Varlığın Sırrına Ermek
Osman Hulûsi Efendi (k.s.), Dîvânı’nda iman esaslarını, ibâdet hayatının derûnîliğini, İslâm ahlâkının inceliklerini, insanlık kalitesinin ölçütlerini ortaya koyduğu kadar varlık problemine, mârifet serüvenine ve metafizik gerçekliklere sıklıkla dikkatimizi çekmektedir. Varoluşun sırrını çözmeye, görünen ve görünmeyen âlemlerin seyrine vurgu yapmaktadır.
Ona göre âlemde her şey müsebbibü’l-esbâb olan Allah’ın tecellîleri ile vücûda gelmektedir. Gerek vahdet-i vücûdun hikmet ölçütlerini gerekse vahdet-i şuhûdun özgün yaklaşımlarını esas alarak esaslı bir şekilde hakîkat arayışına koyulmaktadır. Hulûsi Efendi (k.s.), varoluşun mayasını muhabbet olarak görmektedir.
Hakk’ın âlemleri ve insanı vücuda getirmesi O’nun ezelî sevgisinden kaynaklanmaktadır. İlâhî güzelliklerin görünür kılınması, Mutlak Güzel’in güzelliğinden bir yansıma olarak âlem aynası ve bu âlem aynasının cilâsı husûle getirilmiştir. Âlemleri muhabbetinin bir eseri olarak yaratan Allah’i idrâk etme çabasındaki kulun da gönül dünyasını âlemdeki muhabbet iksiriyle dirilttiğine dikkatimizi şu şekilde çekmektedir:
Kime baksa yâr seni sanır gönül
Sanma yârım senden usanır gönül
Bulamaz mislini yâ benzerini
Seni bilir sana inanır gönül
Cümle âlem dost u düşmân olsa da
Sana güvenir sana dayanır gönül[1]
Hakk’ı tanıyan kul, her neye nazar kılsa orada ilâhî tecellîleri müşâhede etmeye başlar. İlâhî tecellîlerin sonsuz güzellikleri karşısında usanmak değil doyumsuz bir lezzete ermek vardır. Zerreden küreye kâinâtın kitabının her ifadesinde emsalsiz gerçeklikler vardır. Âlemde her şey bize Allah’ı hatırlatmaktadır.
Âlemdeki kusursuz nizamı idrâk eden âşıklar her an Allah’ı daha yakından tanımanın ve Allah’a daha candan bağlanmanın şevkine bürünürler. Kesret âleminde kimileri kendine dost kimileri de kendisine düşman kesilse bile âşıklar kınayanın kınamasına aldırmaz, kesret dünyasının çeldiricilerine aldanmaz, kimseden bir beklentiye koyulmaz, sadece Allah’a güvenir ve iç dünyalarında sadece O’na güven duygusu beslerler.
Muhabbet anlayışına dayalı bir tasavvuf çizgisini benimseyen Hulûsi Efendi (k.s.), zâhidlik seyrinin ötesinde âşıklık geleneğini mihver edinmektedir. Zâhid olmayı kuru merâsime, şeklî dindarlığa, sûret düzeyinde mâneviyat algısına indirgeyen kimi zümrelerin aksine zâhidliğin rûhuna ermeyi, zâhitlik yolunda öze kavuşmayı ve aşk tadında bir dindarlık tecrübesini öngörerek şu şekilde hâlet-i rûhiyesine dikkatimizi çekmektedir:
Ma’nâ-yı muhabbetden uşşâka sor ey Muhyî
Zâhidler o ma’nâdan bî-behre imiş ancak[2]
Zühd, fakr, takvâ, vera’, ihlâs, ihsân, tevekkül ve tevhîd ölçütlerini muhabbet mayasıyla yoğuran Hulûsi Efendi (k.s.), âşıklar kervanına katılmış, âleme muhabbet nazarıyla bakmış, eşyanın künhüne ermenin derdine düşmüş, eşyada tecellî eden ilâhî hakîkatleri müşâhede çabasını gütmüştür.
