Nâbî Dîvânında Esmâ-i Hüsnâ
Bȋ-nȃm-ı Hudȃ suhende te’sȋr olmaz
Bȋ-reh-ber-i hamd söz cihȃn-gȋr olmaz
Teshȋr idemez kalem-rev-i tahsȋni
Destinde anun ki böyle şemşȋr olmaz
Allah adı olmaksızın (anılmaksızın) sözde tesir olmaz. Hamd rehberi olmadan (söz) dünyayı tutmaz. Eğer bir kişinin elinde böyle kılıç gibi kalem olmayanın beğenme ülkesinde sözü geçerli olmaz, hükmü yürümez.
Klasik edebiyatımızda şairler, divanlarını tertip ederlerken en başa “tevhid” adı verilen, Allah’ın, “birliğini ve ululuğunu anlatan” (Dilçin 2000: 251) şiirlere yer verirlerdi. Tevhid, “Kelam ilminin önemli konularından biri olan, Allah’ın zât, sıfat ve fiillerini kapsar. İslâmiyet’in kabulü ile birlikte Arap ve Fars Edebiyatı’nda daha sonra da Türk Edebiyatında örnekleri görülen, Allah’ın varlığına ve birliğine dair yazılmış olan manzûmeler.” (Mermer vd. 2006: 264-265) tevhid olarak adlandırılırdı.
Bu şiirlerde: “Allah’ın esmâ-i hüsnâsı, selbî ve sübûtî sıfatları zikredilerek kâinattaki tecellileri üzerinde örneklerle durulur. Hz. Peygamber’den ve mucizelerinden bahsedilir; neticede bütün bunların bir yaratıcısı olması gerektiği sonucuna varılır.” (Mermer vd.2006: 265). Bir başka deyişle tevhid, “Bir kılma, bir sayma, birliğine inanma veya Allah’tan başka ilah yoktur (Lailâheillallâh) sözünü tekrar etme anlamına gelmektedir.
Tasavvufta tevhid, Allah’ın zatını, akıl ve zihinle algılanan her şeyden soyutlamaktır. Edebiyatta tevhid, Allah’ın var ve bir olduğu hakkında yazılan metinlere verilen addır.”(Akkuş 2007: 257) Tevhidler manzum ya da mensur olabilir.
Klasik Türk edebiyatında başlangıçtan itibaren divanların ve mesnevilerin başında tevhidlere yer verildiği bilinmektedir. Kutadgu Bilig, Atabetü’l-Hakayık ve Divan-ı Hikmet’te tevhid mısra, beyit ve dörtlükleri görüldüğü gibi, Yunus Emre Divanı’nda da örnekleri çoktur (Akkuş 2007: 258). Anadolu’da tertip edilen ilk divanlardan Şeyhî Divanı’ndan itibaren birçok divanda tevhide yer verildiği bilinmektedir.
Sinan Paşa gibi bazı müellifler de mensur tevhidlerkaleme almışlar. Sinan Paşa, ünlü Tazarru-nâme adlı eserinin başında, “Hamd-i nâ-ma’dûd ve senâ-yı nâ-mahdûd ol hazrete sezâ-vârdur ki, her zerre-i mevcûd ve her dâhil-i dâyire-i vücûd ol hazretüñ vücûb-ı vücûdına delîl-i kâtı’dur” diyerek her varlığın Allah’ın varlığına bir delil olduğunu ifade eder (Tulum 2001: 31).
Allah’ı bilmek ve tanımak demek olan marifetullah, gerçek manada esmâ-i hüsnâ’nın bilinmesi ile mümkündür. Esmâ-i hüsnâyı bilmek, “Allah-âlem ilişkisine ışık tutması ve sonuçta Allah’ı tanıtması açısından önemlidir.” (Topaloğlu 1995: 404), “Allah’ın isim ve sıfatları O’nun zatına nisbet edilen mana ve kavramlardan ibarettir.
Bu kavramlar şekil itibariyle isim, fiil veya zarf olabileceği gibi izafet veya başka yollarla oluşmuş bir terkip halinde de bulunabilir.” (Topaloğlu 1995: 409), “Muhyiddin ibnü’l-Arabî’ye göre insan ve genel olarak kâinat ilahi isimlerin bilinmesi ve tecelli etmesine vesile olmuştur.” (Topaloğlu 1995: 404).
