Hasan Sezâî
Eyledüm yâ Rab senün hamdünle buna ibtidâ
Bilmeyince tâ senânı kimse bulmaz çün bekâ
Tâ tecelli kılmadun mirʾât-ı dil pes tîredür
Sıklet-i tenden rehâ vir bize lutf it yâ Rab (Hasan Sezâî)
Tezkireci Mirza-zâde Sâlim’in “gülşenî meşâyihinden bir gül-i gülşen-i belâgat ve erbâb-ı tabîatdan bir bülbül-i hezâr destân-ı bâğ-ı fesâhatdir.” ifadesiyle övdüğü, Bursalı Mehmed Tahir’in de, “Tarîkat-i Gülşeniyye’nin gül-i raʻnâsı tabirine sezâ olan bu merd-i Hudâ’nın… Şiirleri el-hak ʻârifâne ve şâirânedir.” diye senâ ettiği sûfî şairin asıl adı Hasan, mahlâsı Sezâî’dir. Bu mahlasın ona Niyâzî Mısrî tarafından verildiği rivayet edilir. Dedesi, Kurdbeyzâde Hüseyin Bey, babası Âlî Bey adında bir zâttır. Hayatı hakkındaki bilgiler Mektûbât adlı eserinin baş tarafına konulan biyografisine dayanmaktadır. Buna göre Hasan Sezâî Efendi, Mora/Gördüs'te 1669 tarihinde doğar.
Sezâî'nin çocukluk ve gençlik yıllarını nasıl geçirdiği açık olarak bilinmemektedir. Eserlerinden kendisinin bu devirde oldukça iyi bir eğitim aldığı anlaşılmaktadır. Sezâî 18 yaşında iken (1687) Venediklilerin Mora'yı işgali etmeleri üzerine doğmuş olduğu Gördüs/Korent kasabasından ayrılarak bir gemiyle İstanbul'a gelir. Gemide Halvetî Tarîkatı şeyhlerinden bir zât; temiz bir yaratılışa sahip olduğunu görerek onu yanına çağırır. Onunla tarîkat sohbetlerine başlar.
Bu muhterem zâtla İstanbul'a kadar çok güzel sohbet ederler. İstanbul'da bir müddet kaldıktan sonra Avusturya ve Venedik Devletinin Osmanlı İmparatorluğu'na karşı giriştikleri hücumları önlemek maksadı ile Edirne'de bulunan IV. Mehmed'in yanına gider. Edirne'de, piyâde mukabelecisi Ali Efendi adında bir zâtın aracılığı ile Mukabele Kalemi’nde çalışmaya başlar. Sezâî mâneviyatından etkilendiği Ali Efendi'nin yanında kalarak, ona talebe olur. Tasavvufa olan ilgisinden dolayı resmî görevi dışında kalan zamanlarını tasavvufî bilgilerini arttırmağa hasreder. Nihayet İbrahim Gülşenî tarafından tesis edilen Gülşeniyye Tarîkatı’nın halîfelerinden El-Hâc Hallâc Mahallesindeki Âşık Mûsâ dergâhında Şeyh Mehmed Sırrî Efendi'ye intisap eder.
Mehmed Sırrî Efendi'nin yaklaşık iki yıl sonra vefâtı üzerine seyr ü sülûkünü La'lî Mehmed Fenâî Efendi'nin yanında tamamlayıp hilâfet alır. Gülşenî Veli Dede Zâviyesi'nde irşad faaliyetine başlar. Fenâînin ölümünün ardından postnişin olan Mahmud Hamdi Efendi altı ay kadar sonra vefât edince Sezâî, Veli Dede Zâviyesi'nin şeyhliğini damadı Ahmed Müsellim Efendi'ye bırakarak Fenâî Efendi'nin şeyhlik yaptığı Âşık Mûsâ Dergâhına taşınır Burada 38 yıl irşad faaliyetlerinde bulunur. Bu dönemde Mısır'a giderek Gülşenî Tekkesi şeyhi İbrahim Çelebi'den icazetname alır. Kahire'de, Gülşenî Dergâhında şeyh İbrahim Çelebi tarafından Gülşenî Tarîkatı’nda ikinci pîr olarak kabul edilir.
Sezâî Efendi’nin yaşadığı yıllarda Osmanlı padişahlarının Edirne'de kalmayı tercih etmeleri sebebiyle aralarında Sadrazam Yeğen Mehmed Paşa'nın da bulunduğu bazı devlet ricali de onun müntesipleri arasına girer. Mektuplarındaki ifadelerinden son demlerinde nefes darlığı çektiği anlaşılan Sezâî 17 Ramazan 1151/29 Aralık 1738'de Edirne'de vefât eder ve tekkenin haziresine defnedilir.
Sezâî Efendi ile ilgili birçok menkıbe anlatılır. Bunlardan birini nakletmekle yetinelim: Sezâî Efendi bir ara İstanbul'a gelir. Edirne'de iken ismi her tarafta duyulmuş olduğundan, İstanbul'da birçok kişi onu görmek arzusu ile bulunduğu yere gelir. Fakat o, tevazuûndan gayet sakin idi. Böyle gelip sohbette bulunanlardan bazılarının kalbine, Sezâî'yi tahmin ettikleri gibi bulamama vesvesesi gelir. O gece bu kimselerin her biri, rüyalarında, Rasûlullah Efendimiz’i ziyâret için Medine-i Münevvere’ye gittiklerini, fakat kapıda Hasan Sezâî'nin bulunduğunu ve huzur-ı saâdete girebilmek için onun yardımı gerektiğini görürler. Ertesi gün rüyalarını birbirine anlattıklarında, hepsinin aynı rüyayı gördüğü anlaşılır. Böylece Sezâî Hazretleri’nin, Rasûlullah Efendimiz’in varisi olan büyük âlimlerden olduğunu anlamış olurlar.
Sezâî Edirne'de Âşık Müsâ hankahında 38 yıllık bir şeyhlikten sonra (18 Ramazan 1151-29 Aralık 1738, gece dört buçukta)
Râh-ı aşka cânını kurbân iden
Bî-gümân ol vâşıl-ı cânân olur
Gülşenîden bir kadeh nûş eyleyen
Ey Sezâî lâyık-ı Yezdân olur
Mısralarını söyleyerek 71 yaşında vefât eder. Sezâî'nin ölümüne Rahmî, Elifi-zâde Feyzî, Hasan Senâyî Efendi ile mahmud Ağazade Urfî’ye ait dört tarih manzumesi vardır:
Ricâl-i gaybdan Rahmî biri gelüb didi târîh
Sezâî göçdi kutb-ı 'asr iken firdevs-i a’lâya (1151)
Düşdi yekpâre bu mısra Feyziyâ târîh içün
Göçdi kutb iken Sezâî rahmetullâhi 'aleyh (1151)
Fevtini gûş eyleyen uşşâk târîhin didi
Kudse pervâz eyledi rüh-ı Sezâyi Gülşenî (1151)
Felek nüh tarh ile yazdı utârid Urfiyâ tââîh
Sezâî kutb-ı âlem şimdi uçmakda olur bülbül (1151)
Eserleri:
Dîvânı okunduğunda şeyh Sezâî Efendi’nin dîvân şiirinin kelime, remiz ve mazmunlarına tam mânâsıyla hâkim olduğu anlaşılır. Tamamen tasavvufî bir rûhla kaleme alınan şiirleri, şairin iç dünyasının zenginliğinin ve renkliliğini belgeleridir. Kısa bir yazı içine Sezâî’nin şiir dünyasını sığdırmak mümkün değildir. Biz sadece bazı beyitlerini okuyucularımızın dikkatlerine sunmakla iktifâ edeceğiz. Merak edenler yayımlanmış olan dîvânını alıp okuyabilir, yaşadığı günden zamanımıza kadar artan eksilemeyen bir ilgiyle bu şiirlerin nasıl yaşayabildiğini anlayabilirler. Şair bir sûfîdir, dolayısıyla şiirleri sûfiyanedir. Tasavvuf kalb ayağıyla bir ruhani seyr ü sulûk, bir gönül, bir aşk yolculuğudur. Bu yolculuğun sonunda Hakk’a ulaşmak vardır. Ten kafesinden rûhun kurtulup ezelî ve ebedî sevgiliye ulaşması vardır. Şairin her şiirde maksadı ezelî sevgiliye duyduğu aşkı, hasret, iştiyakı dile getirme arzusu vardır. Hedefte vahdete ermek vardır. Söylemesi kolay olsa da çetin şartları olan bu maksada varmak için önce kendini, nefsini yok etmek, ölmeden ölmek, ölmüş gibi günah kirlerinden arınmak vardır:
Vahdete ir kendüni yoğ eyleyüp
Tâ ki fenâ içre bulasın bekâ
(Yokluk içinde beka/sonsuzluk bulmak için kendini yok eyleyip birliğe ulaş.)
İnsan bir katredir, deryaya karışarak sonsuz olmak ister. Sâlikin asıl amacı da bu olmalı, yani deryaya yani Hakk’a varmaya çalışmak olmalı. İnsan bir damla gibi değersiz olan varlığını ibâdet ve taatle Allah’a ulaştırmaya azmetmeli:
Bahre irişdür yüri var katreni
Kalmaya senden eser-i men ü mâ
(Senden benlik eseri ben biz kalmayıncaya kadar katreni, damlanı yürü denize ulaştır.)
Varlık tevhid/birlik ateşiyle yanmalı ki kirlerinden paslarından arınarak cevherini ortaya çıkarabilsin. Bu ateş masiva kirlerini yakarak kişiyi saflaştırır visale lâyık hâle getirir:
Ateş-i tevhid ile yak varunı
Kalmaya senden eser-i mâsivâ
(Tevhid ateşiyle varlığını yak ki senden masiva/Allah’tan gayrı olan her şeyden bir eser, bire iz kalmasın.)
Şairler aşkı, vahdeti şaraba teşbih ederler zira ikisi de insanı sarhoş eder, kendinden alır. Vahdet şarabını içen geçici olan kesreti, çokluğu görmez. Allah esmasıyla tecellî edince kesret dediğimiz bu âlem ortaya çıkmıştır. Kesret bu yönüyle vahdet özerine örtülen bir tül gibidir. Sâlik bu tülü kaldırarak tevhide ulaşmaya çabalar:
Nûş iden câm-ı şarâb-ı vahdeti
Mest olup görmez bu fâni kesreti
(Vahdet şarabını içen sarhoş olup bu geçici kesreti, varlıkları görmez.)
Allah ne güzel bir yaratıcı, bir sanatkârdır! Yoktan insanı yaratmıştır. İnsanların kimini aşkla viran ederken kimini de güzellikle abad etmitir. Ancak unutulmaması gereken bir husus vardır: aşk ehliyle ikiz olan bir bela vardır. Yani âşıklık bela ile beraberdir. Aşk bir iddia ise bela, musibet onun şahididir. Allah, en fazla belaları dostlarına, başta peygamberler ve veliler olmak üzere sevdiklerine verir. Bunu bile gönül ehli çektikleri acılardan asla şikâyet etmezler:
Zihî sâniʿ ki itmişdür ʿademden âdemi îcâd
Kimin vîrân-ı aşk itmiş kimini hüsn ile âbâd
Belâdur çün ezelden ehl-i aşk ile olan hem-zâd
Şikâyet eylemez hergiz cefadan bu dil-i nâ-şâd
Ezeldendür cefâ ʿuşşâka ağyâra vefâ muʿtâd
(Kimini aşkla viran etmiş kimini güzellikle bayındır… Zira ezelden aşk ehli ile belâ ikiz olarak doğmuştur. (Bu yüzden) sevinmeyen, şad olmayan bu gönül çektiklerinden asla yakınmaz. Cefa, âşıklara ezelden verilmiş, rakiplere ise vefâ.)
Âşık, sevdiğinden başkasını görmez, görmek istemez. Hele söz konusu Cemil-i mutlaka duyulan aşk ise göz asla masivaya nazar etmez. Gözün penceresi olduğu gönül Allah’a aittir, başka sevgilerin orada yeri yoktur, olmamalıdır. Salik nakşa bakar nakkaşı görür. Eserden başını kaldırır müessire bakar. Suda akseden güneş parıltılarına değil gökteki gerçek güneşe bakar:
Bir dîde ki her şeyde temâşâ ide Hakkı
Gayra nice nâzır ola ol dîde-i bînâ
(Bir göz ki her varlıkta Hakk’ı göre gayre/başkasına nasıl bakıcı olsun, baksın!)
Sevgiliye ulaşmak, visâle ermek için yukarıdan beri tekrarlanan husus masivadan yüz çevirmek, gayre bakmamaktır. Gönül evinden Allah’tan gayrı olanlar çıkarılınca perde aralanır, sevgili cemaliyle tecelli eder:
Hâne-i dilden çıkar nakş-ı hayâl-i gayrı kim
Şâhid-i maksûdun ey dil eyleye refʿ-i hicâb
(Gönül evinden başkasının nakşını, hayalini, görüntüsünü çıkar ki maksadının güzeli perdeyi kaldırsın.)
Gönül yolcusu/sâlik bu gözle görülen âleme ibretle bakıp Hakk’ın varlığına delil arar. Delil güneşin ve birbiri ardınca doğup batmasıdır. Sâlik, güneşin ve ayın gök tavanına boşuna asılmadığını düşünür, bu perdenin ardında işleyen kudret elini görür, tevhide ulaşır:
Bu ʿâlem-i şehâdete ʿibretle kıl nazar
İsbât-ı Hakka mihr ile mâhı gelür gider
(Bu görünen âleme ibretle bak! Güneş ve ay Hakk’ı ispat için gelir gider.)
Aşağıdaki beyit gerçekten çok güzel düşmüştür:
Gözyaşın deryâ vücûdun keşti it âhun direk
Ger hakîkat dürrine bulmak dilersen dest-res
(Eğer hakîkat incisine ulaşmak istiyorsan gözyaşını deniz, vücudunu, varlığını gemi, ahını da direk yap.)
Allah’ı bize tanıtan en büyük üstat, hoca Peygamber-i Zişan Efendimiz’dir. Tasavvuf, sünnet-i seniyye rehberliğinde olursa saliki amacına ulaştırır. Aksi takdirde kişi yolunu şaşırır, dalâlet vadilerinde perişan olur gider. Sünneti rehber edinmeyen yolların nasıl hüsranla bittiğini her gün görüyoruz. Hz. Peygamber (s.a.v.), kâinatın yaratılış sebebi, âlemlere rahmettir. Ölmüş kalpler onun getirdiği nurlar hayat bulur.
Mürde-diller pes kudûmunla hayâta irdiler
Rûh oldun bu vücûd-ı ʿâleme ey cân-fezâ
(Ölmüş gönüllüler senin gelişinle hayata erdiler, dirildiler. Ey can artırıcı sen bu âlemin varlığına rûh oldun.)
Peygamber Efendimiz’e uymayan, onun sünnetini pusula edinmeyen ilâhî feyizlere, nurlara mazhar olamaz:
Mazhar-ı feyz-i ʿilâhî kimse olmaz dünyede
Ey şeh-i ʿâlem sana tâ itmeyince iktidâ
(Ey âlemin padişahı süna uymayan kimse dünyada asla ilahi feyizlere mazhar olmaz.)
Hz. Rasûl, bizzat Allah tarafından Kur’ân-ı Hakîm’de methedilmiştir. Bu sebeple O’nun yüceliği, Hak katındaki kıymeti akıl ve idrakle anlaşılmaz.
Fehm ü ʿakl ile ne mümkin kadr u şânun anlamak
Çün seni Hak eylemişdür külli nâsa pîş-vâ
(Senin kıymetini, şanını akıl ve idrakle anlamak mümkün değildir zira Hak seni bütün insanlara önder kılmıştır.)
O halde kimdir Hz. Peygamber?
Bülbül- bâğ-ı gülistân-ı ahad
Nâm-ı pâküne didiler Ahmed
(Ahad gül bahçesinin bülbülü, tertemiz adına Ahmed denilen zattır.)
Üzüntü keder yolunda heder olup gitmemek için yolcu O’nun şefkâtine, şefaatine sığınır:
Medet it bize ey habîb-i ilâh
Olmayalum reh-i gam içre tebâh
(Ey Allah’ın sevgilisi, gam yolunda yok olup gitmemek için bize yardım et.)
Sezâî Efendi Hz. Peygamber (s.a.v.) söz konusu olunca âdeta bir çağlayana döner. Dağarcığında bulunan en güzel, en coşkulu sözlerle Peygamber Efendimiz’i övmeye çalışır:
Nâzenn-i mahremân-ı Kibriyâ
Mustafadur Mustafadur Mustafa
Efdal-i mevcûd olan hayrü’l-verâ
Mustafadur Mustafâdur Mustafâ
(Allah’ın mahrem, yakınlarının en nazlısı Mustafa’dır, Mustafa. İnsanların en hayırlısı, en efdalı Mustafa’dır, Mustafa’dır, Mustafa!)
Hz. Mustafa (s.a.v.) peygamberlik ülkesinin önderidir. Onun tebliğ ettiği şeriat karşısında bütün dünya padişahları eksik, kusurlu birer kişidir:
Sen ol sultân-ı iklim-i risâletsin eyâ server
Kamu şehler kapunda bir gedadan dahı kemterdür
(Sen, bütün şahların, padişahların kapısında kusurlu birer yoksul olduğu peygamberlik ülkesinin önderisin.)
Bütün mü’minlerin duası Rasûl-ı Ekrem Efendimiz’in şefaatine nail olmaktır:
Yâ Rasûlallah visâlün bezmine şâyeste kıl
Tâ gönül olsun şarâb-ı ʿaşkınun mestânesi
(Ey Allah’ın elçisi gönlümüzün senin aşkının şarabıyla sarhoş olması için bizi sana kavuşma meclisine (girmeye) lâyık kıl.)
Allah ve Peygamber sevgisi bütün aşkların varacağı son duraktır. Aslında mecâzî aşk, kişiyi hakîkisine yöneltmek için bir tür yemdir, kimi zaman da tuzaktır. Bütün güzellerde görünen güzellikler esmâ-i ilâhî tecellîlerinden ibarettir. Hak yolcusu tevhide varmak, ezelî sevgiliye ulaşmak için aşk vadisinden geçmek durumundadır. Sezâî şöyle seslenir kendisine ve müritlerine:
Aşk ile ur sînene bir niçe dağ
Ney gibi senden de gele hoş sadâ
(Gönlüne aşkla birçok yanık yarası/dağ vur ki ney gibi sende n güzel sesler yayılsın.)
Ney bir kamış parçasıdır. Türlü işlemlerden geçirilir, kurutulur, bağrı yanık yaralarıyla birçok yerinden delinir; sonra neyzenin dudakları arasından hoşça sesler yaymaya başlar. İnsan da böyledir. Bağrı aşk ateşinin acılarıyla ney gibi delik deşik olmadıkça sevgiliyle mahrem olamaz.
Aslında insanların kısmetleri elest meclisinde pay edilmiştir. Payına aşk düşenler bu kevn ve fesat âleminde kısmetlerini yaşarlar.
Nice fark eyleyelüm dünyâ vü ʿukbâ rütbesin
Olmışuz mest ü harâb u bâde-i bezm-i elest
(Dünya ve âhiret rütbelerini birbirlerinden nasıl ayırt edelim ki biz elest meclisinin şarabıyla körkütük sarhoş olmuşuz.)
Aşk yolunda fedâ-yı can etmeyen sevgiliye ulaşıp kavuşamaz:
Râh-ı ʿaşka cânını kurbân iden
Bî-gümân ol vâsıl-ı cânân olur
(Aşk yoluna canını kurban eden şüphesiz sevgiliye kavuşur.)
Söz konusu edilenin ilâhî aşk olduğunu söylemeye açıklamaya gerek yoktur:
Olma Ferhâd gibi suret dağınun hayrânı var
Tîşe-i âh ile varlık kûhını kıl târumâr
(Ah kazmasıyla varlık dağını darmadağın et! Ferhad gibi sûret dağının hayranı/âşığı olma!)
Yazımız Sedzâî Hazretleri’nin bazı duâ beyitleriyle bitirelim dilerseniz;
Gel bu bu nefsüm ejderhâsından beni eyle halâs
Ben garîbün eyleme dest-i ʿadûya mübtelâ
(Gel bu nefis ejderhasından beni kurtar, ben garibi düşmanların eline muhtâç eyleme!)
…
Dil Halîl’in nefs Nemrûd’un odından sakla var
Yohsa nefsüne senün Hak gâlib eyler bir meges
(Gel, gönül Halil’ini nefis Nemrud’unun elinden sakla/kurtar yoksa Allah seni (Nemrut gibi) bir sineğe mağlup ettirir.)
Kaynakça:
Ali Rıza Özuygun'un doktora çalışmasına (Hasan Sezayi'nin Hayatı, Edebi Kişiliği, Eserleri, Dîvân'ının Tenkit/i Metni ve incelenmesi, 1999, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Adnan İnce, Salim, Tezkiretü’ş-Şuʻarâ, Ankara 2005
Bursalı Mehmed Tahir (1333-42). Osmanlı Müellifleri. İstanbul: Matbaa-i Âmire.
Himmet Konur, Sezâî-yi Gülşeni, DİA, C.37, İstanbul 2009.
Edirne ve Balkanlar’da Tasavvufî Hayat –Müesseseler-Şahsiyetler ve Eserleri– (Hasan Sezâî-yi Gülşenî ve Gülşenîlik), İslamî Araştırmalar Vakfı, Milletlerarası Tartışmalı İlmî Toplantılar Dizisi: 33 Tartışmalı İlmî Toplantılar Dizisi: 104 Trakya Üniversitesi Yayınları, Aralık 2022.)
Müberra Gürgendereli, Sarıcazâde Râmiz’in Edirne Tekkeleri’ni Anlatan Mesnevisi: “Esâmî-Yi Hânkâh-I Mahmiyye-İ Edrene”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi The Journal of International Social Research Cilt: 9 Sayı: 43 Volume: 9 Issue: 43, Nisan 2016 April 2016.
Rüya Kılıç, Osmanlı Devleti'nde Gülşenî Tarikatı (Genel Bir Yaklaşım Denemesi), 0.1501-OTAM_0000000512-114156.
Mahmut KAPLAN
Yazarİnsanların sıkıntıya düştüğü, yolsuzlukların arttığı, hayhuyun ortalığı kapladığı zamanlarda mizah ve hicvin toplumda boy gösterip ortalığı kaplaması beklenirken günümüzde mizah açısından iç açıcı bir...
Yazar: Mahmut KAPLAN
Bazı eserler vardır ki asırlar da geçse üzerinden, değerinden bir şey yitirmez. Yûsuf Has Hâcib’in neredeyse bin yıl önce kaleme aldığı Kutadgu Bilig de böyle ölümsüz eserlerden biridir. Bu yazımızda ...
Yazar: Mahmut KAPLAN
Edebiyatımızda; asırlar öncesinden sesini günümüze ulaştırabilen şairlerin başında yer alan, tezkirelerde “Mevlânâ” sıfatıyla anılan Fuzûlî, zamanının gerektirdiği din ve fen ilimlerinin hepsinde âli...
Yazar: Mahmut KAPLAN
Gönlümdeki sevdaya âşiyânsın karanfilRâyihanla âdetâ bir cihânsın karanfilRengini yâr lebinden vasl ânında almışsınÂfâkımı kuşatan âsumânsın karanfilNeden kıvrım kıvrımdır yaprakların âh seninSanki so...
Şair: Ekrem KAFTAN