Şemseddîn-i Sivâsî’nin “Nakd-i Hâtır” Adlı Tefsiri
Sivas valisi Hasan Paşa’nın 972/1564 de inşâ ettirdiği Yeni Cami (Meydan Camii)’inde görev yapmak üzere davet edilmiş, o da davete icâbet ederek Sivas’a gelmiş ve orada vaaz ve irşad faaliyetlerini sürdürmüştür.
Dört padişah (Kanûnî, II Selim, III. Murad ve III. Mehmed) dönemini yaşamış olan Sivâsî, ömrünün sonlarına doğru Osmanlı Sultanı III. Mehmed’in (v: 1012/1603) emri ile Eğri Seferine (1005/1596), hemen akabinde de Haçova meydan muharebesine katıldığına dair rivâyetler vardır. Eğri Seferine katılmak için İstanbul’a geldiğinde Sultan’ın yanı sıra, Aziz Mahmud Hüdâî (v: 1628), Şeyhülislâm Hoca Sa’deddîn Efendi (v:1599) ile görüşmüş ve onların hürmet ve takdirlerine mazhar olmuştur. Seferden sonra Sivas’a dönen Şemseddîn-i Sivâsî, kısa bir süre sonra 1006/1597 de vefât etmiştir. Altmış bine yakın insan selinin katıldığı ve Receb Efendi’nin kıldırdığı cenaze namazının ardından Meydan Camii haziresine defnedilmüştir.
Halvetiyye Tarikatı’nın dört kolundan biri olan ve Sivas, Zile, Tokat civarında yaygınlaşan Şemsiye kolunun kurucusudur. Şemsiye kolu Abdülehad Nurî vasıtasıyla İstanbul’da da yayılma imkânı bulmuştur.[1]
İlim adamlığı yanında, şeyh ve şair kişiliği de olan Şemseddîn es-Sivâsî, Türkçe, Arapça, mensûr ve manzûm pek çok esere imza atmıştır. Bu eserlerinden biri de Nakd-i Hâtır adlı eseridir. Sivâsî, yazma olarak elimizde bulunan bu eserinde Kehf Sûresi’nde anlatılan Hz. Mûsâ ve Hz. Hızır kıssasını sûfî/işârî bir bakış açısıyla işlemiştir. Sivâsî, kesp ettiği zâhirî ilimler, sahip olduğu pek çok talebe ve cemaate rağmen, ilim ve irfanda derinleşmekten geri durmayan, ileri yaşlarında seferlere katılan ve yetmiş küsur yaşlarında da eser yazmaya devam eden Sivaslı bir ilim-irfan ve gönül adamıdır. O bu hâliyle kendisine bahşedilen nübüvvet ve zâhirî ilimlerle yetinmeyip ilmine ilim katmak için yollara düşüp sıkıntılara katlanan Hz. Mûsâ Peygamber’in yolunu izlemiştir.
O, bu eserinde Kur’ân’ın gizemli kıssalarından biri olan Hızır-Mûsâ kıssasını gündeme taşımış ve kıssa ile ilgili işârî yorumlara yer vermiştir. Müellifin yetmiş yaşından sonra Osmanlıca olarak kaleme aldığı eser, sekiz meclisden oluşmaktadır. Eser ağırlıklı olarak Kehf Sûresi’nde anlatılan Mûsâ-Hızır kıssası üzerinde yoğunlaşmaktadır. Eserde, âyetler dilbilimsel açıdan ele alınmış, kırâat farklılıklarına işaret edilmiş, âyetlerin zâhirî ve bâtınî yorumları yapılmıştır. Eserin kaynakları arasında başta Beydâvî tefsiri ve hâşiyesi ile Zemahşerî ve Râzî’nin tefsirleri ve Gazâlî’nin İhyâ’sı ve Kimyâ-yı Saâdet’i başta olmak üzere sûfî ilim adamların eserleri gelir. Vâiz ve sûfî kişilik olması hasebiyle, okuyucuya ders ve ibret vermek üzere, eserde pek çok hikâye, menkıbe ve İsrâilî rivâyete yer verir.
Müellif eserin telif sebebinin, Kehf Sûresi’nde anlatılan bahçe sahipleri, Ashâb-ı Kehf, Hızır Mûsâ kıssası ve Zülkarneyn kıssasındaki ibretlere; özellikle de Hızır-Mûsâ kıssasındaki sonsuz hikmet, ders, işaret, müjde, uyarı, emir, nehiy ve gizli sırları anlatmak olduğunu; bu şekilde sülûk erbâbına sened, muhâliflerine reddiye olacak şekilde anlatmak olduğunu söyler.
Müellifinin 1006 senesinde vefât ettiği düşünülürse müellif, eserine bütün birikimini yansıtmıştır. Sûfî, şair, vâiz kimliği ile eserde Türkçe, Farsça ve Arapça pek çok şiir, atasözü, menkıbe ve hikâyeye yer vermiştir. Eserde Kehf sûresinin 60-82. âyetlerinde anlatılan kıssalardan yalnızca Mûsâ-Hızır kıssası işlenmiştir. Adından da anlaşılacağı üzere eser, kıssa ile ilgili kaynaklardaki bilgiler yanında (nakd-i hâtır/kalbe doğan kıymetli şeyler), yazarın gönlüne gelen hikmet ve sırlardan oluşmuştur. Bu isim ile kıssada söz konusu olan ledünnî ilim arasında yakın bir ilişki olduğu görülmektedir. Sivâsî’nin bunca birikim ve ileri yaşına rağmen, ilim ve cihad yolundan geri kalmaması, Hz. Mûsâ’nın ilim aşkı ve bu uğurdaki azim ve kararlılığı ile benzerlik arz etmektedir.
Kur’ân’da Mûsâ-Hızır Kıssası
Arapça kaynaklarda hadır/hadr/hıdr şeklinde, Türkçemizde Hızır/Hıdır şeklinde kullanılan bu kelime yeşil, yeşilliği çok olan yer anlamına gelir. Hızır’a bu isim, oturduğu yahut geçtiği kuru yerlerde otlar yeşerdiği için[2], cennet pınarlarından içtiğinden dolayı bastığı her yer yeşile büründüğü için[3] veya güzelliği ve parlaklığı yüzünden[4] verilmiştir. Namaz kıldığında çevresi yeşerdiğinden yahut elbisesi yeşil olduğundan bu ismi aldığı da söylenmiştir.[5]
İslâm kaynaklarına göre Hızır, Hz. Âdem’in oğlu Kâbil’in oğlu Hazrûn veya Nuh’un oğlu Sâm’ın torunlarından Belyâ b. Melkân yahut İshak’ın torunlarından Hazrûn b. Amâyil yahut Harun’un soyundan gelen Hadır b. Âmiya veya Hadr b. Fir’avn’dur. Künyesi Ebu’l-Abbas’tır. Onun Kur’ân’da ismi geçen İlyas/Elyesa’ın kendisi olduğu da ileri sürülmüştür. Bazı kaynaklar annesinin Rum, babasının Fars olduğunu söyler. [6]
Kehf Sûresi 60-82. âyetlerinde anlatılan Hz. Mûsâ’nın buluştuğu, ilâhî rahmet ve ilme mazhar olmuş kişinin Hızır olduğu ileri sürülmüştür.
Hızır’ın, Âdem’in bir vasiyet ve duasıyla ölümsüzlük şerbeti içip yaşadığını, kıyamete kadar da yaşayacağını, Deccal’ın karşısına çıkıp onu yalanlayacağını, Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde hayatta olduğunu, Peygamber (s.a.v.)’in vefâtında Ehl-i Beyt’e taziyede bulunduğu, Enes’in kendisiyle görüştüğünü, Ömer b. Abdülaziz, İbrâhîm b. Edhem, Bişir el-Hafî, Ma’rûf-i Kerhî, Cüneyd-i Bağdâdî, Muhyiddîn İbnü’l-Arabî tarafından görüldüğünü söyleyenler olduğu gibi; Buhârî, İbrâhîm el-Harbî, Ebû Hayyan, İbnü’l-Cevzî, Abdürraûf el-Münâvî, İbn Teymiyye, Suyûtî, Aliyyü’l-Kârî, Muhammed Derviş el-Hût, Âlûsî, Kâmil Mîras gibi pek çok ilim adamı onun öldüğünü savunmuşlardır.