İlâhî muhabbete ermenin yolunu ise kulun Rabb’ine kavuşmasına engel olan benlik perdesini ortadan kaldırmak olarak görmektedir. Mâsivâdan yüz çevirmeyi, ağyâra meyletmemeyi, Hakk’ı candan sevmeyi hedefleyen Hulûsi Efendi (k.s.) eşyaya bendelikten kurtulmadan, derdimizi derman bilmeden, nefsânî tutkuları harap etmeden, Allah yolunda can ve baş koymadan, yokluk deneyimini gerçekleştirmeden varoluş sırrına eremeyeceğimizi şu şekilde dile getirmektedir:
Perîşân zülfünü gördüm perîşân olmamış gönlüm
Açılmış gül yüzün ammâ ki handân olmamış gönlüm
Sezâ-yı lutfun olmakdır safâ-yı derdini bulmak
Ne bilsin derd-i zevkın derde dermân olmamış gönlüm
Harâb-ı nergis-i mestin gözetmez özge ta’mîri
Demek kim nergis-i mestinle vîrân olmamış gönlüm
Saâdet isteyen senden sana cânıyla râm oldu
Sana cânıyla râm olmakla kurbân olmamış gönlüm
Kapında devletim kullukda dâim olmadır ey dost
Şükür matlûbu senden gayrı ihsân olmamış gönlüm
Gam-ı hicrinle nâ-şâd olmayıp şâd olmada dâim
Ümîid-i vaslın ile bend-i hicrân olmamış gönlüm
Hulûsî n’eylesin varlık hayâl-i yokluk olmasa
Cemâl-i bâ-kemâle karşı hayrân olmamış gönlüm[3]
Hulûsi Efendi (k.s.)’nin nazarında yegâne dilber Hazret-i Allah’tır. Mutlak Güzel olan Allah ile beraberlik dertlere de elemlere de hazır olmayı gerektirmektedir. Şu dünya hayatında en çok sıkıntılara maruz kalanlar genelde Hak dostlarıdır. Allah ile beraberliği arzulayanlar bu yakınlık uğruna ne cana ne de tene sahip olurlar. Aşk davasında her şeyden soyutlanmak gerektiğini oldukça kararlı bir tavırla şöyle beyan kılmaktadır:
Dil-berle dem berâber derd ü elem berâber
Cân ten o dil-ber oldu bilmem ki nem berâber
Mevlâ da yâr-ı Mecnûn Leylâ da yâr-ı Mecnûn
Sahrâ da yâr-ı Mecnûn gezdikçe gam berâber
Gül derdli gonca derdli yâr benden önce derdli
Şol derdli nice derdli derd ile em berâber
Men zâr edince dil-ber bakıp da hande eyler
Yârsızca Ab-ı Kevser olsa n’idem berâber
Bahtın Hulûsî yâver yâr oldu ol dilâver
Elde sabûh u sâgar ol gonca-fem berâber[4]
Hulûsi Efendi (k.s.)’ye göre aşk bir sırdır. Sırr-ı esrâr olduğu için sûfîler aşka taliptir. Vahdet-i vücûd anlayışına göre Allah hubbî teveccühle yaratılmışları vücûda getirmiştir. Kenz-i mahfî anlayışı gereğince Hak Teâlâ bilinmez bir hazine idi. Bilinmek istedi ve mahlûkatı vücûda getirdi. Bu anlamda varoluşun sırrı aşktır.
Küntü kenzin mahzeni zâtındadır
Bil Hulûsî sırrın olma kem gönül [5]
diye seslen Osman Hulûsi Efendi (k.s.) kâinâtı tefekkür ederek Allah’ın azametini temâşâ ettiğinden bahsetmekte, yaratılışın sırrını anlamak gerektiğini vurgulamakta, kâinât kitabını hakkıyla okuyarak Allah’ı anlayabileceğimize dikkat çekmektedir.[6] Bizleri varlığın sırrına ermeye davet etmekte ve şöyle seslenmektedir:
Düştünse aşkın dâmına
Bî-ad u san olsan gerek
Erip visâli kâmına
Bir özge cân olsan gerek
Yâr ile zinde cân olup
Ağyâr-ı yâr yeksân olup
Dost sırrına mihmân olup
Ol dürre kân olsan gerek
Zerre iken kân edeler
Katreni ummân edeler
Hep tenlere cân edeler
Cân u cihân olsan gerek
Ref’ ola her yüzden nikâb
Her yan ola bin feth-i bâb
Nâr olup nûra inkılâb
Mihr-i nihân olsan gerek
Envâr-ı zât ola yüzün
Esrâr-ı zât dola özün
Âyât-ı zât ola sözün
