Hasan Sezâî Efendi ve Sezâiyye
Gülşeniyye-i Rûşeniyye-i Halvetiyye’nin alt kolu Sezâiyye Tarîkatı’nın piri olarak kabul edilen Hasan Sezâî, 1080/1669 tarihinde Mora Yarımadası’nın kuzeydoğusunda yer alan Gördüs kasabasında doğdu.[1] “Sezâî” mahlası Mısriyye Tarîkatı’nın pîri Niyîzî-i Mısrî (ö. 1105/1694) tarafından verilmiştir. Babasının adı Ali, dedesi Kurtbeyzâde Hasan’dır. On sekiz yaşına kadar Gördüs’te kalan Hasan Sezâî, Ramazan/Temmuz 1687 tarihinde Venediklilerin Mora’yı işgali üzerine Gördüs’ten ayrıldı. Deniz yoluyla İstanbul’a gitti. Daha sonra İstanbul’dan Edirne’ye geçti. Burada yakınlarından piyade mukâbelecisi Ali Bey’in yardımıyla mukâbele kaleminde çalışmaya başladı.[2] Hasan Sezâî, bir taraftan orada bulunan âlimlerden zâhirî ilimleri tahsil etmiş, diğer taraftan da kendisini tasavvuf yolunda yetiştirip mânen terbiye edecek bir rehber aramıştır. Hasan Efendi rüyasındaki bir işaretle Âşık Mûsâ Dergâhı’nda bulunan Şeyh Muhammed Sırrî’ye intisap etmiş ve bir müddet hizmetinde bulunmuştur.[3] İstanbul’a giderken gemide karşılaştığı bir Halvetî şeyhinin etkisiyle tasavvufa ilgi duymaya başladı ve Edirne’de Şeyh Âşık Mûsâ Hankâhı’nın postnişîni Gülşeniyye şeyhi Mehmed Sırrî Efendi’ye intisap etti. Mehmed Sırrî Efendi’nin yaklaşık iki yıl sonra vefâtı üzerine seyr u sülûkunu Lâ‘lî Mehmed Fenâî Efendi’nin (ö. 1112/1700) yanında tamamlayıp hilâfet aldı.[4] Gülşenî Veli Dede Zâviyesi’nde irşad faaliyetine başladı. Dergâha ait vakıfların kiralarını topladığı için “Câbî Dede Efendi” olarak da tanınmıştır. Bir müddet sonra Âşık Mûsâ Dergâhı meşihâtinin boşalması üzerine halîfelerden Ahmed Müsellim Efendi’yi Veli Dede dergâhına geçirerek vazifesini buraya nakletmiştir.[5]
Şeyh Fenâî’nin vefâtı üzerine yerine Mahmud Hamdi Efendi postnişîn oldu. Onun da altı ay sonra vefât etmesi üzerine Hasan Sezâî, Veli Dede Zâviyesi’nin meşîhatını damadı Ahmed Müsellim Efendi’ye bıraktı. Kendisi de Fenâî Efendi’nin faaliyet gösterdiği Âşık Mûsâ Dergâhı’na taşındı. Bu dönemde Mısır’a giderek Gülşenî Tekkesi şeyhi İbrâhim Çelebi’den icâzetnâme aldı.[6]
Sadrazam Yeğen Mehmed Paşa’nın da bulunduğu bazı devlet ricâlinin kendisine intisap ettiği bilinen Sezâî, 17 Ramazan 1151/29 Aralık 1738 tarihinde Edirne’de vefât etti ve tekkenin hazîresine defnedildi. Mezarının üzerine sonradan kâgir kubbeli bir türbe inşâ edildi.[7] Hasan Sezâî Efendi’nin vefât ettiği gece şu beyitleri okuduğu rivâyet edilmektedir.
Râh-ı aşkta cânını kurbân eden
Şüphesiz ol Vâsıl-ı Yezdân olur
Gülşenî’den bir kadeh nûş eyleyen
Ey Sezâî nâil-i cânân olur. [8]
“Kudse pervâz eyledi Rûh-i Sezâî Gülşeni” ve “Kutb iken göçtü Sezâyî rahmetullâhi aleyh” mısraı ile vefâtına tarih düşürülmüştür.
