Sözün Amelle Örtüşmemesi
İnsan için en kolay olanı başkasına buyurmasıdır. Oturduğu yerden emirler ve direktifler vererek diğerlerinin yapmasını istemesidir. Bu şekilde kendisinin yapmadığı şeyleri başkalarından istemek nefse çok büyük keyif verir. Nasıl olsa zahmeti çeken kendisi değildir.
İşi başkalarına buyurarak yükün altına girmekten kaçınanlar bir anlamda kendilerini açıkgöz, diğer insanları da saf olarak görürler. Esasında diğerlerinin zekâlarıyla alay etmiş olurlar. Oysa herkes her şeyin farkındadır. Çoğu kez nezâketen ses çıkarılmasa bile bunun anlamı açıkgözlüğün fark edilmediği değildir. Bu sebeple diğer insanların zekâlarını hafife almak son derece yanlıştır. Böyle yapan insanlar başkalarının nefretini kazanırlar.
Esasında insan bildiklerini hayata geçirmekle sorumludur. Bu sebeple bildiği iyi amelleri başkalarından isteyip de yapmayan kişi, bir başka açıdan daha günaha girmektedir. Öğrenmiş olduğu doğruyla amel etmemenin vebâli altındadır. Oysa mü’min öğrendiği güzellikleri hayatında tatbik etmekle yükümlüdür.
Bu sebeple çevresine hayrı ve şerri sürekli anlatma durumunda olan hocalar, öğretmenler ile ailesine, işyerindeki çalışanlara ahlâklı olmalarını tavsiye edenlerin daha dikkatli olmaları gerekmektedir. Çünkü Rabb’imiz şöyle buyurmaktadır: “Sizler Kitabı okuduğunuz hâlde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?”[1]
Dolayısıyla bilmek sadece anlatmayı değil, peşinden de amel etmeyi gerektirmektedir. Bu sebeple bilmesine rağmen kitap yüklü merkepler misali taşıdığı bilgiyle amel etmeyen, sadece başkalarına akıl veren kişi büyük bir vebalin altına girmektedir. Oysa İslâm’ı anlatanların diğer insanlara karşı çok daha fazla dikkatli olmaları gerekmektedir.
Onlardan beklenen bütün bu anlattıklarını olabildiğince hayatlarında uygulamalarıdır. Sadece anlatmakla kalmayıp yaşantılarını güzelleştirmeleridir. Bunu yapmayıp anlatmakla yetinenlere gelince, hem Allah katında sorumludurlar hem de yaşamlarıyla anlattıkları arasında samîmiyet bağı olmadığı için dinleyenler üzerinde müsbet bir etki uyandıramazlar. Anlattıkları birer kuru vaaz olarak kalır. Çünkü söylediklerinden başta kendileri uzaktır.
Böylesi insanların bir zararı daha vardır: İnsanlar onlar üzerinden İslâm’la ilgili değerlendirmelerde bulunurlar. Onlara bakarak dini severler veya dinden uzaklaşırlar. Nitekim hatıralarını okuduğumuz nice insan, dini sevmelerinin veya dinden nefret etmelerinin gerekçesi olarak bazı insanları gösterirler. Bu da göstermektedir ki, anlatılanın hayatta tatbik edilmesi çok önem arz etmektedir. Sadece konuşmak sonuç getirmemektedir. Karşıdaki kişi, anlattığınız şey yanında sizin ne yaptığınıza da bakmaktadır.
Dediklerini kendi hayatında uygulamaya çalışmayan insanın samîmiyetinde, Allah’a olan bağlılığında da sorun vardır. Sorun olmasa, başkalarından yapmalarını istediği güzellikleri kendi hayatında uygulamaya çalışırdı. Bu durumda ya anlattıklarına inanmıyor ya da iman gönlüne yerleşmemiştir.
Birincisi söz konusu olamaz. Çünkü inanmadan tavsiye ediyorsa o zaman zaten Müslüman değil demektir. Geriye ikinci şık kalmaktadır. O da imanın gönlüne yerleşmemiş olması. Hz. Peygamber (s.a.v.), İslâm hakkında bilgi sahibi olmak isteyen birine şöyle buyurmuştu: “Allah’a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol!”[2] Bu da göstermektedir ki, insan dosdoğru bir hayat sürmek zorundadır. İnandıkları yanında anlattıklarıyla da uyumlu olmak zorundadır.
Bu da bize göstermektedir ki, yapmadan başkalarından istemek en azından riyakârlık ve samîmiyetsizliktir. Çünkü kendisi yapmadığı hâlde başkalarından yapmalarını isteyen insan, talep ettiği şeyi öncelikle nefsine kabul ettirememiş demektir. Anlattığı şeylerin yapılmasını samîmî olarak istemiş olsaydı önce kendi nefsinde tatbik etmeye gayret ederdi. Bu sebeple ikiyüzlüdür.
