Güle Dair
Çiçeklerin en muhteşemi, gözü, gönlü açan çiçeklerin şahıdır. Klâsik şiirimizde, halk şiirimizde, modern şiirimizde de baş tacı edilen çiçektir… Neden mi söz ediyorum? Gülden tabii ki… Gül Türkçemize en yakışan çiçeklerden biri. Türkçede, içinde gül geçen, “Dikensiz gül olmaz.”, “Gülü seven dikenine katlanır.”, “Çalıda gül bitmez, cahile söz yetmez.” “Ödünç güle güle gider, ağlaya ağlaya gelir.” “Ağlatan gülmez.” gibi birçok atasözü vardır. Gül, deyimlerimizi de süsleyen çiçeklerden biridir: “Güldükçe yüzünde güller açılmak”, “yüzünde güller açmak”, “gül gibi geçinip gitmek”, “üstüne gül koklamamak”, “gül gibi bakmak”, “gül gibi yaşamak”, “gül üstüne gül koklamamak.”
Klâsik şiirde, sevgili baştan ayağa “gül”, gül de baştan ayağa “sevgili”dir diye gülün sadece Klâsik Türk edebiyatında önemli olduğu izlenimi uyanmasın. Gül, modern Türk edebiyatında da önemini korumuştur. Tanzimat dönemi şair ve yazarı Recaizade Mahmut Ekrem hüznünü gülle ifade eder:
Gül hazîn sünbül perîşân bâğzârın şevki yok
Gelmiş ammâ neyleyim sensiz bahârın şevki yok
Servet-i Fünûn hareketinin önemli şairi Cenâb Şahabeddin tablo çizer gibi bir tasvir yapar gül desenli:
Etdi ziyâ-yı sürh ile bir tâb-ı mu’tedil
Fağfûr ocaktan bir ol gül-i sîmîne in‘ikâs
Türkçe’nin en büyük şairlerinden Yahya Kemal, Hafız’ın kabrini anlatırken gülle nefis bir tablo çizer:
Hâfız'ın kabri olan bahçede bir gül varmış;
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle.
Gece; bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şîrâz'ı hayal etdiren ahengiyle.
Melâl, akşam ve hüzün şairi Ahmet Haşim bir seher vakti tasvirinde gül bülbül kıssasına telmih ederek duygularını şiire döker:
Bir gamlı hazânın seherinde,
Isrâra ne hâcet yine bülbül?
Bil kalbimizin bahçelerinde,
Cân verdi senin söylediğin gül.
Savrulmada gül şimdi havâda
Gün doğmada bir başka ziyâda...
Bir hikâye atmosferi içinde Ahmet Hamdi Tanpınar gül penceresinden ömre bakar:
Bir gün Îcâdiye'de veya Sultantepe'de,
Bir beste kanatlanır, birden olduğun yerde.
Bir kâinat açılır, geniş, sonsuz, büyülü,
Bu günün rüzgârında yıkanan mâzî gülü,
Dağılır yaprak yaprak hayâlindeki suya
Bir başka gözle bakarsın ömür denen uykuya.
Evin, evlerin şairi Behçet Necatigil de güle ilgisiz kalmayan şairlerimizden; dokununca solan bir gül imgesiyle duygularını terennüm eder:
Çoklarından düşüyor da bunca
Görmüyor gelip geçenler
Eğilip alıyorum
Solgun bir gül oluyor dokununca.
Sezai Karakoç düşmanlarına bile gül attığını söylerken bu muhteşem çiçeğin letâfetine dikkat çeker:
Yaratılışa dönmüşüm baharla ilk yaratılışa
gül saçarım düşmanıma bile
bir ilgi var ölenle bulut
doğanla güneş arasında
taş bile çiçeklenir baharda
Edip Cansever, yalnızlıkları, umutsuzlukları bırakarak birlik ve beraberlik içinde gül kokarcasına mutlu olmaktan söz eder:
Öyleyse dostlar bırakın bu yalnızlıkları
Bu umutsuzlukları bırakın kardeşler
Göreceksiniz nasıl
Güller güller güller dolusu
Nasıl gül kokacağız birlikte
Amansız, acımasız kokacağız
Dayanılmaz kokacağız nefes nefese.
Bestami Yazgan, gülü incitmeyin diye feryat eder, zira gül sevginin, kardeşliğin, dostluğun remzidir:
Sevmekten geri kalma,
Yapan ol, yıkan olma,
Sevene diken olma,
Gülü incitme gönül.
Bahçelerin olmazsa olmazıdır gül. Arif Nihat Asya’nın penceresinden güle şöyle bir bakalım; ne güzel söylemiş büyük şair:
Koru koru, bahçe bahçe; kuşlar ses verir, ses alır
Parkında çiçek tarhları, halılarından ders alır.