Mağz-ı Kur’ân olsan gerek
Hüsn-i kitâbı her varak
Okuyasın andan sebâk
Yüz göstere tâ vech-i Hak
Bakıp hayrân olsan gerek
Ey âşık derd ü mihnete
Sabreyle er ol devlete
Erip makâm-ı hayrete
Bî-nâm u şân olsan gerek
Dâim hayâlinde anın
Seyr-i cemâlinde anın
Îd ü visâlinde anın
Cânla kurbân olsan gerek
Hulûsî cümle kîl ü kâl
Ana erende pâymâl
Yüz gösterip şevk-i visâl
Ol dem handân olsan gerek[7]
Âşıklar gerçek aşkı tadınca katre iken ummâna dönerler. Varlığın sırrına eren bu âşıklar dıştan geçerek öze ulaşırlar.[8] Dolayısıyla kulu hakîkate ulaştıracak yegâne unsur aşktır. Aşk bahsi açıklanması zor bir konudur. O sebeple âşıkların kınanması ve ayıplanması yersiz bir davranıştır. Hakîkate ulaşmak isteyenlerin gönlünde aşk ateşinin nasıl düşeceğini Hulûsi Efendi (k.s.) şu şekilde dile getirmektedir:
İşit âşıkların sırrını ta’n eyleme ey ihvân
Veren aşk u muhabbeti değil mi Hazret-i Sübhân
Tecellî eder ol Mevlâ cemâl-i yârdan âşıka
Görünen ol gören oldur hemân âşıklara her an
Görününce kılar cân u dili hayrân cemâline
Cemâl-i zâtını âşık gözüyle eder ol seyrân
Bu zevki nice versin âşık olan hûr u gılmâna
Tecellî eyleyen mahbûba kuldur hûrî vü gılmân
Bu ihsâna eren âşıklara hergiz memât olmaz
Ölür mü hîç zülâl-i feyz-i Rabbânî içen bir cân
Hulûsî’ye Hudâ’sı böyle bir ihsân eder ise
Eğer dünyâ vü ger ukbâ dilemez başka bir ihsân[9]
Bu dizeleriyle Osman Hulûsi Efendi (k.s.) bizleri Hakk’ın el-Bedî’ ism-i şerîfini idrake çağırır. Cenâb-ı Hak güzeldir, güzelliği sever ve yaratması serâpâ güzeldir. O, her şeyi örneği olmaksızın ve kusursuz bir güzellikle yaratandır.[10]
Hem gönül dünyalarında hem de ten dünyalarında tecellî eden ilâhî isimleri müşâhede ettikçe ârifler, ilâhî güzelliklere hayran olurlar. Âriflere göre can, Hakk’ın nefhasındandır. Hakk’ın nesimiyle esen bir nefes ve bir soluktur. İnsana bahşedilen bu can, ilâhî kokularından bir kokudur.
İnsanın sahip olduğu bu rûh bir cevher olup bozulmaz. İnsana can emânettir ve böylesi bir can tende bir konuktur. Can esintisi, ilâhî bir rüzgârdır. Gönül dünyası, insanın mâneviyat merkezi ve ilâhî tecellîlerin aksettiği tecellîgâhtır. Yeryüzünün merkezi Kâbe olduğu gibi insan bedeninin merkezi de gönüldür.
İnsan gerçekte gönülden ibarettir. Gönül olmayınca insanlık kalmaz. İşte ruh ve gönül, cemâlullahı müşâhadeye erişince ona hayran kalır. Hayret makamı, varoluşsal düzeylerden bir düzeydir. Bir mânevî kat, bir ilâhî pencere, bir nur ve bir şaşkınlık durumudur. İnsanın dilinin tutulması ve sükûta bürünmesi bu yüzdendir.
Hayreti kuşanan insan, mârifet ilminde derinleşmiş ve ileriye gitmiştir. Hayranlık makamına ulaşan kimse, artık gözünü ve gönlünü Allah’tan başka her şeyden çekip alır. Baktığı her nesnede Allah’ı görür. Her varlık, O’ndan bir işaret konumuna gelir. Her varlık bir âyettir. Tabiat, saf ve bâkir hâliyle O’nun âyetlerinin toplamıdır.[11]
Hayret makamına eren âşıklar varlığın gizli hakîkatleriyle sırdaş olmaya başlar. Kâinâttaki tüç (???) oluşlar âyân-ı sâbite mertebesinin birer tenezzülünden ibârettir. Âlemde mevcut olan her şey âyân-ı sâbite mertebesindeki bir ismin zuhûrundan ibârettir. Eşyada zuhûra gelen her ilâhî isim o sûretlerin birer hakîkatidir.
Görenin de görünenin de hakîkatten öte bir durum olmadığına Hulûsi Efendi (k.s.), “Görünen Ol gören Ol’dur hemân âşıklara her ân” mısraı ile gayet güzel bir şekilde değerlendirmede bulunmaktadır. İsim, sıfat ve zât tecellîsinin seyrine bürünme çabası içerisinde olan âşıklar, her şeyin Allah’tan geldiğine inanır ve her şeyin O’na döneceğini idrâk eder. Bu gerçekten hareketle Hulûsi Efendi (k.s.) cemalî ve celâlî tecellîlerle varlığın gizli hakîkatlerine sırdaş olmayı diler. Bütün sırların açıklanmasıyla bilinmeyenlerin ortaya çıkmasını ister ve şöyle seslenir:
Hulûsîi bu sırra mahrem kılıp Sultânı
Gizli bu sırlar ana cümle ayân olaydı[12]
Varlığın gizli hakîkatlerine erenlerin ise ancak gönül erleri ve keşif sahibi kimseler olduğuna telmihte bulunur. Sırlara mahrem olmayı da Hak’tan gayrı ne varsa unutmak şeklinde değerlendirir ve şu beyti terennüm eder:
Bir güzeli sever ki cân cümle güzelden göz yumar
Bir sırra erer ki nihân gayrı ne var unutulur[13]
Eşyanın gizli sırlarının ilâhî isimler olduğunu idrâk eden ârifler artık kâinâta Hak nazarıyla bakıp kâinât kitabını okumaya çalışırlar. Öğüt almak isteyen için her şey O’na işaret etmektedir. Dağlar, taşlar, gökyüzü ve denizler; etrafımızda gördüğümüz canlı cansız her varlık, O’na çağırmakta, O’nun varlığına şâhitlik etmektedir. Yeter ki kalpler mühürlü olmasın, yeter ki içimizde ve çevremizde bulunan bu işaretler okunmak istensin.[14]
Kâinât kitabını okudukça Mushaf-ı Şerif’in hakkını vereceğimizi Hulûsi Efendi (k.s.) şu şekilde beyan kılmaktadır:
Yüz dört kitâbın sırrını yârın yüzünden okuyup
Ol mushaf-ı hüsn ile dolmuş mağz-ı Kur’ân olmuşum[15]
Özetle ilâhî vahyin gayesi insanlığı doğru yola eriştirmektir. İlâhî vahyi Yâr’in yüzünden ve varlığın özünden temâşa edip okumak gerekmektedir. Kâinât kitabını ibretle seyredip tefekkür ederek ilâhî vahiydeki hakîkatlere varmak mümkündür. Kur’ân ile rûhunu besleyen Hulûsi Efendi, bizleri tefekküre davet edip Kur’ân’la hemhâl olmamızı istemektedir.[16]
[1] Es-Seyyid Osman Hulusi Ateş, Divân-ı Hulûsî-i Darendevî, haz. Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz, Nasihat Yayınları, Ankara 2006, s. 337
[2] Ateş, Divân, s. 337
[3] Ateş, Divân, s. 208.
[4] Ateş, Divân, s. 48.
[5] Ateş, Divân, s. 173.
[6] Enbiya Yıldırım, “Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî ve Hadis”, Kültür - Edebiyat ve Araştırma Dergisi Somuncubaba, Yıl: 18, Sayı: 128, Haziran 2011, s. 42.
[7] Ateş, Divân, s. 139-140.
[8] Abdülmecit İslamoğlu, “Dost Sırrına Mihmân Olmak”, Kültür - Edebiyat ve Araştırma Dergisi Somuncubaba, Yıl: 18, Sayı: 136, Şubat 2012, s. 15.
[9] Ateş, Divân, s. 225.
[10] Sadık Yalsızuçanlar, “Âşıkların Sırrı”, Kültür - Edebiyat ve Araştırma Dergisi Somuncubaba, Yıl: 10, Sayı: 50, Mayıs-Haziran 2004, s. 14.
[11] Yalsızuçanlar, “Âşıkların Sırrı”, Somuncubaba, Sayı: 50, s. 15.
[12] Ateş, Divân, s. 291.
[13] Ateş, Divân, s. 82.
[14] İslamoğlu, “Dost Sırrına Mihmân Olmak”, Somuncubaba, Sayı: 136, s. 16.
[15] Ateş, Divân, s. 265.
[16] M. Nihat Malkoç, “Katre’den Umman’a”, Kültür - Edebiyat ve Araştırma Dergisi Somuncubaba, Yıl: 19, Sayı: 144, Ekim 2012, s. 14.
Kadir ÖZKÖSE
YazarYeniden yeşerir Yunus çınarı,Özümüz sevgiyle süslenir bizim.Ilgıt ılgıt akar mânâ pınarı,Sözümüz sevgiyle süslenir bizim.Hicran mevsimine edilir veda,Her cemrede tazelenir bu sevda.Tellerinde çiçek aç...
Şair: Bestami YAZGAN
Tâbiînin büyüklerinden Hasan-ı Basrî (v. 110/728) Hazretleri’nin Basra Camii’nde bir ilim halkası vardı. Öğrencilerine ders okutuyordu. Zaman zaman halktan kişiler gelir kendilerine fetvâ sorarlardı.R...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Yûnus Emre’nin üzerinde durduğu en temel konu birlik ve beraberlik rûhudur. Birlikten güç doğacağını, acıların giderilmesi ve tatlılıkların paylaşılması husûsunda ortak hareket edilmesi, yüreklerin or...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Küfrün taşkınlığı, şer odaklarının pervâsızlığı, ahlâksızlığın yaygınlaşması, hak ve hukukun çiğnenmesi karşısında Müslümanın sessiz ve tepkisiz kalması kadar yersizlik olamaz. Kötülüklerle mücâdele e...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE