Sultan ve Şiir
Osmanlı padişahları yoğun devlet işlerinden fırsat buldukça, belki de saltanat ve idare işlerinden bunaldıkları zamanlarda şiir limanına sığınmış; nazmın ürpertici dünyasında ağır siyasî sorunlarını bir süreliğine unutmaya çalışmış; ilham perisinin kanatlarında huzur yolculuğuna kanatlanmışlardır.
Birçoğu şair olan Osmanlı sultanları, çağdaşları olan şairleri korumuş, kollamış; onlarla şiir meydanında kalem atını doludizgin koşturmanın keyfini sürmüşlerdir. Bu padişahlardan biri de şüphesiz, Türkçe en hacimli divanlardan birinin şairi olan, muhteşem Kanûnî Sultan Süleyman’dır.
Uzun saltanat yıllarında Osmanlı coğrafyasının sınırlarını genişleten, ülkeler fethedip, krallara taç giydiren, bir mektupla kralları zindanlardan kurtaran Kanûnî, şiirde de önemli bir isim olmuş; bu vadide haklı bir şöhret kazanmıştır. Her faniye nasip olmayan uzun saltanatı, şairler ve özellikle Sultanu’ş-Şuarâ Bâkî için gerçek bir himaye dönemi olmuştur.
Şiirde Muhibbî mahlasını kullanan bu padişahın şiir dünyasında bir gezintiye çıkarak, beyitlerinden örnekler sunmaya çalışacağız. Aşağıdaki beyit belki de ağır saltanat yükünün gönlünde uyandırdığı bir etki, bir tahassüsle söylenmiştir:
Güller şüküfte halk ferah her biri ferâğ
Lâle-sıfat lîk benüm sînem üzre dâğ
(Güller açılmış, halk ferah(içinde) ve her biri huzur içinde.(Sadece) lâle gibi benim kalbimin üstünde yara (var)).
Padişahın dirayetli yönetimi sayesinde halk, huzur içinde hayatını sürdürürken, bu güveni sağlayan hükümdar, sorumluluk bilincinin yükü altında, kalbinde lâle renkli yaraların acısını, sızısını taşıyor. Şiirde geçen “lâle” aslında gelincik çiçeğidir. Bilindiği gibi, bu çiçeğin içinde yanık yarasına benzeyen siyah lekeler vardır.
Şair, kalbindeki yarayı, bu siyah beneklere benzetiyor. Bu beyitte açıkça böyle bir anlam yok denebilir. Ancak Kanûnî’nin hayat hikâyesi, mücadelesi ve devlet sorumluluğu ile babalık duyguları arasında çektiği iç çatışmaları, ruhi huzursuzlukları tarihlerden bilindiğine göre beyitten böyle bir ruh hâlini sezmek imkân dışı değildir.
Şair padişah, devletin dirlik ve düzeni için yakınlarını, hatta oğullarını feda etmek zorunda kalmış, bunun acısını kalbinin derinliklerine gömmüş olsa da zaman zaman şiir diliyle burukluğunu anlatmaktan kendini men edememiştir. Beyitte söz konusu yakınma sanırım böyle bir gizli yaranın tezahürüdür. Âlem vefasızdır, kimseye kalmamıştır:
Görürüm yoktur vefâsı hem bekâsı âlemin
Mal u câhından anınçün eyledüm anın ferâğ
Bu mısralar üç kıtaya hükmeden bir hükümdara ait... Fiilen büyük bir devlete malik bir insan böyle söylüyorsa, elbette bütün bu ihtişamı kesben değil, kalben terk ettiği düşünülebilir. Fiilen feragat etmemiştir belki, fakat kalbinde bu ihtişama yer vermemiş görünüyor.
Klasik şiirin geleneksel atmosferi içinde söylenen bu beyit, saltanatın zirvesinde insanî yalnızlık çeken bir hükümdarın ruh hâlinin yansıması olamaz mı? Şair, bir derviş feragati içinde, dünyadan el etek çekmekten söz ediyorsa bu iç dünyasında kopan fırtınanın büyüklüğünün işareti sayılabilir.
Gönül eğlencesi âlemde bir ârâm-ı cânım yok
Mahabbet mülkine şâhım velî bir mihribânım yok
(Dünyada gönül eğlencesi, canıma huzur ve sükûn verecek bir kimsem yok. Sevgi ülkesine padişahım ama şefkatli bir sevgilim (dostum) yok.)
Politika, şaşaalı görüntüsüne, şatafatına, cazibesine rağmen biraz da yalnızlık mesleğidir. Siyaset kurumunun tepesinde oturan kişi etrafındakilerin samimiyetinden emin olamaz. Yanına sokulanların bir beklentisi, bir çıkarı olmadığından asla emin olamaz.
İnsan, gamını, kederini yakınındaki biri ya da birileri ile paylaştıkça huzur bulur. Muhibbî, böyle bir dosttan yoksun gibi görünüyor. Bu yalnızlık gönül işlerinde de geçerlidir. Hükümdar olan kişi, gerçekten sevildiğinden emin olabilir mi? Gerçi kaynaklar Muhibbî’nin Hürrem Sultan’a içtenlikle yazılmış gazellerinden, mektuplarından bahsederken Hürrem’in de bunlara içli cevaplar verdiğini söyler.
Biz yine de ihtiyat kaydıyla, hükümdar şairin bu yalnızlık tüten beytinin, salt bir şiir söyleme ihtiyacından doğmadığını, onun samimî bir nevi itirafı olduğunu tahmin ediyoruz. Muhabbet ülkesine padişahtır ama bir seveni yoktur. Bu bir çelişki gibi görünüyorsa da şairin gerçekçi bir yaklaşım içinde olduğu anlamında yorumlanabilir. Padişahlık aşk ülkesinde de olsa durum farklı değil. Muhibbî aynı duyguları şu beyitte dile getirmiş:
Eğerçi zâhire baksan bu gün sâhib-külâhım ben
Velîkin kûy-ı aşk içre bir avuç hâk-ı râhum ben
(Her ne kadar görünüşte baksan taç sahibiyim; fakat aşk mahallesinde bir avuç ayak toprağıyım.)
Bu iki beyti birlikte değerlendirelim: Üç kıtaya hükmeden, bir mektupla kralları zindanlardan kurtaran padişahın başında tacı, elinde gücü dünyayı titreten zafer kılıcı vardır. Ancak bu kudret aşk konusunda geçerli değildir. Bu kuvvet ve hükümranlık gönül işleri karşısında bir aciz kalıyor. Bu sebeple Muhibbî, sevgilinin basıp geçtiği hakir bir toprak gibi görüyor kendisini. Gönül sarp bir kaledir; onu fethetmek, ülkeler zapt etmeye benzemiyor. Karacaoğlan boşuna mı,
Gönül derler bir sarp kale
Ya alınır ya alınmaz
demiş? O da bu gönül kalesi karşısında az zahmet çekmemiş, az ter dökmemiştir. Bu fetihte dünya padişahlığı bir kıymet ifade etmez. Görünüşte bir padişahım ama diyor, gel gör ki aşk mahallesinde bir avuç toprak kadar değerim yok. Aşk söz konusu olduğunda padişahın bile acze kapıldığı tarihte birçok olayla kesinlik kazanmıştır.
Muhibbî’nin sevgisinin, iştiyakının ne denli büyük olduğunu aşağıdaki beyitte açıkça görmek mümkünüdür: “Göğsümün üstünde yaralarla bin(lerce) göz meydana getirsem de güzelliğinin bahçesini doyuncaya kadar seyr etsem.” deyip baştan ayağa göz kesilerek sevgiliyi zerreleri adedince gözlerle görmek istediğini haykırıyor.
Yaralar vücutta göz göz açılmış. Şair, aşk ateşinin açtığı yaralardan söz ediyor. Vücudunun baştanbaşa bu yaralarla kaplanmamasını ve göze benzeyen bu pencerelerden onun güzelliğini seyretmek istiyor. Bu, bir dünya güzeli, ya da bütün güzelliklerin membaı olan mutlak güzel, yani Cemîl-i mutlak da olabilir...
Sînem üzre dâğ ile bin dîde peydâ eylesem
Gülşen-i hüsnüni doyunca temâşâ eylesem
Padişah, büyük bir sevgi ile bağlandığı iki cihan güneşi, Hâtemü’l-Enbiya Hz. Muhammed (s.a.v.) methinde söylediği şu beyit samimi bir mümin kalbinin dışavurumudur:
Hâk-i pâye devlet el virse eğer sürsem yüzüm
Sen şefâat kânısın ancak budur virdüm sözüm
(Sen şefaat madenisin, virdim ancak, ayağı toprağına devlet imkân verse de yüz sürsem sözüdür.)
Hz. Peygamber (s.a.v.), son nebi ve şefaat sahibi tek elçidir. Kanûnî, devlet el verse de ayak bastığın yerlere yüzümü sürsem derken, devlet işlerini bırakıp hacca gidememenin üzüntüsünü dile getiriyor. O günün şartlarında hacca gitmek uzun bir zaman aldığından Osmanlı hükümdarları, bir ikisi müstesna, hacca gidememişlerdir.
Samimî bir mü’min olan Muhibbî, beytinde bu özlemini dile getiriyor. Devlet, baht, talih, ikbal anlamına geldiği gibi siyasi devlet anlamını da içeriyor. Şair, gidip mübarek kabrini ziyaret edemediği Peygamber’inden şefaat diliyor ve bu dileği vird-i zeban ettiğini, sürekli tekrarladığını ifade ediyor.
Muhibbî’nin şiirlerine yaptığımız kısa yolculuğu, onun asıl maksudunu gösteren aşağıdaki beytiyle noktalayalım:
Ey Muhibbî şükr kıl bir pâdşâhın kulusun
Hem Semî’ u hem Basîr ü hem Alîm ü hem Kerîm
(Ey Muhibbî şükr eyle, sen hem işiten, hem gören, hem çok bilen ve kerim olan bir padişahın kulusun.)
Muhibbî, Allah’ın esma-i hüsnasından Semî’, Basîr, Alîm ve Kerîm’i zikrederek beyti taçlandırıyor: Semi; kullarının ve bütün yaratıklarının seslerini, dualarını, arzu ve isteklerini işiten, Basir; kâinatta olup biten her şeyi gören, kullarının her haline vakıf olan, Alîm, ilmi ezel, ebed ve bütün kâinatı kuşatan, Kerîm; ikram sahibi, kullarına karşı son derece cömert olan Allah.
Böyle bir padişaha kul olan insan bütün endişelerden, korkulardan, vehimlerden kurtulmuştur. Çünkü Allah, varlıkların en şereflisi olarak yarattığı kullarına bütün esma ve sıfatlarıyla yardımcıdır. Onların her duasını işitir, her hallerini görür. O’nun ilmi sonsuz merhameti ve cömertliği bütün evreni kuşatmıştır. “Rahmetim, gazabımı geçti.” buyurarak kullarına karşı sonsuz şefkatini ilan etmiştir.
Bu isimlerin şiirde anılması sebepsiz değildir: Muhibbî, yaptığı her işte, verdiği her kararda Rabb’ine karşı duyduğu sorumluluğun farkında olduğunu bu isimleri sıralayarak ifade etmek istemiştir.
Mahmut KAPLAN
YazarHerkes benimsediği sosyal çevresiyle bir anlam ifade etmektedir. Kaynaşabileceği, dertleşebileceği, halleşebileceği ve muhabbetle yaşayacağı bir sosyal çevresinin bulunması insan için büyük bir nimett...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Klâsik Türk edebiyatı, Osmanlı edebiyatı, İslâmî Türk edebiyatı, Eski Türk edebiyatı gibi değişik isimlerle anılan, ancak Türklerin İslâm’ı seçmelerinden sonra ortaya çıkan ve hemen bütün Türk coğr...
Yazar: Mahmut KAPLAN
Şiâr, sözlükte, “bir şeyin kendisine özgü niteliklerine kılavuzluk eden alâmet, nişan, sembol, parola” anlamlarına gelir. Çoğulu, şeâir olup, bir şeye alem kılınan, bir şeyle alâmetlendirilen he...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Bizim inancımıza göre, insanın yaratılış gayesi bellidir; Allah onu bir sınav için dünyaya getirmiş ve sınav sonunda alacağı puana göre âhirette hak ettiği karşılığı verecektir. Kul nereyi hak ediyors...
Yazar: Enbiya YILDIRIM