Allahu Teâlâ son kitabında hoşnud olmadığı durumları isim vererek açıkça beyan eder. Zikrettiği şeylerin bir kısmından aslâ memnun olmadığını ve bunları yapanların rızâsına nâil olamayacağını belirtir. İslâm kendisine sağlıklı bir şekilde ulaştıktan sonra hâlâ inat eden kâfirler ile Müslüman kimliğine bürünen münafıklar böylesi kimselerdir.
Bunun yanında, bunlar kadar olmasa bile, başkalarına bir şeyler deyip de kendilerini kenara çekenler de Rabb’imizin buğzettiği kimselerdir. Bir âyette bu husus şu şekilde dile getirilmektedir: “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niye söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında büyük bir öfke sebebidir.”[3] Bu âyette başkalarına talkın verirken kendileri salkımı yutanları bekleyen büyük azap haber verilmektedir. Sadece bu âyet bile insanın kendisine çeki düzen vermesine yeter.
Yapmadan istemenin en çarpıcı örneklerini aile içi hayatımızda görürüz. Anne babalar çocuklarının iyi birer insan olmasını istediklerinden onlara zaman zaman bazı tavsiyelerde bulunurlar. Görevlerini veya kaçınmaları gereken hususları tembihlerler. Ancak pek dikkat etmedikleri husus, çocuklarının onları takip ettiğidir.
Ebeveynleri kendilerinden bir takım şeyleri isterken kendileri bunları ne kadar yapmaktadırlar. Gözleri anne babalarının üzerindedir. Gerek sözlerinde ve gerekse fiillerinde tavsiye ettiklerinin hilâfına işler yapıyorlarsa, dediklerinin çocukları üzerindeki etkisi son derece azalır.
Meselâ güzel kelimeler kullanma yönünde tavsiye yaparken kendileri buna dikkat etmiyorlarsa, tavsiyeleri boş söz olarak kalır. Aynı şekilde başkalarının dedikodusunu yapmakla vakit öldürdüklerinde veya namazlar hususunda yeterli hassasiyeti göstermediklerinde, çocuklarına ne kadar tavsiyede bulunurlarsa bulunsunlar etkisi olmaz.
Doğrusu insan ne zaman kendi nefsine nasîhat etmeye başlar ve bunun gereği için çabalarsa, başkalarına anlattıklarının tesirli olduğunu görür. Gece teheccüd namazına kalkan, pazartesi-perşembe nâfile oruç tutmaya gayret eden ve ağzından hep tatlı ifadeler dökülen bir büyüğün evladına yaptığı nasîhat ile bunlara hassasiyet göstermeyenin yaptığı nasîhatin etkisi elbette aynı olmaz. Bu sebeple insan istediğini önce kendi nefsinde tatbik etmelidir.
Özellikle gençlere nasîhat etme durumunda olan öğretmenler, hocalar ile aile büyüklerinin zamanımız gençlerinin kendi zamanlarındaki çocuklardan çok farklı olduklarını bilmelidirler. Gençler her şeyi çok iyi tartmakta, takip etmekte ve söz söyleyenin ne yapıp ettiğine dikkat etmektedir. Sigara içen doktorun sigara aleyhindeki sözleri ne kadar tesirliyse, toplum içinde yanlışlar yapan insanların etraflarındakilere yaptıkları tavsiyeler de o kadar etkilidir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hayatına baktığımızda, başkalarına iş buyurup kendisini kenara çektiğini ve çalışanları seyrettiğini görmeyiz. O ashâbından bir şey istediyse kendisi de işe koyulurdu. Mescid-i Nebevî’nin inşasında, Hendek Savaşı’nda hendekler kazılırken kenarda durarak “Hadi çalışın bakalım!” dediğini görmüyoruz.
Ashâbıyla birlikte kasîdeler eşliğinde bizzat çalışmıştır. Onu gören ashâbı daha büyük bir aşka gelerek canla başla gayret etmişlerdir. Esasında Allah Rasûlü’nün örnekliği sadece bedenî işlerde değildi. O ibâdet dünyasında daha fazla gayretliydi. Dinin emirlerini insanlara aktarıp öğretirken talep ettiklerinden daha fazlasını kendisi yapıyordu. Nafile ibâdetlerinin herkesten fazla olduğu hepimizin malûmudur.
Hiç şüphe yok ki, istediklerini fazlasıyla kendisinin de yapması ashâbı üzerinde çok müsbet etkiler bırakıyordu. İslâm’ın gönüllere yerleşmesinde kutlu elçinin bu uğraşısının büyük etkisi oluyordu. Bir taraftan İslâm’ı öğrenmek için gelen insanlara İslâm’ı anlatacaksınız, diğer taraftan toplumdaki her bir sorunla ilgileneceksiniz, öte yandan başkalarından yapmalarını istediğinizi hayatınızda tatbik edeceksiniz. Bu çok büyük bir erdemdi ve bunu gören vicdan sahibi herkes gördüğünden etkileniyordu. Doğrusu bu, Allah Rasûlü’nün büyüklüğünün de bir alâmetiydi.
İslâm bugüne kadar onun güzelliklerini hayatlarında tatbik eden kimseler vasıtasıyla tebliğ edilebilmiştir. Allah Rasûlü İslâm’ı anlatmak için elçiler göndereceği zaman onların hem bilgili hem de bildiklerini hayatlarında tatbik eden kimseler olmalarına son derece önem veriyordu.
Çünkü Allah erleri, gittikleri yerlerde anlattıklarına aykırı bir yaşam sergileyecek olurlarsa dinleyenler üzerinde olumsuz etki bırakabilirlerdi. Günümüzde de yeryüzünün neresine bakarsanız bakın, İslâm gayr-i müslimler tarafından din olarak benimsenmiş ise bunda dinî hayatlarında güzel bir şekilde tatbik eden muhlis Müslümanların etkisi vardır.
Bu günlerde İslâm’ın yeryüzünde yanlış tanınmasında Müslümanların payının büyük olduğu âşikârdır. Maalesef mü’minlerin yoğun olduğu bölgelerdeki görüntü İslâm’la ilgili yanlış algıların oluşmasına sebebiyet vermektedir. Doğrusu yeryüzüne sunduğumuz Müslümanlığın Allah’ın murâd ettiği manzara olmadığı ortadadır.
Bu da gösteriyor ki, Kur’ân ve hadisleri okumak ve anlatmak yetmemektedir. Önemli olan okunanları ve anlatılanları hayata tatbik edebilmektir. Bu yapıldığı zaman bu yüce dinin insanlığa sunduğu mükemmel mesaj daha iyi anlaşılacak ve diğer din mensupları buna kulak verecektir.
Esasında İslâm dünyasında yaşanan problemlerin yanlışlığını ve bunların sebeplerini bilmek için âlim olmaya gerek yoktur. Problem bilinenlerle amel edilmemesindedir. İnsan nefsinin peşine takıldığında dinin buyruklarını kendi hevâ ve hevesine göre yorumlamaya başlar. Sonucu da bugünkü manzara olur.
Yoksa günümüzde bir Müslümanın diğer Müslümanı öldürmesinin haram olduğunu bilmeyen mi var? Başkalarının malını gasp etmenin, zulmetmenin dinimizin en çok sakındırdığı yasaklardan olduğundan habersiz biri mi var? Önüne mikrofon uzatacağınız herkes bunlarla ilgili en az on dakika konuşur. Ama “Sonuç nedir?” diye soracak olursanız, sonuç İslâm dünyasının acı hâlidir. Demek ki, okuyup öğrendikleri bu fitnelere sebebiyet verenlerin kalplerinde hiç etki yapmamış, iman gönüllerine yerleşmemiştir.
İnsanın bildikleriyle ve çevresine nasîhat ettikleriyle amel etmesi durumunda ümmetin hiçbir problemi kalmayacaktır. Bu yüzden, anlattıklarımızı kendimiz ne kadar tatbik ediyoruz, ona bir bakalım.
[1] 2/Bakara, 44.
[2] Müslim, 62 (38).
[3] 61/Saff, 2-3.
Enbiya YILDIRIM
YazarZamansız bir zamanda,Aşkın nârını gördüm.Mekânsız bir mekânda,Varlar varını gördüm.Alevim kor olanda,Sürdüm aşkın izini.İkilik bir olanda,Okşadım gül yüzünü.Ne aşk bitsin ne ümit,Ne de vuslat arzusu.U...
Şair: Yusuf DURSUN
Gönlün açık olsun, cümleyi sığdırKimseyi incitip üzmeye gelmezSıyrıl benliğinden, boynunu eğdirDik tutup dünyada gezmeye gelmez.Boşuna yorarsın başını boşaEremezsin gökte kanatlı kuşaHayatı Âmentü emr...
Şair: Ramazan PAMUK
Vefâ Bir İman Şûbesidir: H. Hamideddin Ateş Efendi’nin Vefâlı Bosna Ziyâreti “Vefâ, insana yakışan bir asâlet, dostluğun ve sadâkatin en güzel nişânesidir.” Vefâ, gönül bahçelerinde yetişen bir g...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Nikâh, günümüz yasalarına göre on sekiz yaşını doldurmuş, İslâmî hükümlere göre bülûğ çağına ermiş, aklı yerinde olarak evlenme ehliyetine sahip, evlenmelerinde dinî ve yasal açıdan bir engel bulunmay...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