Isparta’nın Erenleri; gül suyuyla abdest alır.
Çiçekten, yemişten aşktan, muradını herkes alır
Isparta’da göğüsler, gül kokusundan nefes alır.
Gül yolculuğumuzu divan şiiri semtine varmadan şöyle bir Ümmî Sinan bahçesinde nefeslenelim. Mutasavvıf şair gülün saltanatını şu duygulu mısralarla terennüm etmiş:
Gül alırlar gül satarlar
Gülden terazi tutarlar
Gülü gül ile tartarlar
Çarşı pazar güldür gül
Çiçeklerin şahı, padişahı olan gülü çıkarın şiirimizden, şarkı ve türkülerimizden geriye pek bir şey kalmaz dersem abartmış olmam. Özellikle klâsik şiirimizde gülün çok müstesnâ bir yeri vardır. Şair sevgilisine “gülüm” diye hitap eder. Anadolu insanı da konuşurken muhâtabına “gülüm” diyerek sevgi ve samîmiyetini gösterir. Göl deyince kısaca kestirip atmak olmaz değil mi?
Klâsik Türk şiiri estetiğinde gül, sevgiyi, aşkı, sevgiliyi anlatmak için gerçek ve mecâzî mânâlarıyla kullanılır. Gül, narinliği ile sevgilinin tenini, rengi ile sevgilinin yüzü ve yanaklarını, nazlı yapısıyla da nazını temsil eder. Bir de iki renkli gül-i rânâ vardır ki bambaşka bir anlamı çağrıştırır: Sevgilinin hem âşık hem de rakibe yüz vermesini, hafif meşrep oluşunu îmâ eder. Bahar mevsiminde gülün açmasıyla sevgilinin kırlarda gezintiye çıkması ifade edilir. Gülün üzerindeki çiğ damlaları sevgilinin inci küpelerini, gülün dikeni ile rakip, yapraklarının kat kat olması ile de kulak arasında ilişki kurulur.
Gülle ilgili efsânelerden söz etmemek olmaz. Bu efsâneler eski Suriye ve Mısır’a kadar gider. Roma döneminde aşk ve neşe çiçeği sayılan gül, geniş çaplı ziyâfetlerde vazgeçilmez bir figür olarak dikkat çeker. Hristiyanlığın ilk çağlarında Hz. Îsâ’nın sembolüdür gül. Hz. Meryem’e de dikensiz gül denmiştir ki ne güzel yakışır o iffet abidesine…
Gül deyip geçmemek lazım, Türk, Arap, Fars ve Hint edebiyatlarında geniş bir yer tutar. Gül konusunu Doğu’da ilk defa işleyen Fars ve Hint edebiyatları olmuş. Birtakım eski Çin şiir ve minyatürlerinde görülen gül, Dîvân şiirinde bazen genç bir delikanlı şeklinde canlandırılır. Eski Roma ve Yunan şiirinde de sevgili veya “güzel” anlamında kullanılan gül, Türk edebiyatına Fars edebiyatından geçmiş, kısa ömürlü oluşu dolayısıyla bu dünyayı ve bu dünyadaki geçici aşkı yansıtmada âlem olmuş.
İslâmiyet’in yerleştiği coğrafyalarda gülün, bahçe çiçeklerinin en sevilen en vazgeçilmezi olarak yer alması, rivâyete göre, Hazret-i Muhammed (s.a.v.)’in onu “cennet çiçeklerinin ulusu” olarak nitelendirilmesinden dolayı olmalı. Gülün, “Cennet çiçeklerinin beyi” olduğu rivâyeti özellikle doğu edebiyatında güle ayrı bir önem kazandırmış, şiirlerin başköşesine oturmasını sağlamıştır. Gül bazen ilâhî cemâlin, bazen de Hz. Muhammed (s.a.v.)’in simgesidir.
İslâm kültüründe şöyle bir rivâyet vardır: Mîrâc Gecesi Hz. Muhammed (s.a.v.) huzûr-ı İlâhîde duydukları heybet ve azametten Cebrâil ve Burak’la birlikte terler dökerler. Burak’ın terinden sarı gül, Cebrâil’in terinden beyaz gül ve Hz. Muhammed (s.a.v.)’in terinden de kırmızı gül meydana gelmiştir. Bu inancın etkisiyle olsa gerek dinî günlerde, mevlit gibi törenlerde gül suyu ikram edilir. Klâsik Türk şiirinde na’tlarda gül, Hz. Muhammet (s.a.v.)’in saçına, yanağına; gül kokusu kokusuna, terine; gül goncası ağzına; gülfidanı boyuna müşebbehünbih (kendisine benzetilen) olmuştur.
