Anadolu İrfanı
Anadolu, Bizanslıların “Güneşin doğduğu yer” anlamında kullandıkları Grekçe “Anatoli” kelimesinden türemiştir. Ama Elhamdülillah necip Türk milleti İslâm’ın güneşiyle bu toprakları ebedî vatan yapmıştır. Aziz Türk milletinin Anadolu’ya gelmesiyle birlikte Anadolu’nun siyasî, kültürel, geleneksel çehresi değişmiş, güzelleşmiştir.
1064 yılında Ramazan ayının 5. günü Kars Ani’ye giren Sultan Alparslan; 1071 Malazgirt Zaferi’yle Anadolu’nun kapıları Türklere açıldıktan sonra burada kısa zamanda bir idarî teşkilât kurmuştur. Eski Türk geleneğinin devamı olarak ülke, yöneticilerin ve ailesinin ortak malı kabul edildiğinden hakanların oğulları ülkenin çeşitli yerlerine idareci olarak gönderilmiştir.
Anadolu’da bunun en tipik örneği II. Kılıçaslan Dönemi’nde görülmektedir. Bu hükümdar on bir oğlunu Anadolu’nun çeşitli şehir ve bölgelerine melik olarak göndermiş ve bir idarî taksimat meydana getirmiştir. Bu dönemde subaşılık, vilayet, divan gibi idarî birimler kullanılmakta olup şehir, kasaba ve diğer yerleşim bölgeleri Ebu’l-Fidâ, Ömerî ve İbn Battûta gibi müelliflerin eserlerinde açıklanmıştır.
Anadolu şehir ve kasabaları halkının büyük kısmını Müslüman-Türk ahali teşkil etmekteydi. Halk, genellikle bir cami veya mescidin çevresinde yoğunlaşıyor, “mahalle” adı verilen küçük idarî birimlerde oturuyordu.
İslâm dünyasında ilk eğitim ve öğretim faaliyetleri önce camide başladı. Mescid-i Nebevî’nin son cemaat mahallinde bulunan ve “suffe” denilen bir bölüm devamlı surette eğitime tahsis edildi. Mescitteki bu derslere devam edenlere “Ehl-i Suffe” denildi.
Daha sonra gelenekleşen bu sistem Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar Dönemi’nde yaygın bir şekilde devam etti. Anadolu köy ve kasabalarında mescitler halk için başlıca eğitim merkezleri oldu. Birçok yerde mescitlerin yanlarına çocuklar için mektep veya sıbyan mektebi denilen eğitim binaları eklendi. Şehirlerde ise eğitim için camilerden faydalanılmakla birlikte asıl öğretim faaliyetleri medreselerde yapılmaktaydı.
Bir yandan cihat ve gazâ ile meşgul olan Anadolu Türk hükümdarları diğer yandan ilim ve kültür faaliyetlerine de daima destek oldular; ilim erbabına kıymetli hediyeler ve önemli görevler vererek onları mükâfatlandırdılar. Bu teşvik ve iltifat sebebiyle İslâm dünyasının çeşitli bölgelerinden pek çok âlim Anadolu’ya geldi ve hükümdarlara değerli eserler takdim etti. Ayrıca bazı hükümdarların da bizzat ilimle meşgul oldukları, eserler telif ettikleri bilinmektedir. Bu dönemde Türkçe dışında Arapça ve Farsça olarak da çok sayıda eser telif edildi.
Anadolu’da ilim ve kültürün yaygınlaşmasına vesile olan birçok eser, Anadolu’nun kültür hayatına, insanlarda millî şuurun uyanmasına, idarî ve siyasî tarihin tanınmasına yardımcı oldu.
İrfan kelimesinin, tasavvufta doğru bilgiye ve hakikate ulaşma, Hakk’ın rızasına mazhar olma yoluna düşen marifet sahiplerince birtakım özel uygulama ve ritüeller çerçevesinde devam ettirilen bir gelenek ve kültür olarak karşımıza çıktığını söyleyebiliriz.
Bu geleneğin temeli Kur’an diliyle “üsve-i hasene”, Cibril hadisiyle ihsan olarak ifade edilen, sevgi ve gönülden başka müeyyidesi bulunmayan güce yani Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tarafından temsil edilen manevî otoriteye dayanmaktadır.
Nefsin tuzaklarına karşı nasıl mücadele edilmesi gerektiği âyetlerde belirtilip bunun için Kur’an-ı Kerim’e ve sünnete sarılarak takva sahibi olmanın yeterli olacağı vurgulansa da bunun nasıl gerçekleşeceği, insan için en büyük hasım olarak görülen nefis engelinin aşılarak imanın yukarı seviyesi olarak kabul edilen ihsana nasıl erişileceği ve dünya nimetlerine karşı nasıl davranılacağı meselesi irfan geleneğinin gündemini oluşturmuştur.
Bu bakımdan bu geleneğin temsilcileri takvaya -dolayısıyla himmetle ihsana- sahip olmak için gerekli bilgilere en doğru ve vasıtasız yoldan ulaşma arzusunda bulunmuşlardır. Zira nefis mücadelesi manevî yardımların sayesinde geçekleşen bir hikmettir. Dolayısıyla, bu hikmeti elde etmeyi arzulayan tasavvuf ehilleri, ilmin yanı sıra kuvvetli sezgi gücüyle idrak etme yoluna başvurmuşlardır.
“Bilme, anlama, sezme; gerçeğe ulaştırıcı güçlü seziş; kültür” anlamlarıyla karşımıza çıkan irfan kelimesi ile “ustalık, hüner, uzmanlık; uygun olmayan, hoşa gitmeyen, can sıkıcı iş veya davranış; bilim, bilgi; aracı, ikinci el” anlamlarını taşıyan marifet kelimelerinin “a-r-f” kökünden geldiği bilinmektedir. Bu iki kelimenin “(duyu organları ile) bilmek, idrak etmek, bir şeyi becerebilme yeteneği” manalarına geldiği ifade edilmiştir.
Keza marifet ile irfanın türediği “a-r-f” kelimesi sözlüklerde, ‘iç sezgilerle hissedilip, yaşadıkça görülüp tadılan, tecrübe ettikçe de idrakine varılarak hakikate vâkıf olma, anlama, kavrama yoluyla elde edilen bilgi’ olduğu zikredilmektedir.
İrfan kavramının ise bu bilgilere ulaşmanın neticesinde, yaratılan her şeyin özünü derin düşünerek algılatmakla birlikte sezinleyerek elde ettiren ve ilahî bir feyiz olarak kâinâtın sırlarını bilme gücüne erdiren özel bilgi olduğu şeklinde tanımlanmaktadır.
On birinci yüzyıldan itibaren Anadolu coğrafyasında irfan geleneğinin temellerini kuran tarîkatlar, tekkeler, dervişler ve sûfîler, iktidar sahipleri ile Selçuklu ve Osmanlı Devletlerinin kuruluşlarından itibaren farklı bir yere sahip olmuşlardır. Kökü Horasan’a dayanan, Anadolu’da kıvam bulan irfan geleneği, İslâm beldesi hâline gelmiş Anadolu’da din ve devletin birbirini tamamlayan ve bütünleştiren iki unsur olarak gelişmesinde önemli etkisi olmuştur.
Selçuklu ve Osmanlı Dönemleri itibarıyla, aynı dönem Hristiyan Batı toplumlarının tecrübelerinden farklı olarak, toplumsal düzeyde din ve devlet ilişkileri daha yapıcı bir yaklaşım içinde olduğu aşikârdır. Diyebiliriz ki Anadolu irfan geleneğinin, Anadolu halklarının devlete atfettikleri değer ile devlet kurum ve yöneticilerine karşı makul tutum ve tavır içinde olmaları yönünde etkisi olmuşken, diğer yanda devlet elitlerinin tasavvufî kurum ve mutasavvıflara yönelik hürmet ve ihtimam göstermeleri yönünde özgün ve yapıcı katkısı olmuştur.
Bu mukaddes topraklar bize olmuştur vatan
Devlet millet aşkıyla cûşa gelmiş her bir can
Tarihin izlerine bakınca görür insan
Anadolu irfanı taşar satırlarından
Diyanet İşleri Başkanımız Prof. Dr. Ali Erbaş Anadolu irfanının bir hikmetli seziş ve kavrayış olduğunu belirttiği söyleşisinde hikmet pınarından damlalar süzer:
“Anadolu irfanının’ bu topraklarda İslâm’la buluşan milletimizin İslâm inancını ve ahlâkını özümseyerek yaşadığı hayatın içinden gelen hikmetli bir seziş ve ince bir kavrayış olduğunu düşünüyorum. Bu yaşam biçiminin merkezinde öncelikle sahih itikat, doğru bilgi, ihlasla ibadet, samimiyet ve dürüstlük, güzel ahlâk ve selim bir kalp vardır.
Bu mânâda Anadolu irfanı; toprağı vatan yapan, soyları, boyları, fertleri, kabîleleri, etnik unsurları millet paydasında birleştiren, müşterek hisleri kuvvetlendiren, yaratana itaat ve yaratılana merhameti esas alan, Anadolu’yu küfürden, hurâfe ve sapmalardan koruyan değerlerden ayrı düşünülemez.”
“Türk Anadolu irfanının kaynakları nelerdir?” sorusunu cevaplayan Prof. Dr. Hayati Develi de şu tespitlerde bulunuyor:
“Bunun için Kutadgu Bilig’den Mesnevî’ye, Garibname’den, Muhammediye’den, Yunus Emre’den Sezai Karakoç’a kadar yüzlerce metni; Dede Korkut Oğuznâmelerini, atasözlerini, halk türkülerini tek tek sıralamamız gerekir. Kaynaklarının çeşitliliği bakımından evrensel, öz niteliği bakımından orijinal olan bu irfan hamûlesinin esas kaynağı Kelâm-ı İlahîdir. Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig’e “Bayat atı birle sözüg başladım/Tanrı adı ile söze başladım.” diyerek sözüne başlar.
Dede Korkut Oğuzname’sinin başlangıcında “Allah Allah demeyince işler onmaz.” denilerek o maşerî irfanın temeli gösterilir. Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ini her Türk iyi bilir ve şu öğüdü hatırlar: “Allah adın zikredelim evvelâ/Vâcib oldur cümle işte her kula.” Temel kaynak olan İlahî Kelâm, yüzyıllar boyunca işlenmiş ve nesiller boyu taşınmıştır.
Her mektep, her mescit, her tekke, her medrese, her kahvehâne, harman yeri, han, hamam, meydan bu irfanın işlendiği ve aktarıldığı yerler olmuştur. İrfan sahibi olmak için illâ mektep medrese eğitimi almak gerekmez; çünkü irfan kitabî bilginin ötesinde bir hasiyettir.
Nedim “Murâdın anlarız ol gamzenin iz’ânımız vardır/Belî söz bilmeziz ammâ biraz irfânımız vardır.” derken bunu kastetmektedir. Demek ki maşerî irfandan nasiplenmek, Allah’ın bir lütfudur, herkes bu irfan denizinden aynı derecede pay alamayabilir. Nâbî “Olur mı gevher-i irfan müyesser herkese Nâbî/Ne mümkindür k’ola gencîne her dîvârun altında.” derken de bu gerçeğe işaret etmiştir. Her duvarın altında bir defîne olması mümkün olmadığı gibi, irfan mücevherinin herkese nasip olması da mümkün değildir.”
Tasavvuf uzmanı Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç Anadolu irfanı ile ilgili şu tespitlerde bulunmaktadır:
“Tasavvuf geleneği ve bu geleneğin pîrleri, insana hakikatli bir nazar hediye eder. Kişi aldığı eğitimle bir nazar edinir ve bu nazarla bakar. Böylece varlığın hakikatini, bütününü görür. Baktığı şeyin bir kendine, bir de Rabbi’ne bakan yüzünün olduğunu bilir.
Oysa bugün hayatı bütün hâliyle değil parçalayarak karşılayan modern tasavvurun sonucu olarak formel bir zincirden ibaret eğitime dikkat çekmek gerekir. Disiplinlerin ve uzmanlığın aldığı renk, hayata parçacı bir bakışla gitmeyi imliyor.
Dikey bir derinlik ama yatay bir körlükten bahsediliyor. Meselâ iyi bir doktor ama hayatın diğer bölümlerinde kör, topal… İnsanın eğitiminden çok, insana meslek kazandırmak öngörülüyor. Bunca zahmet ve yarış üniversiteye girip orada bir mesleğin formatını öğrenmek için…
Hayatın her alanında yardımcı olan irfanî gelenek sosyal problemlerin çözümünde de önemli rol oynamaktadır. Anadolu’yu mayalayan ârifler şu ortak duada buluşur: “Ya Rabbi! Bedenimi o kadar büyüt ki, cehennemin hepsini ben doldurayım, başkasına yer kalmasın.” Başkasını cehenneme yazdırmaktan çok onları cehennemden uzak tutan bir dil kullanırlar.
Âriflerin Anadolu’ya emdirdiği süt budur. Anadolu Müslümanlığı, derviş, eren, alperen gibi kavramlar üzerinden yaşanmıştır. “Cümle varlığın birliği ve kardeşliği” olarak formülleştirilen tevhidî anlayışın nişânesi bir toplum tecrübesidir. Bu tam da tasavvufun merkezinde duran “vahdet-i vücud”un açılımıdır. Sadece tasavvufî ve ontolojik bir temellendirme değil, aynı zamanda içtimaî tarafı da olan bir tasavvurdur.
Osmanlı’da bu, esas alınmıştır. Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Bektaşî, Alevî, Nakşî, Türk, Kürt, Çerkez gibi farklılıklara saygı duyulmuş, bunların birlikte bir bütün inşâ etmeleri sağlanmıştır. Bu dil ve tasavvur bugün için de bir çözüm kaynağıdır. Batı’da sorunlar hâlâ Aristoteles’e kadar gidilerek çözüme kavuşturuluyor, biz niye İbnü’l-Arabî ve Mevlânâ gibi kurucu isimlere başvurmayalım? Toplumsal birliğin sağlanması yine tasavvuf ve irfan geleneği ile sağlamak neden mümkün olmasın?”
Gönül kulak verirmiş gönülden gelen sese
Pîrler önem vermişler doğruluğa, ihlâsa
Tasavvuf eserleri tetkik edilir ise
Anadolu irfanı taşar satırlarından
Seyyidü't-Tâife/Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: “Meşayıha ait hikâyeler Tanrı ordularından bir ordudur, kimin kalbine teveccüh edecek olsa oradaki hevâ ve hevesi hezimete uğratır.” Bu hakikatten hareketle tasavvuf kültüründe büyüklere ait menkıbelerin manevî fetihlere kapı araladığı bir gerçektir.
Oğuzhan AYDIN
Yazarİzzeddin el-Kassâm, Suriye'nin Lazkiye iline bağlı Cebele'de doğdu. Babası, bir medresede öğretmenlik yapıyor ve şeriat mahkemesinde görevliyken, aynı zamanda bölgedeki Kâdirî Tarikatı’nın lideriydi. ...
Yazar: Oğuzhan AYDIN
Arapça kökenli olan “vakıf” kelimesi “durmak, durdurmak, alıkoymak” anlamlarına gelmektedir. “Bir hizmetin gelecekte de yapılması, sürüp gitmesi için, belirli şartlarla ve resmî bir işlemle bırakılan ...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ
Cennet kokusu taşırHas bahçenin gülleriRûhumuza ulaşırHas bahçenin gülleriHepsi de rengârenktirTop top hevenk hevenktirTam da rûhuma denktirHas bahçenin gülleriBurcu burcu rahmettirTükenmez berekettir...
Şair: Bekir OĞUZBAŞARAN
Adı Abdullah’tır. Babası Eşref’in adıyla şöhrete ulaşmıştır. Babası, Mısır'dan İznik'e göçmüştür. Eşrefoğlu Rumî İznik'te doğar. Doğum tarihi belli değildir. Hicrî 889 (m.1484) yılında İznik'te vefat ...
Yazar: Oğuzhan AYDIN