine Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'in edeceği ihsâna sığınıp onun medet eylemesiyle dilinin bülbül gibi şakımasını diler.
Şair ümmeti olduğu Peygamber’ine “efendim” şeklinde hitâb ediyor. O’nu, Allah tarafından ululandığı için peygamberlerin şahı kabul etmek gerektiğini söylüyor. Hz. Muhammed (s.a.v.), çâresizlere çâredir. İlâhî divanda en önde ve en başta O olacaktır. Çünkü O “Le ‘amrük” âyeti ile kayıtlı Allah'ın resûlüdür. Gâlip, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i “peygamberlerin şahı” olarak gördüğü için kendisini de köle kabul eder ve O’na “efendim” der. Fakat O (s.a.v.) ümmeti için çırpınan ve onları ateşten korumak için mücâdele eden müşfik bir efendidir…
Şeyh Gâlib ikinci bentte Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i şöyle tavsif ediyor: Ey efendim, Sen seçilmiş rûhların en parlak cevherisin. Senin kapının eşiği meleklerin yüzlerini sürdüğü yerdir. Senin baktığın yerlere yüzünün parlaklığı tecelli eder. Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali senin yârindir. Onlar seninle feyizlendiler.
Bekâ ikliminin minberinde senin hutben okunur. Kıyamet gününde senin hükmün göz önüne alınacaktır. Dünyaya gelişin şerefine Allah'ın en yüce katında (Arş-ı âlâda) senin için hep bir ağızdan gülbank çalınır. Senin şerefli, güzel isimlerin yerde ve gökte vird edilir. Sana salâvat getirilir.
Şair dördüncü bentte kıyâmet ahvâlini anlatır: Kıyâmet gününde nebilerle veliler hayran olduğu bir zamanda, herkesten “Nefsî” diye feryatlar figanlar yükselecek. Hâllerinin perişanlığından dolayı isyankârların ümitsizliğe kapıldıklarında şefaat etme yetkisi yine sana verilecektir. Burada kıyamet koptuğunda insanların “Nesî” diye feryat ederek sadece kendilerini düşündükleri bir anda Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Müslümanlar için şefaatçi olacağı dile getiriliyor.
Sonraki bentte şair kendini anlatıyor: Gam denizine düşüp daldığım bir anda kendimi kaybedip bayılma derecesine geldim. İsyankârlığımı düşünüp âkıbetimden korktum. Bir efendinin gelip şu matla’ı söylediğini duydum: “Sen Ahmed ü Mahmûd ü Muhammedsin efendim/Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin efendim”
Şair burada durumunu hikâye ediyor. Belki de şiiri hangi ilhamla yazdığını îmâ ediyor. Sonra şairde kıyâmeti anmanın verdiği korku ve ümitsizlik kayboluyor. Bu durum biraz da Müslümanların olması gereken hâli anlatıyor: “Havf u recâ” yani korku ümit arasında olmak. Allah'ın rahmetinden hiçbir zaman ümit kesmemek fakat başıboş ve vurdumduymaz da olmamak iyi bir Müslümanın vasıflarındandır.
“Ümitteyiz, ümitsizlikle âh eylemeyiz. İman sermayemizi yıkmayız, harcamayız. Allah'ın ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in kapısını bırakıp başka yerlere sığınmayız. Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Livâ-yı Hamd’i dururken başka yer aramayız.”
Şiirin son bölümünde Hz. Muhammed (s.a.v.)'e yalvarış hâkimdir: “Ey Efendim, ümmetin sensiz çâresizdir. Onların günahlarını hesaba katma. Onlardan elini geri çekip de sana hasret bırakıp cehennem ateşine atma. Aman bize acı da kıyâmette sana hasret olmanın ateşiyle yakma. Bu cümleden günahkâr ümmetinden Gâlib’i de bırakma.”
Şeyh Gâlib genç yaşında Mevlânâ aşkıyla çileye girmiş Galata Mevlevîhânesi şeyhliğine kadar yükselmiş, 41 ya da 42 yıllık kısa bir ömre bir sürü eser sığdırmıştır. Şiirlerinde tasavvufî konulara değinmiş, “Hüsn ü Aşk” isimli mesnevisiyle zirveye tırmanmış ârif bir şairdir.
Dikkat edilirse şair, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in vasıflarını sayarken Türkçe kelime olarak “sen” ve “biz” zamirlerinden başka Türkçe kelime kullanmamış. Bu durumu zamanın Türkçesinin diğer dillerin etkisi altında kalışına bağlamakla birlikte Hz. Muhammed (s.a.v.)’i övmek, vasıflarını dile getirmek için Türkçenin kullanılmayışını psikolojik bir sebebe bağlamak da mümkündür.
Sözgelişi tâbişte yerine “parlayan”, mâlişgeh yerine “eşik”, hâk-i der yerine “eşik toprağı” deseydi şiir bu kadar kuvvetli olmayacak mıydı acaba? Şairin kullandığı kelimelerin çoğunun Türkçe karşılıkları o zamanda da vardı. Fakat şaire göre, Türkçe ya da Arapça, Farsça meselesi değil, genel olarak dil meselesi var ortada.
“Kelimeler izin verseydi neler söylerdim.” diyerek duygularını anlatmada kelimelerin kifayetsiz kaldığını anlatan Şeyh Gâlib “Sebk-i Hindî” üslûbunun tesirinde eşsiz güzellikte şiirler yazmıştır. Eserlerinde sembolizmi ön plâna çıkaran Servet-i Fünuncular da Dîvân şairi Şeyh Gâlib’i örnek almışlardır.
Şeyh Gâlib, insanın eşref-i mahlûkat olarak yaratıldığını, bu yüzden insanların da insanca yaşaması gerektiğini savunur. Yani insan, yaratılışındaki hikmeti kavramalı ve ona göre düşünmeli, ona göre hareket etmeli. Bir terci-i bendinde:
Ey dil ey dil niye bu rütbede pür gamsın sen
Gerçi vîrâne isen genc-i mutalsamsın sen
Secde-fermâ-yı melek zât-ı mükerremsin sen
Bildiğin gibi değil cümleden akvamsın sen
Rûhsun nefha-i Cibrîl ile tev’emsin sen
Sırr-ı Hak’sın mesel-i Îsî-i Meryemsin sen
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
“Ey gönül, ey gönül, neden bu kadar gamla dolusun? Yıkıksın, kırık dökük bir haldesin hâlbuki sen tılsımlı bir hazinesin. Meleklerin secde etmeleri emredilen kadri yüceltilmiş bir varlıksın. Bildiğin gibi değil, her varlıktan daha olgun, daha ilerisin. Rûhsun Cebrail’in üfürmesiyle ikizsin. Sen Allah'ın sırrısın Meryem’in oğlu İsâ gibisin. Kendine dikkatlice bir bak; sen âlemin özüsün. Sen varlıkların gözbebeği olan insansın.” diyerek âdeta insanı sarsmak, yaratılışı üzerinde tefekküre teşvik etmek ister. Şeyh Gâlib:
Bir şu’lesi var ki şem’-i cânın
Fânûsuna sığmaz âsmânın
Bu sîne-i berk-âşiyânın
Seynâ dahi görmemiş nişânın
Efrûhte-i inâyetindir
“Can mumunun öyle bir yalımı var ki gökyüzü fanusuna bile sığmaz. Bu şimşekler yuvası olan göğsün izini Tur Dağı bile görmemiştir. Onu senin inâyetin, senin lütfun yaktı, parlattı.” derken de insandaki gönlün yüceliğine ve kudsiyetine işaret ediyor.
Şeyh Gâlib, edebiyatımızda, kendi yaşadığı dönemde bir çığır açmış ve Dîvân edebiyatına değişik bir bakış açısı getirmiş sanatçılarımızdandır. Birçok kalıplaşmış düşünce onunla yeni bir boyut kazanmıştır.
Vedat Ali TOK
YazarKapına geldiler ümmet MuhammedDilerler merhamet şefkat Muhammed Nebîlerle velîler bâb-ı Hak’daSeninle buldular kurbet Muhammed Cihâna Hak Teâlâ kıldı ihsânVücudun âyet-i rahmet Muhammed ...
Yazar: Vedat Ali TOK
Ey fahr-i rüsül pâdşeh-i ‘arş-ı cenâbKim zikrini ref’ içün nüzûl itdi kitâbBir nüsha-i hikmet-i ilâhîsin senŞerh itse n’ola sadrını Rabbü’l-erbâb“Ey bütün peygamberlerin padişahı, göğün efendisi! Kita...
Yazar: Vedat Ali TOK
"Kılık kıyafet ile âdem âdem olmazBir ulu kimseden el almayınca"Hacı Bektaş Velî’nin meşhur mısraında dervişliğin, daha geniş anlamıyla insanlığın kılık kıyafetle değerlendirilemeyeceğine işaret edili...
Yazar: Vedat Ali TOK
Bütün Kemâl O’ndadırGanî-zâde Nâdirî (1572-1626)Ey vücûdun nahl-i bî-mânend-i nüzhet-gâh-ı dînBülbül-i şeydâ gül-i ruhsâruna Rûhü’l-emînÇenber-i gerdûn elünde halka-ı engüşterîLevh-i a’lâ fass-ı hâtem...
Yazar: Vedat Ali TOK