Gelelim tasavvufta gülün önemine: Hz. Muhammed (s.a.v.)’e isnat edilen bir rivâyette şöyle buyurulmaktadır: Kırmızı gül, Allah’ın azametinin ve görkeminin tezâhürü, ilâhî güzelliğin sembolüdür. İranlı mutasavvıf Rûzbihân Baklî, Ahbâru’l-Âşıkîn adlı eserinde Tanrı’nın ilâhî bir varlık olan kırmızı gül gibi tecellî ettiğini bu yüzden rûh bülbülünün sonsuza kadar bu güle âşık olduğunu yazar. Tasavvufta gül goncası vahdet, açmış gül kesreti ifade eder. Goncanın, içinde tuttuğu kırmızı gül yapraklarının her birinin ezelî sırlar için birer işaret sayıldığı, bu işaretlerin tümünün cisimler âleminin yaratılışının temelinde yer alan tüm unsurların mazmûnunun aslında “Muhammedî bereket” diye de nitelendirilebilecek olan Hakîkat-ı Muhammediye’yi gösterdiği ifade edilir.
Güzel ve hafif kokusundan dolayı Hz. Muhammed (s.a.v.)’in terine de gül denildiğini ifade etmiştik. Türkler arasında gülün, isimden güzel kokuya, dinî törenlerden atasözlerine, deyimlere varıncaya kadar geniş bir kullanım alanı olduğunu yukarıda söylemiştik. Gül, yüzyıllar boyunca kitap, kumaş, işleme, taş, çini, keramik, duvar resmi ve benzeri pek çok eşya ve eserde işlenmiş. Bu güzel çiçeğin Türk sosyal hayatına çok yönlü yansımaları olmuştur. Bektaşîler, Hz. Ali’nin ölmeden evvel Selman’dan bir deste gül istediğine ve onu kokladıktan sonra vefât ettiğine inanırlar.
Klâsik edebiyatımızda rengi, şekli, yaprakları, kokusu, dikenleri ve kısa ömürlü oluşu gibi özellikleriyle sembol değeri kazanan gül, sık sık ateşe de benzetilir. Nemrut’un Hz. İbrahim’i mancınıkla içine attığı ateşin de Allah’ın emriyle gül bahçesine dönüştüğü inancı, bu sembol konusuna güç kazandırır.
İsterseniz dîvân edebiyatımızdan örneklerle bu konuyu biraz daha açalım: Sinan Paşa: “Işkdur gülleri peydâ iden, ışkdur gül yüzlüleri hüveydâ iden.” derken Yûnus Emre,
Gül Muhammed teridür bülbül anun yâridür
Ol gül ile ezelâ cihâna bile geldüm
mısralarıyla gülün millî hâfızadaki anlamına işaret eder. Aynı vurguyu Yavuz Sultan Selim’in vezîri Taci-zâde Cafer Çelebi’nin de vurguladığını görüyoruz:
Verd-i raʿnâ Ahmed-i Muhtârdan virüp nişân
Râyet-i sebz olup üstinde turur serv-i çemen
(Gül-i ra’nâ Hz. Ahmed-i Muhtâr’dan nişan verip servi onun yeşil sancağı olarak çemenin üstünde durur.)
Fuzûlî, dünya bahçesinde bir daha Hz. Muhammed (s.a.v.) gibi bir gülün yetişmeyeceğini ilan eder:
Suya virsün bâgbân gülzârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gülzâre su
(Bahçıvan gül bahçesini suya verin, boşuna zahmet çekmesin zira bin gül bahçesine su verse bile bir daha senin yüzün gibi bir gül açılmaz.)
Gül denildiğinde akla hemen gül-bülbül aşkı gelir. Klâsik Osmanlı şiirinin en önemli mazmunlarından biridir bu. Gül, sevgilidir, sevgili güldür dedik. Sevgili, peygamber, padişah, şehzade, paşa vb. olabilir. Bülbül ise ömrünü, sevgiliye kavuşma yolunda vakfeden, ona ulaşmak için canını feda etmekten çekinmeyen, ondan gelecek eziyetten bile lezzet alabilen dîvâne âşıktır. Doğrusu, -istisnâ kullanımlar bir kenara bırakılırsa- umulan kavuşma bir türlü gerçekleşmez, bu uğurda bülbül/âşık ölür gider. Şairlere de, bu aşkı ölümsüzleştiren Bülbül-nâme, Bülbüliye ve çoğunlukla da Gül ü Bülbül adı verilen ve genellikle efsânelerin eşlik ettiği alegorik bir üslûpla kaleme alınan eserler yazmak kalır.
Bir efsâneye göre, kendisine yüz vermeyen güle dayanamayan bülbül bir gün gidip gülün gövdesine konunca dikenler göğsüne batmış, kalbinden akan kan gülün köklerinden damarlarına kadar yayılmış, eskiden kırmızı olmayan gülün rengi bu olaydan sonra kan kırmızısı hâlini almıştır.
Bu arada Şemseddin Samî ve Ahmet Talat Onay’dan bülbülle ilgili bütün efsâneleri yerle bir eden şu küçük notlarını ekleyelim de şair muhayyilesinin gül ve bülbül aşkını nasıl yücelttiklerini görelim:
Şemseddin Sâmî, Kâmûs-ı Türkî’nin ilgili maddesine, şöyle bir not düşmüştür: “Gûyâ güle taaşşukuyla eski şuarâmıza sermaye olmuş ise de bülbül, gülden değil dikenden ve dikenli çalılıklardan hoşlanır.”
Ahmet Talat Onay da yukarıdaki açıklamayı destekleme mâhiyetinde, “Bülbülün çalılıklarda yaşamasını yavrularını yılanlardan korumak istemesinden dolayıdır. Çünkü yılanlar taze kuş etini çok severler ve yılanların ağaca sarılıp çıkması mümkündür, fakat sık dallı ve yapraklı ağaçlara, gülfidanlarına çıkamazlar. Böylece bülbül ve yavruları korunmuş olur.” der ve Sâbit’in şu beyti örnek verir:
Ef‛î-i sermâ bulursa lânesin bülbüllerün
Sahn-ı gülşende komaz bir dânesin bülbüllerün
(Kışı geçiren yılan, gül bahçesindeki bülbüllerin yuvasını bulursa bülbüllerin bir tanesini bile bırakmaz (hepsini yer)).”
Gülün güzelliğini âleme duyuran bülbüldür. O olmasa, gülün güzelliklerinden bahsetmese kimsenin gülden haberi olmazdı. Dolayısıyla gül şöhretini bülbüle borçludur. Âşıkların ve sevgililerin durumu da böyledir. Âşıklar/şairler, sevgililerinden bahsetmeselerdi, onların güzelliklerini kim duyacaktı:
Sen tuyurdun hüsnini dünyâya Yahyâ dilberün
Bülbül-i şûrîdenün ‛aşkıyla meşhûr oldı gül
(Şeyhülislam Yahyâ)
(Ey Yahya, çılgın bülbülün aşkıyla gül nasıl meşhur olduysa sen de sevgilinin güzelliğini dünyaya öyle duyurdun.)
İbn-i Kemâl’in şu beyti gerçekten çok anlamlı ve güzel:
İkisinden bir gül-i raʿnâ görünürdi göze
Lâle ruhsârunla cemʿ olsa ruh-ı zerdüm benüm
(Lâle (pembe kızıl renkli) yüzünle benim sarı yanaklarım bir araya gelseydi ikisinden güzel bir gül-i r’anâ göze görünürdü.)
Gül bülbül konusunu işleyen pek çok şiir var ama böyle bir yazının hepsini anlatmaya tahammülü yoktur. Merak edenler şiir kitaplarına, divanlara bakabilirler. Sözü bir beyitle noktalayalım:
Bülbül güle gül gül dedi gül gülmedi gitti
Bülbül güle gül bülbüle yâr olmadı gitti
Mahmut KAPLAN
YazarDergimizin çocuk eki yazarlarından Erbay Kücet, Erkam’ın İzinde adlı romanında okuyucuyu asırlar öncesinin Mekke’sine götürüyor. Beyan Yayınları tarafından yayımlanan ve 216 sayfadan oluşan bu eser; i...
Yazar: Yusuf HALICI
İnsanların sıkıntıya düştüğü, yolsuzlukların arttığı, hayhuyun ortalığı kapladığı zamanlarda mizah ve hicvin toplumda boy gösterip ortalığı kaplaması beklenirken günümüzde mizah açısından iç açıcı bir...
Yazar: Mahmut KAPLAN
Tasavvuf şiiri irfan ikliminin nesîminden esintiler taşır, gönül kuşunu kanatlandırarak mânâ âlemlerinde pervaz ettirir; rûhânî kokularla mest ü hayrân eder. Yûnus’un, Eşrefoğlu’nun, Usûlî’nin, Ümmî S...
Yazar: Mahmut KAPLAN
Edebiyatımızda; asırlar öncesinden sesini günümüze ulaştırabilen şairlerin başında yer alan, tezkirelerde “Mevlânâ” sıfatıyla anılan Fuzûlî, zamanının gerektirdiği din ve fen ilimlerinin hepsinde âli...
Yazar: Mahmut KAPLAN