Hızır’ın melek veya peygamber yahut velî olduğu da söylenmiştir. Tasavvuf erbâbı onun velî olduğunu ileri sürerken; kelâm, tefsir ve hadis âlimleri onun nebî olduğunu belirtmişlerdir. Hızır’ın denizlerde, İlyas’ın karalarda yaşadığı, sık sık bir araya geldikleri, büyük meleklerle her yıl Arafe günü Arafat’ta buluştukları ileri sürülmüştür.
İlim adamlarımızdan Mevdûdî, Hızır’ın melek olduğunu savunurken[7] İbn Kesîr, bu görüşü zayıf ve bâtıl olarak Nevevî, galat olarak niteler.[8]
Nebî olduğunu ileri sürenler: Allah tarafından kendisine rahmet ve ilim verilmiş olmasını[9], kıssada anlatılan işleri kendiliğinden yapmadığını söylemesini[10], vahiy ile yönlendirilmesini ve Hz. Mûsâ Peygamber’den üstün konumda tanıtılmasını delil olarak gösterirler.[11] İbn Abbâs, Vehb b. Münebbih, Fakîh Muhammed er-Remlî, Ebû Amr b. Salâh, Nevevî, İbnü’l-Cevzî, Sa’lebî, Nesefî, Kurtubî, İbn Kesîr, Râzî gibi pek çok hadis ve tefsirci Hızır’ın nebî olduğu görüşünü savunurlar.[12]
Hızır’ın velî olduğunu savunan tasavvuf ehli[13], pek çok sûfî ve velînin, hatta sıradan kişilerin onunla görüştüğünü ileri sürmüşlerdir. Sözgelimi İbrâhîm-i Edhem, İbrâhîm el-Havâs, Bâyezîd-i Bistâmî, Bişr el-Hafî, Feth el-Mevsılî, Ma’rûf-i Kerhî, Hakîm et-Tirmizî, Muhyiddîn ibnü’l-Arabî, Ahmed-i Yesevî gibi kişiler Hızır’la görüşen meşhurlardır. Sûfîlerden Hücvirî, Hızır’dan peygamber diye söz eder. İbnü’l-Arabî’nin takipçilerinden Kâşânî, Dâvûd-i Kayserî, Sadreddîn-i Konevî gibi düşünürler Hızır’ın kıyâmete kadar yaşadığına dair kabul edilen görüşün kesin olmadığını, Hızır’ı gördüğünü söyleyen kişinin gerçekte karşısında canlanan kedine ait bir vasfı gördüğünü düşünmüşlerdir. Buna göre kişinin gördüğü ya kendi rûhunun bir tezahürü yahut Ruhu’l-Kudüs’tür. Bu yaklaşım, Hızır’ın melek olduğunu söyleyen görüşü desteklemektedir.[14]
Irâkî, Hızır’ın Hz. Peygamber (s.a.v.)’le buluşup buluşmadığına dair sahih bir rivâyet bulunmadığını söyleyerek konuyu bağlar.[15]
Bize göre Hızır’ın melek olduğu anlayışı, kıssadan çıkarılan pek çok mesajın yok edilmesine yol açmaktadır. Zira peygamberlerin hayatından anlatılanlar, insan olmaları hasebiyle bizlere ışık tutabilmektedir. Onların elinde gerçekleşen mûcizeler bile, bilimsel pek çok buluşun alt yapısını hazırlamıştır. Ancak melek, beşer üstü bir varlık olduğu için onların hayatından anlatılan şeylerin insanlar için mesaj ifade etmesi uzak bir ihtimaldir. Nitekim Kur’ân, bazı inkârcıların isteklerine rağmen insanlara melek peygamber gönderilmediği[16], şayet yeryüzünde gezip dolaşanlar melek olsaydı onlara peygamber olarak gökten bir meleğin gönderileceğini[17] bildirmektedir. Hızır’ın peygamber yahut velî oluşunun kabulünde ise bu mesajlar daha canlı ve etkili olabilmektedir.