Eserleri
Bursalı Mehmed Tâhir Efendi, onun hem âşık ve hem şiirlerinin hikmetlerle dolu bir şair olduğundan bahsetmektedir.[9] Hasan Sezâî Efendi, tasavvuf edebiyatının derinlik ve inceliklerine vâkıf; üslubu ve ifadesi son derece sağlam, güçlü bir şairdir.[10] Bu anlamda Hasan Sezâî’nin en temel eseri Dîvân’ıdır. Dîvânı; beş kasîde, iki terkîb-i bend, on iki murabba’, iki muhammes, iki tahmîs, iki müseddes, 396 gazel, altı rubâî, otuz üç nazım, on kıt’a, üç tarih, altı müfred, otuz bir matla‘ ve yedi ilâhîden meydana gelmektedir.[11] Peygamber Efendimiz (s.a.v.) için yazdığı bir na’t-ı şerîfinde duygularını şu şekilde ifade etmiştir:
Vucûdum mülkünün sultânı Sensin
Muhakkak cânımın cânânı Sensin
Sezâî varını mahvetdi şimdi
Hemîn mevcûd olan ihsânı sensin
Muhammed ma’den-i sıdk u safâdır
Muhammed menbâ-ı cûd u atâdır[12]
Pek çok sûfî gibi Hasan Sezâî de, mektup yazmayı irşat ve terbiye metodu olarak kullanmıştır. Mektûbât-ı Sezâî isimli eseri, Sezâî’nin oğluna, damadına, halîfelerine, müritlerine, yakın çevresine, bazı devlet ricâline yazdığı mektuplardan oluşmaktadır.[13]
Oğlu Sâdık Efendi’ye gönderdiği bir mektubunda şu tembihlerde bulunmaktadır: “Benim basar-ı basîretim oğlum seni her hâlde Allah’a emânet ettim. Hak Teâlâ encâmını hayr ile ahşam ide, âmin. Vaktini ganîmet bilüp nefsini bilmeye çalışın. Zîrâ bende feyz ve ihsân olunan kuvâ emânettir. Fursat elde iken tahsîl-i kemâle vaktini sarf edesin dâimâ nefsine muhâlefet üzere olasın. Halkın cevrini mücâhede-i nefs addedüp tahammül eyle, rûhun kuvvet bulur bâtınında terakkî bulursun. Dünyanın vakti üç beş gündür. Fırsatı fevt itmeyüp mücâheddeden hâlî olmayasın ki, mücâhebede bahr-i müşâhededir. Tembel ve battâl âdemlere uymayasın ve mülhidler ile görüşmeyesin. Ehl-i Sünnet şerîat ve tarîkatı muhkem olanlara yar ve garındaş ol…”[14]
Hasan Sezâî Efendi, bir diğer mektubunda ise Derviş Yûsuf adında bir zat için şunları kaydeder: “Esselâmü aleyküm! Oğlum Derviş Yûsuf! Ne hâldesin. Tasfiye-i derûn ve tezkiye-i nefs ile mir’ât-ı kalbe incilâ kesb idüp cemâl-i Hakk’ı hakla müşâhede etmeye bezl-i kudret ve sa’y-i beliğ idüp evkâtını zâyi’ etmeyesin. İlkâ olunan mâye-i Muhammediyye’yi mahcûb bi’t-tab’ itmeyün leylen ve nehâren devâm-ı zikre iştigâl idüp belki ayn olmaya sarf-ı himmet idesin ki zikir ve zâkir ve mezkûr bir ola. Şirk-i mâ’nevîden halâs olasın…”[15]