İlahi isimler Allah’ı tanımak ve bilmek açısından son derece önemlidir: “İlahi isimlerin zati olmadığını, ancak, övgü, dua ve niyazla gönül hayatının derinleşmesi, zenginleşmesi ve manevi doyuma kavuşması için vesile teşkil ettiğini söylemek gerekir.” (Topaloğlu 1995: 405).
Kelam âlimleri, “isim veya sıfat ayrımı yapmaksızın zat-ı ilahiyyeye nisbet edilen bütün kelimeler içinde sadece Allah lafzı için bir mana aranmadığını, diğerlerinin ise muhtevalarıyla birlikte zata izafe edildiğini ve bu bakımdan önce sıfat, sonra isim özelliği taşıdıklarını kabul ederler. Aksi takdirde bunlar kuru birer isimden ibaret kalır.
Nitekim Kur’an’da geçen esmâ-i hüsnâ ya lafza-i celâli nitelemekte veya içinde bulunduğu âyetin manâ ve hükmünü açıklayıp pekiştirmektedir” (Topaloğlu 1995: 406). İslam dünyasında “Selef âlimleri akaidin ilahiyat bölümüyle ilgili konuları esmâ-i hüsnâ ışığı altında açıklamayı uygun bulmuşlardır.” (Şahin 2001: 53).
Nâbȋ, hikemi şiir mektebinin edebiyatımızdaki en büyük temsilcisi olarak kabul edilir. Hayata hikmet penceresinden bakan şair, İbrahim Paşa’nın isteği ile tanzim edilen Divan’ının başına konmak üzere Fuzûlî’nin eserine nazire olarak bir “tevhid” kaleme alır. Şairin, ayrıca rubailerinde ve gazellerinde de tevhid en önemli tefekkür meselelerinden biri olarak yerini alır.
Nâbȋ, cemalperestlik, aşk ve dilber konusunda söylenen şiirlerin bir bıkkınlık uyandırdığı dönemde şiire taze bir soluk getirmiş, bakışları tabiata çevirerek eşya ve olaylar arasındaki ilişkilere bakarak insan ve sorumlulukları üzerinde uzun uzun düşünmüş, hayat tecrübesini ve tefekkürünü veciz ve atalar sözü değerindeki beyitlerle dile getirmiştir. Aşağıdaki rubaisinde bu mütefekkir bakışın çarpıcı bir sunumu dikkat çekmektedir:
Ashȃb-ı nazar ne naksa ne ‘ayba bakar
Hüsn-i ezel ü cemȃl-i lȃ-reybe bakar
Eylerse de mȃsivȃya ta’lȋk-i nazar
Miftȃh-ı der-i hızȃne-i gayba bakar
Nazar sahipleri ne eksikliğe ne ayba bakar, ezeli güzellikle şüphesiz, kusursuz cemale bakar; masivaya bakışları ilişse de gayb hazinesinin kapısının anahtarına bakar.
Dünya eksik ve kusurlarla dolu olduğu gibi insanoğlu da hatalarla malûldür. Tabiata hikmet penceresinden bakanlar naks ve ayıplara bakmazlar. İnsanların kusur ve ayıplarıyla uğraşmak zaten İslam’ın reddettiği davranışlardandır. Ashâb-ı nazar dediği mütefekkir ve ârif insanlar da bu emre uyarak başkalarının kusurları ile uğraşıp vakit zayi etmezler.
Ashȃb-ı nazar: “Hakikatin akıl ve istidlâlle bilineceği görüşünde olanlara ehl-i nazar, tuttukları yola tarîk-i nazar denir.” (Uludağ 2005: 118) biçiminde tarif edilir.
Ashâb-ı nazar, daha yüce bir tavır sahibidir. Başını kaldırır ezeli güzellik ve kusursuz, şüphesiz güzele bakar. Yani, insanların eksiklerine bakmak yerine kâinatta cari esmâ-i hüsnâ tecellileri ile meşgul olur; eşyada tezahür eden ezeli cemalle manevi tegaddi eder, beslenir.
Mütefekkir insan, bütün güzellerin ve güzelliklerin bir cemil-i ezeliden geldiğini bilir. Bu güzelliklere baktıkça, eserden müessire yükselerek imanı inkişaf eder. Çünkü masiva onu gaflete atıp Hak’tan uzaklaştırmaz; aksine o, mâsivâdaki esmâ tecellilerini gayb hazinesinin anahtarları olarak kullanır, nakıştan nakkaşa geçer. Mütefekkirin, tabiat denilen mâsivâya bakışı tamamen esmâ tecellilerini temaşa etmek olarak ifade edilebilir. Nâbî’nin şu rubaisinde esmâ-i hüsnânın bu manalarının önemine vurgu yapılmıştır:
‘Ȃlem suver-i nühüfte-ma’nȃdur hep
Sȃhib-nazara sırrı hüveydȃdur hep
Geh ceng ü geh ȃştȋ vü geh kevn ü fesȃd
Ahkȃm tekȃbülȃt-ı esmȃdur hep
Kâinat gizli manalı görüntülerdir, bakış sahiplerine sırrı apaçıktır; bazen savaş ve barış ve bazen oluş ve yıkılış; hükümlerin hepsi esmâ-i hüsnânın tecellileridir, karşılıklarıdır.
Âlem, manaları gizli suretlerden ibarettir. Ancak nazar sahipleri, eşyanın hakikatine vakıf olanlar, esmâ ve sıfatın tecellilerini bilenler kevn ve fesat âlemin sırlarını anlayabilirler. Çünkü âlemde sürekli bir olma ve bozulma cereyan etmektedir. Bunun sebebi, âlemin esmânın tekabül, karşılaşma alanı olmasından dolayıdır.
Zihȋ hayyȃt-ı hil’at-dȗz-ı bȃzȃr-ı hakȃyık kim
Kad-i ma’nȃyı itmiş cȃme-i terkȋb ile ber-pȃ
Mana boyunu terkip giysisi ile (uyumlu) dikmiş olan hakikatler pazarının terzisi ne güzeldir!
Nâbȋ, Allah’ı anlatmak için şairlik kudretinin ulaşabildiği bütün güzel kelimeleri kullanmaya çalışır. Allah’ı tarif ederken esmâ-i hüsnâdan başka kendi tasvir gücünün ifadelerine de başvurur. Hayyȃt kelimesi de böyle bir çabanın eseri olarak şiirde yerini almıştır. Bu kelime ile Allah’ın, kâinatta her varlığı hikmetle belli bir boy ve hacimde yaratmasına atıfta bulunulmuştur. İki temel kavram vardır: Eşya ve mana. Eşya somut, mana ise soyuttur. Ancak her eşyanın ifade ettiği iki mana vardır: Mana-yı harfî ve mana-yı ismî…
Her eşyanın bir kendini tanıtan ismi, bir de sanatkârını gösteren manası vardır. Allah eşya ve mana arasında mükemmel bir uyumla varlıkları icat etmiştir. Eşya, başka maddelerden terkip edildiğinden şair câme-i terkib ifadesini kullanmıştır. Terzi nasıl kumaş parçalarını bir araya getirerek bir elbise vücuda getirirse, Sâni-i âlem de farklı maddeleri bir araya getirerek yeni terkipler yaratır.
Beyitte dikkat çeken bir husus, bu terzinin hakikatler pazarında hünerlerini sergilediğidir. Diktiği sıradan elbise değil, padişahlara ve üst düzey insanlara layık elbiselerdir. Nâbȋ, hakâyık-ı eşyadan estetik bir anlatımla bahsediyor. Eşyanın bir hakikati vardır. O da yaratıcısını, ayinedarlık ettiği esmâ vasıtasıyla tanıtmak…
Olup hurşȋd ü mehden mühre-keş evrȃk-ı eflȃke
Hutȗt-ı rȗz u şebden nüsha-i şun’ eylemiş inşȃ
Göklerin yapraklarına güneş ve aydan mühre çekip gece ve gündüz hatlarından/yazılarından sanat eseri nüshası yazmış.
Felekler, yani gökler, şairane bir tasavvurla kâğıt yaprağı olarak tahayyül edilmiş. Eskiden kaba kâğıtları yazı yazılabilir hale getirmek için, billur top biçimindeki bir aletle düzeltilip parlak hale getirirlermiş. Güneş ve ay yuvarlak cisimlerdir. Kâğıt üzerinde düzgün yazılar yazmak içinde belli aralıklarla ipler konup üzerine mühre sürtülerek satır çizgileri elde edilirdi.
Şair, bu işte iki ayrı rengi seçmiş: Beyaz ve siyah; daha doğrusu ışık ve karanlık, gece ve gündüz. Kâinatı bir kitap olarak tasavvur etmek, eskiden beri ashâb-ı nazarın başvurduğu bir teşbihtir.
Gece ve gündüz kâinat sayfalarında yazılan mücessem harflerin görünüp okunabilmesi, satırların ortaya çıkabilmesi için iki araçtır. Kâinat bir kitap, içindeki eşyalar yani varlıklar da bir harf, paragraf ya da konudur. Bu varlıkların görünmesi gündüz güneşe, gece aya bağlıdır. Bu iki ışık kaynağı olmadan eşya görünüp okunamaz.
Nâbȋ, bu okuma işine vurgu yapmak için “sun’ (a.i)” kelimesini tercih etmiş. Çünkü bu kelime aynı zamanda varlıkların sonradan yaratıldıklarını ima eder. Sun’: Yapma, yapış. (Allah için) Yaratma, halk etme, iş, eser. Kur’an-ı Kerim’de sun’ kavramı “evrendeki işleyişin belli bir düzen içinde ve aksamadan kurulup yürütülmesi” manasında (en-Neml 27/88), Allah’a nisbet edilmiş, Sâni isminin bir tecellisi olarak ifade edilmiştir.
İdüp vaz’-ı kalem evrȃk-ı hikmet-hȃne-i sun’a
Çeküp müsvedde-i gaybı beyȃza eylemiş imlȃ
Sanat hikmet evinin yapraklarına kalem koyup gayb müsveddesini temize çekerek yazmış.
Nâbȋ bir önceki beyitte hazırladığı ortamı bu beyitle açıklıyor. Bilindiği gibi yazı yazmak için kâğıda ihtiyaç vardır. Kâğıdın yazı yazılabilir hale gelmesi için mührelenmesi, aharlanması (düzeltilip parlatılması) gerekir. Bu hazırlıktan sonra yazı yazma safhası başlar. Kâinatı bir kitap olarak tasavvur eden şair bize bu atmosfer içinde hilkati anlatmak istiyor. Allah, yaratma hikmethanesine kalemi vaz ederek, ezeli ilminde olan varlıkları adeta beyaza çeker gibi “kün” emriyle gayptan âlem-i şahadete çıkarıyor.
Gayb (a.s), “Gizli olan, göze görünmeyen şey, kayıp. “Gizli kalmak, gizlenmek, görünmemek, gözden kaybolmak” manalarında masdar; ayrıca gizlenen, hazır olmayan, bulunmayan şey” anlamında isim veya sıfat konumunda kullanılır. Terim olarak “akıl ve duyular yoluyla hakkında bilgi edinilemeyen varlık alanı” diye tanımlanabilir. Gayb, mutlak ve izafi olmak üzere ikiye ayrılır. Mutlak gayb yalnızca Allah’ın bildiği hususlardır. İzafî gayb ise bazı kişilerin bilip bazılarının bilemediği şeylerdir.” (Topaloğu-Çelebi 2010: 100).
Nâbȋ, eşyanın yaratılışını çarpıcı bir teşbihle anlatıyor. Tıpkı görünmez mürekkeple yazılan yazının, üzerine ecza sürülünce ortaya çıkması gibi, Sâni de kün emriyle ilm-i ezelisinde var olan eşyayı yaratıyor. Şair bunu, karalama yazının temize, yani beyaza çekilmesi olarak ifade ederek sanatkârlıktaki maharetini sergiliyor.
Beyitteki, “sun’ ve gayb sözcükleri, bizi dolaylı olarak hudus deliline götürmektedir”(Gökalp 2006: 64). Beyitte “levh vekalem” e telmihte bulunulmuştur. Kalem: “O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir. Alak,4-5”
Hayriyye’de “sun’ ” kavramı şu beyitte görülüyor:
Ki idüp hâme-i sun’ı tedbîr
Nüs‘ha-i ʻâlemi itdi tahrîr H. s. 173
Yaratma kalemi tedbir edip âlem nüshasını yazdı.
Allah’ın yaratma kalemi bu âlem nüshasını yazdı. Nâbȋ, yaratma ve yazma fiillerini sıkça birbirini açıklamak için kullanmaya özen gösterir.
Virüp tertȋb eczȃ-yı muhȃlif-gȗne-i kevne
Dü-renge tȃrdan dikmiş ana şȋrȃze-i ibkȃ
Varlığın birbirine aykırı parçacıklarına düzen verip iki renk iplikten ona bakilik/ölümsüzlük şirazesi dikmiş.
Şair, kitap imgesine bu beyitte de devam ediyor: Varlığı meydana getiren eczalar, cüzler birbirinden farklıdır. Yaratıcı, birbirine zıt eczaları bir araya getirip karıştırarak belirli bir tertip içinde yeni şeyler halk etmektedir. Yani âlem kitabını birbirine muhalif görünüşlü maddelerden böylece yarattıktan sonra bir ciltçi titizliğiyle adeta ona şiraze dikmektedir. Şiraze gece ve gündüz gibi iki zıt şeyden oluşuyor. Renk ve işlev bakımından iki muhalif ip: Siyah ve beyaz... Kitabın dağılmaması için şirazesinin dikilmesi gerekiyor.
Nâbȋ, bu kitap metaforuyla okuyucuyu dikkate, dolayısıyla kâinat kitabını okumaya davet ediyor. Beyitte açık olarak söylenmemiş olsa da Sânî isminin tecellisi anlatılmaktadır.
Kurup bir bȃrgȃh-ı sun’ lutf u kahrdan memzȗc
Virüp ezdȃda amȋziş komış nȃmın anun dünyȃ
İyilik ve kahrın imtizacından/karışmasından bir çadır kurup zıtları uyum içinde bir araya getirerek adını dünya koymuş.
Bu beyitte metafor çözülerek okuyucu gerçekle karşı karşıya getiriliyor gibi görünürken yeni bir teşbih ortaya çıkıyor: Bargâh-ı sun’. Yaratma, sanat eseri ortaya çıkarma çadırı. İkinci mısrada teşbih apaçık ifade ediliyor. Bu çadır dünyadır. Bu kez gece ve gündüz tezadının yerini lütuf ve kahır karşıtlığı alıyor. İki esmâ-i hüsnânın tecellisi: Latif ve Kahhar…
Bargâh, büyük çadır, divan, padişah divanı olarak da düşünülebilir. Padişah bazen mülayim, bazen de umur-ı devletin işlemesi için haşin olmak durumundadır. Söz konusu olan dünyadır. Dünyada iyilik ve kahır iç içedir. Duruma göre zaman, Allah’ın lütuf ya da kahır tecellileri ile geçmektedir.
Zihȋ Sȃni’ ki eyler berg-i tut u kirm-i bed-bȗdan
Libȃs-ı iftihȃr-ı şehriyȃrȃn atlas u dȋbȃ
Dut yaprağı ve kötü kokulu bir kurtçuktan şahların övündüğü atlas ve diba elbiseler yaratan yaratıcı ne güzeldir.
Tevhid türünde bir şiir kaleme aldığı için Nâbȋ’nin seçtiği esmâ-i hüsnâ, genel olarak halk etme, yaratma, yoktan var etme ile ilgili olanlardır. Burada Sȃni’ (a.s) ismi dikkatlere sunuluyor: “Yapan, sanat ve maharet statüsünde işleyip meydana getiren manasında esmâ-i hüsnâdandır. Kur’an’da geçmemekle birlikte IX. Yüz yıldan itibaren kelâm âlimleri tarafından Hâlik manasında kullanılmıştır.”
İpek böceği ve onun gıdalandığı dut ağacı. Burada pis kokulu bir böcek eliyle insanoğluna en güzel bir kumaşın sunulması nimetine nazarlar çevriliyor. İnsanlar bu basit böceğin eliyle en güzel giysilerle donatılıyor. Şair, Allah’ın kudretinin vüs’atini, genişliğini ve insanoğluna nimetlerinin sonsuzluğunu hatırlatıyor. Padişahların giydiği atlas ve diba basit bir kurtçuk tarafından Sâni’ isminin tecellisi olarak dokutuluyor.
Hıred derkinde ‘ȃciz sun’ınun fehminde dil hayrȃn
Ta’ȃlallȃh zihȋ Sȃnȋ’ ta’ȃlallâh zihȋ dȃnȃ
Yaratmasını anlamakta akıl aciz, gönül hayrandır; yüce Allah ne güzel yaratıcı ne güzel âlim!
Allah’ın, yaratmasında naks, kusur ve çirkinlik yoktur. Akıl onun güzel ve hikmetli yaratmasını anlatmaktan aciz olduğu gibi gönül de bu güzellik ve hikmete hayrandır. Şair hayret ve şaşkınlığını, “zihi Sâni, zihi dânâ” sözleriyle açığa vuruyor. Sâni ve dânâ kelimeleri Allah’ın güzel yaratması ve Alîm ismine vurgu için seçilmiştir.
Kaynakça
AKKUŞ, Metin, Klasik Türk Şiirinin Anlam Dünyası, Erzurum 2007.
AYVERDİ, İlhan, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul 2008.
DEVELLİOĞLU, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara 2010.
BİLKAN, Ali Fuat, Nâbî Divanı, C.I-II, İstanbul 1997.
CEBECİOĞLU, Edhem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, İstanbul 2009..
DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, TDK Yay. Ankara 2000.
GÖKALP, Haluk, “İslam Felsefesinin ve Kelamının Divan Şiirine Yansımaları”, Osmanlı Araştırmaları, XXVII (2006).
KAPLAN, Mahmut, Hayriyye-i Nâbî, Ankara 2008.
MERMER, Ahmet, Lütfi Alıcı, Mevaffak Eflatun, Yavuz Bayram, Neslihan Koç Keskin, Üniversiteler İçin Eski Türk Edebiyatına Giriş, Ankara 2006.
ŞAHİN, Abdullah, “Edebi Tür Olarak Klasik Edebiyatımızda Esmâ-i Hüsnâlar”, A.Ü.Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, S.16, Erzurum 2001.
Sinan Paşa, Tazarru-nâme, haz. A. Mertol TULUM, İstanbul 2001.
TATLISU, Ali Osman, Esmâü’l-Hüsnâ Şerhi, İstanbul (tarihsiz).
TOPALOĞLU, “Esmâ-i Hüsnâ”, DİA, C.11, İstanbul 1995.
TOPALOĞLU, Bekir- ÇELEBİ, İlyas, Kelam Terimleri Sözlüğü, İstanbul 2010.
ULUDAĞ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul 2005.
Mahmut KAPLAN
YazarEsmâ-i hüsnâ, “en güzel isimler” anlamına gelen esmâ-i hüsnâ, Allah’ın Kur’ân ve hadiste geçen isimleridir: İsmin çoğulu olan esmâ ile “en güzel” anlamındaki hüsnâ kelimelerinden oluşan esmâ-i hüsnâ...
Yazar: Mahmut KAPLAN
Bu dünya gurbetine gönderilirken iki önemli varlık bize yoldaş kılınmış: Kalp ve nefs. Bu yazıda nefis üzerinde duracağız. Nefis aslında dönüşmesi her an mümkün olan bir varlık… Boynundan tutulup hiza...
Yazar: Mahmut KAPLAN
Doğu’ya, bizim kültür coğrafyamıza yaptığım her yolculukta, hep şu sorunun eşliğinde seyâhat ederim: Ne olacak bu Müslümanların hâli?Mimarî yapıları temaşa eder, tarihe dokunurum. Çarşıda pazard...
Yazar: Bilal KEMİKLİ
Klasik Türk edebiyatı, Osmanlı edebiyatı, İslâmî Türk edebiyatı, Eski Türk edebiyatı gibi değişik isimlerle anılan, Türklerin İslâm’ı seçmelerinden sonra ortaya çıkan ve hemen bütün Türk coğrafyasında...
Yazar: Mahmut KAPLAN