Kur’ân’ın bu anlatımında uzun bir yolculuğa çıkan Hz. Mûsâ’nın yol arkadaşı gencin ve iki denizin birleştiği yerde buluştuğu kulun isimleri geçmez. Yine iki denizin birleşme yeri olan buluşma yerinin neresi olduğu da belirtilmez. Kıssaya göre Hz. Mûsâ ile Allah katından kendisine ilim verilen kulun buluşma noktalarında azıktaki balık dirilip suya atlar. Buluşmadan sonraki yolculukta söz konusu kişi, üç garip iş yapar. Bunlar binilen gemiyi delmesi, karşılaştıkları bir çocuğu/gulâmı öldürmesi; onları misafir etmek istemeyen kavmin içerisinde yaşayan iki yetime ait ve yıkılmaya yüz tutmuş duvarı karşılıksız yapmasıdır. Başta hiçbir şeye itiraz etmeyeceğine dair söz vermesine rağmen Hz. Mûsâ, her üç ilginç olaya da itiraz eder. Üçüncü itirazı yol arkadaşlıklarının sona ermesine sebep olur. Ayrılmadan önce o kul, üç olayın iç yüzünü Hz. Mûsâ’ya açıklar.
Bu Kur’ân kıssası, ilim ve irfan yolcuları başta olmak üzere pek çok kesim için çok önemli mesajların çıkarıldığı bir kıssa olmuştur. Özellikle hoca-talebe, mürşid-mürid, usta-çırak, yönetici-teba ilişkilerine dair kıssadan çıkarılan çok önemli ders ve hikmet vardır.
Nakd-i Hâtır’da Hızır
Şems-i Sivâsî, kıssada Hızır’ın isminin açıkça geçmediğini, ‘abd/kul’ diye bahsedildiğini, bunun onun kemâl ve yüceliğine işaret için olduğunu söyler. Nitekim Kur’ân, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in İsrâ mûcizesini anlatırken ondan abd/kul diye söz etmiştir.[18]
Hızır’ın peygamber olup olmadığı konusunda ihtilâf olduğunu[19] söyleyen Sivâsî, kıssada geçen olağan üstülükler için bu Hızır için ya mûcizedir, yahut kerâmet[20] ifadesini kullanır. Genel olarak onun bu konuda sûfî söylemi seslendirerek Hızır’ın velî oluşunu öne çıkardığını söyleyebiliriz. Nitekim o, Beydâvî Hâşiyesi Şeyhzâde’den şu bilgileri aktarır: İlim ehlinin çoğuna göre Hızır nebî değildir. Adı Belyâ olup, lakabı Hadır’dır. Yürüdüğü yerde, kuru otları yeşerttiği için bu lâkabı almıştır. Kral olan babası, onu yerine veliahd tayin etmek isteyince, o bu teklifi kabul etmeyip zühdü tercih etmişti.[21]
Sözgelimi Hızır’ın yıkılmaya yüz tutan duvarı yaptığını anlatırken, Mûsâ ile Hızır, aç ve takatsiz hâlde iken duvarı rûhânî bir güçle yaptılar. Ben, Allah’a ve büyüklerin harikulâde işlerine inandım. Nitekim havâs kullardan bu ve benzeri sayısız rivâyet gelmiştir[22]; Hızır, duvarı mesh ederek kerâmetle, bir rivâyette de “Temelinden yıkarak yeniden yaptı.”[23] diyerek onun velî bir kul olduğunu öne çıkarır.
Hızır’ın sahip olduğu ilim, ledünnî ilimdir. İlm-i Hakîkat, ilm-i mükâşefe, ilm-i mevhibe, ilm-i esrâr, ilm-i meknûn, ilm-i verâse gibi isimlerle de anılan Ledünnî ilim[24], ilham yoluyla elde edilen bâtınî bilgidir. Ledünnî ilim, Allah’tan başkasından öğrenilemeyen gayb bilgisidir.[25]
Hızır’a verilen bilgi, olayların arka plânıyla ilgilidir. Bu, Hz. Yusuf’a verilen, te’vîlü’l-ehâdîs/olayların arka plânını bilmekle benzerlik arz eder. Nitekim te’vîlü’l-ehâdîs kavramı, rüya tabiri olarak anlaşıldığı gibi; Allah’ın kitabı ve peygamberlerin sünnetlerinin yorumu, insanlara kapalı gelen şeylerin hedef ve gayelerinin açıklanması[26] olarak da anlaşılmıştır.
Buhârî’deki rivâyette Hızır, Mûsâ’ya şöyle der: “Ey Mûsâ! Ben Allah’ın ilminden bana öğrettiği bir ilim üzereyim ki, sen onu bilemezsin. Sen de Allah’ın ilminden sana öğrettiği bir ilime sahipsin ki ben de onu bilemem.”[27]
Nübüvvet bilgisi ile mârifet bilgisinin asıl kaynağı birdir ve Yüce Allah’tır. Bu yüzden bu iki bilgi, görünüşte birbirine ters gibi görünse de temelde birbirleriyle çatışmaz.
Sivâsî, ledünnî bilgi ile ilgili olarak şunları söyler:
“Ledünnî ilim, insan, cin ve melek vasıtasıyla olmayıp Allah katından olan ilimdir. Sûfîler, mükâşefe yoluyla elde edilen ilimdir.” demişlerdir.
Mücâhede ve riyâzât ile hissî ve hayâlî kuvvetler zayıflar; ruhânî ve aklî kuvvetler güçlenip kemâle erer. Ardından akıl cevherlerinde ilâhî nurlar parıldar ve vasıtasız ledünnî ilim meydana gelir.
Hz. Mûsâ’nın ahkâmı şerîatın zâhirine göre idi. O, işlerin bâtınına/içyüzüne muttalî değildi. Hz. Hızır’ın ahkâmı ise şerîatın zâhirine göre değil, işin bizzat kendisinde gizli ve sırlı sebepler üzerine idi.
Kıssanın işaretine göre zâhirî mânâların yanında, keşif ve gönül ehline açılan ince mânâlar da vardır. Tabi ki bu mânâların nassa (âyet ve hadislere) muhalif, ehl-i sünnet ve’l-cemaate muğayir olmaması gerekir. Bunlar hidâyete teşvik edici, sapıklıktan sakındırıcı olmalıdır. Yoksa bâtınî mânâlar, Kur’ân’ın zâhirî mânâsını inkâr, ahkâmını yürürlükten kaldırmak için üretilen nefis ve hevâ kaynaklı fâsit mânâlar değildir. Nitekim bunlar, pek çok insanın yoldan çıkmasına sebep olmuş bâtıl mezhep görüşleridir.
Âyette “kullarımızdan bir kul” denilerek Muhammed (s.a.v.) ümmetine şu müjde verilmiş oldu: Sanma ki Bizim katımızda, bizim özel ilmimizle muttasıf sadece Hızır kulumuz vardır! Aksine daha başka ledünnî ilim sahibi nice kullar vardır.
İnkâr ehli olmayıp insaf ehli olanlar için, Hızır-Mûsâ kıssası tahtında çok hayır olan bir iş için, az bir şerrin işlenebileceğinin câiz olduğu ortaya çıkar. Buna göre tasavvuf ehlinin bazı hâl ve hareketleri bu asla dönük olarak anlaşılmalıdır.
Eserin en güzel taraflarından biri de kıssadaki mesajları günümüze taşımasıdır. Âyetlerin yorumunu yaparken, “Bunda bizim için dersler vardır.” ifadesi ile âyetten çıkarılabilecek dersleri sıralar. Sivâsî’nin çıkardığı bu derslerden bir kaçı şöyledir:
Kıssadaki olayları anlatmak peygambere ve onun şahsında ümmete has bir emirdir. Zira bu olaylarda bizim için büyük hikmet, himmet, ibret, işaret ve müjdeler vardır.
Cenâb-ı Hak, bu kıssayı Hz. Muhammed (s.a.v.)’e anlattı ki ümmeti ders alsın, bunca ilmine rağmen Hz. Mûsâ’nın ilim aşkı gibi, bu uğurda aşk ve azîmet sahibi olsunlar.
İlim, sadece kitaplardan okunmakla elde edilmez, üstada da ihtiyaç vardır.
İlim ehline düşen, kibir ve gurura kapılmadan, kim olursa olsun, bilgi sahibinden istifade etmelidir.
Hızır-Mûsâ kıssasında, hoca-talebe, mürşid-mürid ilişkisine dair dersler vardır. Şöyle ki, kemâl ve fazîlet sahibi kişiler, dinî ilimleri kendilerinden daha aşağı kimselerden öğrenme durumunda kalabilirler. Din bilginlerine düşen, gurur ve kibre kapılmadan kimde bir ilim varsa ondan istifade etmesini bilmeleridir.
Sülûk erbabına yaraşan öncelikle ihvanın arasına karışması, sonra bir mürşid-i kâmile bağlanması ve onun işarât ve beşerâtı ile hak yolda çalışmasıdır. Zira vesîlesiz Hakk’a ulaşmak mümkün olsaydı, peygamber gönderilmesine gerek kalmazdı.
İki deryânın birleşmesi, zâhirî ilimlerle bâtınî ilimlerin bir araya gelmesi demektir.
Çocuğun öldürülmesinde bizim için olan ders, mü’minin hoş görmediği bir iş hakkında hayır ve saâdet olabilir. Kâfir bir çocuk ölür, yerine fazîletli bir çocuk gelir. İnanan kişi bu düşünce ile belâlara göğüs gerer… İşte bu seviyede olan Hz. İbrâhîm, oğlu İsmâil’i kurban etmekte tereddüt etmedi, Nemrud’un ateşini göğüslemekten geri durmadı. Sonunda İsmâil’ine kavuştu, ateş de gül bahçesine döndü.
Kenz kelimesinden çıkarabileceğimiz dersler ise şunlardır: Hikmet mü’min için en hayırlı hazînedir… Hikmet hazînelerini, ehil olmayanların eline düşmekten korumalıyız.
Duvarın altında yatan hazînedeki levhada şu beş hikmetli söz yazlı idi: “Kadere inandığı hâlde sıkıntılardan dolayı kederlenen kimseye şaşılır! Rızıkların herkese taksim edildiğine inandığı halde rızık talebi için yorulan kimseye şaşılır! Ölüme inandığı hâlde sevinen kimseye şaşılır! Hesaba inandığı hâlde gaflet içerisinde olana şaşılır! Dünyanın sonlu olduğunu bildiği halde ona bağlanan kimseye şaşılır!”
Yetimlere riâyet ilâhî bir yasadır… Yüce Allah, Hızır’ı yetimlere hizmet ettirdi. Yetimlere hizmet, sâlihlerin yoludur…
Sâlihlik öyle aziz bir şeydir ki, kişinin kendini azîz ettiği gibi neslini de azîz eder.
Hz. Mûsâ, kıssada üç şeye itiraz edince, bunlara karşılık Hızır şunları söyledi: “Ey Mûsâ, bir zamanlar annen seni tabuta koyup Nil deryasına atınca Rabb’in seni boğulmaktan nasıl korumuştu. Şimdi ne diye geminin batmasından endişe edersin? Bir zamanlar sen, Kıptî’nin ölümüne sebep olmuşken; şimdi çocuğu öldürdüğüm için beni niçin kınarsın? Bir zamanlar sen aç susuz bir hâlde Meyden ilinde, Şuayb’ın kızlarına ait koyunları karşılıksız sulamışken; şimdi benim Allah’ın emri ile şu yetimlere ait duvarı karşılıksız onarmama niçin itiraz edersin?”
Hz. Hızır, Hz. Mûsâ’dan ayrılacağı zaman ona şu tavsiyelerde bulundu: “Ey Mûsâ, hiç kimse ile inatlaşma… Kimseye gülme ve kimseyi kınama… Hatâların için ağla… Bugünün işini yarına bırakma, çünkü yarına çıkacağın kesin değildir! İlmi, sadece başkalarına anlatmak için değil, amel etmek için talep et…”
Şemseddîn-i Sivâsî, kıssa ile ilgili olarak ve geniş halk kesimlerine ulaşması için Türkçe kaleme aldığı Nakd-i Hâtır adlı eserinde Hızır ile ilgili tartışmalı konulara değinmiş, kıssa ile ilgili âyetlerin tahlil ve tefsirini yaptıktan sonra, âfâkî ve enfüsî yorumlara da yer vermiştir. İçerisinde pek çok Arapça, Farsça, Türkçe şiiri, hikmetli sözü, hikâye, menkıbeyi, müellifin yaşadığı hayat ve hatıratı ile ilgili bilgileri de barındıran eser bu bakımlardan müstakil olarak araştırılmaya değer bir eser görünümündedir. Sivâsî’yi rahmetle anıyoruz.
[1] Bkz. Yusuf Yıldırım, Şemseddin Sivâsî ve Nakdü’l-Hâtır Adlı Eserinin Tahlili, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Kayseri, 1995, s, 12-23, 26, 39; Hüseyin Akkaya, Osmanlı Türk Edebiyatında Süleyman Peygamber ve Ş. Sivâsî’nin Süleymâniyyesi, Harvard Üniversity, 1997, s, I, 127-131. Yazının hazırlanmasında “Şemseddin Sivâsî’ye Göre Hz. Hızır’ın Kimliği/Mahiyeti (Nakd-İ Hâtır Adlı Eseri Bağlamında)” adlı makalemizden istifade edilmiştir.
[2] Buharî, Enbiyâ 27, 29; Tirmizî, Tefsir 19/1.
[3] Makdisî, el-Bed’ ve’t-Tarîh, III, 78.
[4] Muhammed Hayr Ramazan Yûsuf, el-Hadır, s, 29-30.
[5] Aliyyü’l-Kârî, el-Hazer fî Emri’l-Hadır, s, 79.
[6] Aliyyü’l-Kârî, el-Hazer fî Emri’l-Hadır, s, 73-78; M. Hayr Ramazan Yûsuf, el-Hadır, s, 27-30.
[7] Bkz. Mevdûdî, Tefhîmü’l-Kur’ân, III, 189-191.
[8] M. Hayr Ramazan Yûsuf, el-Hadır, s, 39.
[9] 18/Kehf, 65
[10] 18/Kehf, 65
[11]Aliyyü’l-Kârî, el-Hazer fî Emri’l-Hadır, s, 103-105; İlyas Çelebi, “Hızır”, DİA, XVII, 406-409.
[12] M. Hayr Ramazan Yûsuf, el-Hadır, s, 43-45.
[13] M. Hayr Ramazan Yûsuf, el-Hadır, s, 42-43.
[14] Süleyman Uludağ, “Hızır”, DİA, XVII, 409-411.
[15] M. Hayr Ramazan Yûsuf, el-Hadır, s, 175.
[16] Bkz. 6 Enam 8, 9, 50; 11 Hud 12, 31; 25 Furkan 7.
[17] Bkz. 17 İsra 95.
[18] Bkz. Şemseddîn-i Sivâsî, Nakd-i Hâtır, v, 83a.
[19] Bkz. Şemseddîn-i Sivâsî, Nakd-i Hâtır, v, 19b.
[20] Bkz. Şemseddîn-i Sivâsî, Nakd-i Hâtır, v, 109b.
[21] Bkz. Şemseddîn-i Sivâsî, Nakd-i Hâtır, v, 51a.
[22] Bkz. Şemseddîn-i Sivâsî, Nakd-i Hâtır, v, 160b.
[23] Bkz. Şemseddîn-i Sivâsî, Nakd-i Hâtır, v, 170b.
[24] M. Hayr Ramazan Yûsuf, el-Hadır, s, 54-55.
[25] Aliyyü’l-Kârî, el-Hazer fî Emri’l-Hadır, s, 83; Zemahşerî, Keşşâf, s, 625; İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, V, 169; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, XV, 462.
[26] Bkz. Zemahşerî, Keşşâf, s, 505.
[27] Buharî, Tefsîr 18/2.
Ali AKPINAR
Yazar
Kur’ân, mü’minlerin kardeşliğinden bahsederken şöyle buyurur: “Şüphesiz ki ancak mü’minler kardeştirler. Öyle ise kardeşlerinizin arasını düzeltin; Allah'tan sakının ki merhamet olunasınız.”[1]Âyet, k...
Yazar: Ali AKPINAR
Kokusu, feyzi çağları aşan ilim ve hikmet pınarı Cafer-i Sâdık Hazretlerinden bir hikmeti naklederek söze başlamak istiyorum. Bilindiği gibi Cafer-i Sâdık Hazretleri Peygamberimiz’in soyundan gelen se...
Yazar: Aydın BAŞAR
Yüce Allah’ın son kitabı Kur’ân-ı Kerim, bütün zamanlara ve bütün coğrafyalara gelmiş bir kitaptır. O’nun son peygamberi Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in 23 yıllık emeğinin sonlarına doğru gerçekleştir...
Yazar: Ali AKPINAR
İslâm ideali, aslında insan ideali demektir. Zira din, insan için vardır. Bu idealin beslenmesi ise kalbin hareketiyle gerçekleşir. Sevgi eksik olan insanların dindarlıkları, sadece dışsal bir gösteri...
Yazar: Oğuzhan AYDIN