Hasan Sezâî Efendi halîfelerinden Hacı Muhammed Dede’ye yazdığı bir mektupta mürşid-halîfe ilişkisinde dikkat edilmesi gereken bazı konuları şu şekilde ifade etmektedir: “Nefsinin ucb ve iyâsından sakınasın. Her feyz ki zühûra gelir pîrin tarafından mahz-ı kerem bilesin. Kendi isti’dâdından zannetmeyesin. Tâlibleri sa’y ve sülûke tergîb edesin ve yalnız kendi müşâhedeleriyle hareket ettirmeyesin. İsm ve resm-i nûru bir kerre görmek ile menzil-i âhire geçirmeyesin, ta ki menzilin hâli zuhûr etmeyince ve feyz Hak erişüp bir tâlib tekdâme ki şeyh sağdır, hulefâsı hilâfet duâsını edemezler. Ve acele işle tekmile heves etmeyesin ki, gâh olur ki sağlık mürşide teveccühle mürşidin isti’dâdına ric’at ettikde tenezzülde kalır. Bin imtihân ve tecrübe lazımdır. Birden tekmîl dağdağasına tâlibi düşürmeyesin.” [16]
Üçüncü önemli eseri Şerh-i Gazel-i Niyâzî-i Mısrî’dir. Niyâzî-i Mısrî’nin, “Halk içre bir âyîneyim herkes bakar bir ân görür” mısraıyla başlayan gazelinin şerhidir. [17]
Edebî Şahsiyeti
Sezâî’nin,
Gel ey dil bülbülü gülzâr-ı tenden eyle ihbârı
Ayân eyle ne gülşenden gelirsin bize de bârî
beytiyle başlayan kasîdesi, damadı Ahmed Müsellim Efendi tarafından, Şümû-i Lâmi‘ fî Beyân-ı Etvâr-ı Sâbi‘ adıyla şerh edilmiştir.
Sezâî’nin,
Kalem-i sun‘-i ezel her ne ki tahrîr etdi
Kaydedip suhf-i ebedde anı takrîr etdi
beytiyle başlayan gazelini de, Gülşenî-Sezâî şeyhi Şuayb Şerefeddin Efendi Îzâhu’l-merâm fî meziyyeti’l-kelâm adıyla şerh etmiştir.[18]
Sezâyî-i Gülşenî, Ehl-i Beyt’e bende (köle/kul) olanın kul (köle) da olsa padişah olduğunu söylemektedir. Çünkü Âl-i abâ'ya kul olan başkasına muhtaç olmayacak, dolayısıyla âleme şah olacaktır:
Sezâyî pâdişâhız tâ ezelden
Ki zîrâ bende-i âl-i abâyız. [19]
Sezâî-yi Gülşenî, sûfînin seherde gelen ihsanlarla velâyet makamına erişebileceğini şu şekilde ifade etmiştir:
Seherdir matla’-ı şems-i hidâyet
Uyan nâlân ü giryân ol seherde
Seherde feth olur bâb-ı velâyet
Uyan nâlân ü giryân ol seherde[20]
Kaynaklarda Hasan Sezâî’nin iki oğlu ile iki kızından söz edilmektedir. Büyük oğlunun ismi Muhammed Sâdık iken küçüğünün ismi bilinmemektedir. Kızlardan birisini halîfelerinden Ahmed Müsellim Efendi, diğerini de Hâfız Mustafa Efendi ile evlendirdiği bilinmektedir.[21]
Sezâiyye
Sezâî’nin şeyhi La‘lî Mehmed Fenâî’nin Şâbâniyye, Uşşâkıyye, Gülşeniyye, Sünbüliyye ve Nakşbendiyye Tarîkatlarından icâzeti olduğunu belirttikten sonra Sezâiyye’nin Gülşeniyye’nin bir şubesi olarak görünmekle birlikte bu beş tarîkatı da içerdiği belirtilmektedir.[22] Gülşeniyyenin bir kolu olarak Sezâiyye Tarîkatı’nın merkezi Edirne idi. Tarîkat, şeyhin mânevî etkisinin daha çok görüldüğü İstanbul, Edirne, Eğriboz ve Yenişehir çevresinde etkili oldu.[23]
Gülşenîliğin yeni bir filizi olarak değerlendirilebilecek olan Sezâîlikte sâliklerin işini kolaylaştırmak ve muhib olanları da teşvik amacıyla Hasan Sezâî Efendi, seyr u sülûkta asıl ve furû isimlerde bazı değişiklikler yapmıştır. Hasan Sezâî’nin silsilesi Pîr İbrâhîm-i Gülşenî’ye (ö. 940/1533) şu şekilde ulaşmaktadır.
- La’lî Muhammed Fenâî (ö.!051/1640)
- Seyyid Hüseyin Ahmed Hayâlî (ö.1024/1613)
- Seyyid Ali Sükûtî (ö 1005/1595)
- Ahmed Hayâlî Gülşenî (ö.977/1569)
- Pîr İbrâhîm-i Gülşenî (ö.940/1533) [24]
Hasan Sezâî’den sonra pîr evinde Şeyh Ali Gürcü (ö. 1187/1773), Hâfız Mustafa Efendi (ö.1206/1791), Gürcüzâde Hasan Hüsnü Efendi (ö.1226/1811), Gürcü Şeyh Ali Rızâ Efendi (ö.1262/1845) ve Şeyh Mustafa Hilmi (ö.1282/1865) şeyhlik yapmıştır. Sezâiyye on sekizinci asrın sonlarında aynı zamanda bir Gülşenî şeyhi olan Şuayb Şerâfeddin Efendi ile temsil edilmiştir.[25] Diğer önde gelen Sezâiyye şeyhlerinden bazılarının isimlerini de şu şekilde sıralayabiliriz:
- Ahmed Müsellim Efendi (ö.1166/1752)
- Ahmed Remzi Efendi (ö.1100/1688-89’den sonra)
- Işk İsmâil Efendi (1197/1783)
- Tatar Hasan Efendi (ö.1180/1766)
- Gürcü Ali Efendi (ö.1187/1773-74)
- Kırımlı Muhammed Fakrî Efendi (ö.?)
Sezâiyye Tekkeleri
Sezâîlik İstanbul’da Başçı Gülşenî Ekmel, Gülşenî Tatar Efendi, Gürcü Ali Efendi, Peyk Dede ve Sarmaşık Tekkelerinde; Edirne’de ise Veli Dede Tekkesi’nde temsil edilmiştir.[26] Tekirdağ’a bağlı Hayrabolu’da biri Sarbân-ı Ahmed Türbesi yanında Perşembe günleri âyin yapılan bir dergâh, diğeri Gâzi İvaz Türbesi yakınında Halkalı Dergâhı olmak üzere iki adet Gülşenî dergâhı bulunmaktadır.[27] Sezâiyye tekkelerinden bir kısmını tanıtmamız yerinde olacaktır.
- Hasan Sezâî’nin damadı Şeyh Hâfız Mustafa Efendi (1180/1766),
- Mustafa Rıf’at Efendi (ö.1258/1841),
- Muhammed Şerafeddin Efendi (ö.1270/1853) şeyhlik görevini yerine getirmişlerdir.[28]
- Aynı nesilden oğlu Hdikatü’s-salât sahibi Şeyh Ahmed Vefâ (?),
- Şeyh Sâkıb Efendi (?),
- Şeyh Seyfullah Efendi (ö.1278/1862) geçmiştir.[29]
[1] Himmet Konur, “Sezâî-yi Gülşenî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c. 37, İstanbul 2009, s. 79.
[2] Konur, “Sezâî-yi Gülşenî”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 37, s. 80.
[3] Meliha Yıldıran Sarıkaya, “Türk Edebiyatı’nda Ehl-i Beyt”, Din ve Hayat, Sayı: 23,Yıl: 2014, s. 99.
[4] Semih Ceyhan, Üç Pîrin Mürşidi Köstendilli Ali Alâeddin el-Halvetî ve Telvihât-ı Sübhâniyye, İSAM Yayınları, İstanbul 2011, s. 80-81.
[5] Konur, “Sezâî-yi Gülşenî”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 37, s. 79-81.
[6] Osmânzâde Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, haz. Mehmet Akkuş & Ali Ylmaz, Kitabevi, İstanbul 2006, III, s. 190.
[7] Konur, “Sezâî-yi Gülşenî”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 37, s. 80.
[8] Yıldıran, “Türk Edebiyatı’nda Ehl-i Beyt”, Din ve Hayat, Sayı: 23, s. 99.
[9] Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri ve Ahmed Remzi Akyürek Miftâhu’l-Kütüb ve Esâmî-i Müellifîn Fihristi, Bizim Büro Basımevi, Ankara 2000, c. I, s. 84.
[10] Yıldıran, “Türk Edebiyatı’nda Ehl-i Beyt”, Din ve Hayat, Sayı: 23, s. 99.
[11] Konur, “Sezâî-yi Gülşenî”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 37, s. 80.
[12] Yıldıran, “Türk Edebiyatı’nda Ehl-i Beyt”, Din ve Hayat, Sayı: 23, s. 99.
[13] Konur, “Sezâî-yi Gülşenî”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 37, s. 80.
[14] Yıldıran, “Türk Edebiyatı’nda Ehl-i Beyt”, Din ve Hayat, Sayı: 23, s. 99.
[15] Yıldıran, “Türk Edebiyatı’nda Ehl-i Beyt”, Din ve Hayat, Sayı: 23, s. 99.
[16] Yıldıran, “Türk Edebiyatı’nda Ehl-i Beyt”, Din ve Hayat, Sayı: 23, s. 99.
[17] Konur, “Sezâî-yi Gülşenî”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 37, s. 80.
[18] Ceyhan, Üç Pîrin Mürşidi, s. 80-81.
[19] Yıldıran, “Türk Edebiyatı’nda Ehl-i Beyt”, Din ve Hayat, Sayı: 23, s. 99.
[20] Hasan Sezâî-yi Gülşenî, Dîvan, haz. Ali Rıza Özuygun, Buhara Yayınları, İstanbul 2019, s. 170.
[21] Yıldıran, “Türk Edebiyatı’nda Ehl-i Beyt”, Din ve Hayat, Sayı: 23, s. 99.
[22] Semih Ceyhan, “Halvetiyye”, Türkiye’de Tarikatlar Tarih ve Kültür, ed. Semih Ceyhan, İSAM Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2018, s. 713-714.
[23] Nathalie Clayer & Alexandre Popovic, “Osmanlı Döneminde Balkanlardaki Tarikatlar”, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf ve Sufiler Kaynaklar-Doktrin-Ayin ve Erkan-Tarikatlar-Edebiyat-Mimari-İkonografi-Modernizm, haz. Ahmet Yaşar Ocak, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2. Baskı, Ankara 2014, s. 312.
[24] Ramazan Muslu, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (18. Yüzyıl), İnsan Yayınları, İstanbul 2003, s. 216.
[25] Hür Mahmut Yücer, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (19. Yüzyıl), İnsan yayınları, İstanbul 2003, 229-230.
[26] Muslu, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf, s. 219.
[27] Yücer, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf, s. 231.
[28] Yücer, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf, s. 230.
[29] Yücer, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf, s. 230.
[30] Muslu, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf, s. 219.
[31] Muslu, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf, s. 219.
[32] Muslu, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf, s. 219.
[33] Muslu, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf, s. 219.
[34] Muslu, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf, s. 219.
[35] Muslu, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf, s. 2.19.
Kadir ÖZKÖSE
YazarOsmanlının başşehriydim şan ile,Şehzade ocağı Edirne’yim ben.Hizmet verdim cennet yurda can ile,Türk’ün al bayrağı Edirne’yim ben.Sınırda düşmana göğsümü gerdim,Yiğitlik postunu çayıra serdim.Kırkpına...
Şair: Yusuf DURSUN
Hem Rabb’imiz hem de Peygamberimiz bir Müslümanın neler yapması veya nelerden kaçınması gerektiği hususunu bizlere açıklamışlardır. Dolayısıyla hepimizin önünde yapılması gereken işler ile kaçınılması...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
Küfrün taşkınlığı, şer odaklarının pervâsızlığı, ahlâksızlığın yaygınlaşması, hak ve hukukun çiğnenmesi karşısında Müslümanın sessiz ve tepkisiz kalması kadar yersizlik olamaz. Kötülüklerle mücâdele e...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
İbâdet; kulluk yapmak, itâat etmek ve boyun eğmek demek olup Rabb’imizin bildirdiği ölçüler dâhilinde yaşarken bütün hareketlerimizde, sözlerimizde, duygu ve düşüncelerimizde ilâhî ölçülere riâyet etm...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE