Prof. Dr. Hakan Yekbaş ile Röportaj
Tasavvufî Türk Edebiyatı ve Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)
- Tasavvufî Türk Edebiyatı deyince ne anlıyoruz hocam?
- Geleneğimizde tasavvuf, yalnızca dinî kuralları ihtivâ eden bir anlayış değildir; aynı zamanda eğitim sistemi olarak önemli bir işleve sahiptir. Bu eğitimin de en güzel ve estetik bir şekilde söz ile şiir ile yapıldığına şahit olmaktayız. Bu düşüncelerle mutasavvıf şair, şiiri tasavvufu ve hâli anlatmak için araç olarak kullanmıştır. Edebiyatımızda Ahmed-i Yesevî ile başlayan tasavvufî şiirin en önemli gayesi de budur. “Sırr-ı hikmet”i, yani hikmetin sahibine giden yolu, şiir vasıtasıyla gönüllere nakşetmek tasavvufî şiirin düsturu olmuştur.
Bu bağlamda mutasavvıf şairin gayesi de bildiği bir hakikati anlatmak, halkı doğru bildiği yola sokmak ve hâli söze dökmektir. Bunu gerçekleştirebilmek için de en etkili vasıta şiirin büyülü dünyasıdır. Tasavvufî şiir, telkînî ve didaktik bir amaçla yazılmıştır.
Şiirin, sözün, sanatın geleneğimizde birçok işlevi olmuştur. Şiir, bizim gönül dünyamızda sadece sanatsal veya estetik gayeyle söylenen mısralar bütününden ziyade bir hikmeti ve hakikati ifade etme aracı olarak da görülmüştür. Peygamber Efendimiz (s.a.v) ne buyuruyor: “Şiirde hikmet vardır.” (Ebû Dâvûd, Edeb 95, (5011); Tirmizi, Edeb, 63, 2848.)
Evliyaullah da bu hikmete binâen ne yapıyor? Şiirler söylüyor, gazeller, mesnevîler, nutk-ı şerifler nazmediyor. Peygamber Efendimizin sünnetine bir anlamda ittibâ etmiş oluyorlar. Bu yüzden özellikle mutasavvıf şahsiyetlerin halka ve mürîdânına hitâbı şiirle olmuştur.
Bu şiirin varlığa bakışı kısaca şu şekilde ifade edilebilir: Âlem-i sûrette, yani bu dünyada her ne varsa Vücûd-ı Mutlak’ın esmâ ve sıfâtından birinin tecellîsir. İnsan ise ism-i a’zamın mazharıdır. İnsanın bu üstünlüğü ise gönlü sebebiyledir. İnsan gönlü, her şeyi ihâta edecek kadar engin ve derindir.
Esas olan hâldir ve hâl mücerrebdir. Ancak hâlin meydana getirdiği mânevî zevk, tam olmasa da şiir yoluyla aktarılabilir. Bu yüzden hâl ehlinin de sözü âb-ı hayât gibi etkili olur, ölmüş gönülleri diriltebilir. Ruhunu her türlü fenalıklardan arındırmış olan mutasavvıf bir şairin söyledikleri de bu hâletin ilhamıyladır. Şiir, o hâli ifade için bir vasıtadır, vesiledir.
Hakîkî sanatkâr, fânî olanın arkasında gizlenen ebedî ve ezelî güzeli anlatan kişidir ki, geleneğimizde güzel sanatlar Allah’a yükselmenin bir aracı, yolu olarak görülmüştür. Bu araç, bazen kelimeler yoluyla şiir, bazen mûsikî ve güfteler aracılığıyla ilâhi, bazen renkler vasıtasıyla ebrû, bazen taşın işlenmesiyle mimarî, bazen de yazının estetik hâli hat sanatı olur.
Tasavvuf ve gelenek, birlikte ele alınan kavramladır. Şair, öncelikle âb-ı hayât yolculuğuna çıkmış, bu yüzden de Hızır’a arkadaş olmuş bir kişi olarak tanımlanmaktadır. Âb-ı hayât, tasavvuf lisanında hakikat bilgisini ifade eder, Hızır ise bu bilgiye sahip olan büyük bir velîdir.
Doğu ve Batı medeniyetlerine ait şairlerin bir arada zikredilmesi Karakoç’un bilinçli bir tercihidir. Çünkü her iki medeniyete mensup şairleri, Dante ve Shakespeare ile Hâfız, Nizâmî ve Fuzûlî’nin hepsinin de gayesi âb-ı hayâtın, yani mutlak ve tek hakikatin peşinde olmalarıdır.
Bundan dolayıdır ki tasavvufî şiirin dili de terminolojisi de derin mânâlar ihtivâ eder. Mutasavvıf şair görünüşte hüsn, aşk, âşık, ma’şûk, şarap, mey, sâkî, meyhâne gibi kavramlardan bahsetse de asıl amacı Allah’ı övmek, her güzellikte Cemal-i Mutlak’ı aramaktır. Yani eseri değil müessiri övmektir.
Edebiyatımızda Ahmed-i Yesevî ile başlayan ve sırr-ı hikmet içeren tasavvufî şiir geleneği; Yûnus Emre, Niyâzî-i Mısrî, Ümmî Sinân, Aziz Mahmûd-ı Hüdâyî, Eşrefoğlu Rûmî ve nihayetinde asrımızda Osman Hulûsi Efendi (k.s.) gibi mutasavvıf şairlerle devam etmiştir.
- Dîvân-ı Hulûsi-i Dârendevî’nin müellifi Osman Hulûsi Efendi (k.s.)’nin şiirleriyle gönüllere tesirini nasıl değerlendirirsiniz?
- Osman Hulûsi Efendi (k.s.), Ahmed-i Yesevî’den itibaren süregelen gönüllere insan ve Hak sevgisini söz ve şiir vasıtasıyla nakşeden geleneğin çağımızdaki son temsilcilerinden biridir. Osman Hulûsi Efendi’nin şiirlerine yansıyan bu anlayışın başarılı bir şekilde tezâhür ettiğini müşâhede etmekteyiz ki, bunun temelinde iki sebep yatmaktadır:
Birinci sebep, geleneği çok iyi biliyor olmasıdır. Her şeyden önce o, iyi bir muhakkik. Çocukluk yaşlarından itibaren şiir yazmaya hevesli, öğreniyor, Dîvân ve tasavvuf edebiyatının kavramlarına vâkıf. Yûnus’u biliyor, Mevlânâ’yı biliyor, Molla Câmî’yi biliyor, birçok şairi okumuş.
Bu vesileyle dîvân şiirinin önemli tezkirecilerinden Latîfî’nin iyi bir şairin sahip olması gereken vasıfların başında kendinden önce şairleri tanıması ve binlerce beyit ezberlemesi gerektiği şeklindeki sözlerini hatırlatmak isterim. Latîfî neden şairin bu vasfa sahip olmasını ister? Çünkü geleneği bilmek ve üç büyük medeniyetin harmanlandığı klasik ve tasavvuf edebiyatının kavramlarına vâkıf olmanın şartı budur. Velhasıl dîvân şiiri bir geleneğin ürünüdür. Geleneğin dışına çıktığınız zaman müteşair sayılırsınız. Yani iyi bir şair sayılmazsınız.
Hulûsi Efendi (k.s.)’nin şiirlerindeki belâgat ve estetiğin kaynağında da az önce ifade ettiğimiz gibi bu geleneği çok iyi bilmesi yatmaktadır. Eskiyi ve özellikle iyi şairleri okumuş ve özümsemiş. Bakın, bu söylediklerimi birkaç örnekle izah edeyim. Tasavvufî Türk edebiyatının büyük şairi Bizim Yûnus, bir şiirinde şöyle seslenir bizlere:
“Dövene elsiz gerek,
Sövene dilsiz gerek,
Derviş gönülsüz gerek,
Sen derviş olamazsın.”
Bunlar, hemen herkesin bildiği mısralar değil mi? Buna karşı Hazret ne demektedir?
“El ile dövseler de dil ile sövseler de
Bin kez incitseler de bir can incitmeyesin.”
İşte mânânın ruhu ve ifade kuvveti aynı. İhramcızâde Hazretleri de bir öğüdünde, “Ne incit ne incin. İncinmemek kolay, incitmemek zor” demektedir. Bizim Yûnus ne diyor? “Bir kez gönül yıktın ise kıldığın namaz değil / Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil,” Hacı Bektaş Velî ise gönüllere şu şekilde hitap etmektedir: “İncinsen de incitme.” Asrımızın büyük mutasavvıflarından Alvarlı Efe ise aynı duyguları şu şekilde terennüm eder: Âşık der incitenden, / İncinme incitenden, / Kemâlde noksan imiş, / İncinen incitenden.”
Hulûsi Efendi ( k.s.) de aynı şekilde sesleniyor sevenlerine. Bahsettiğim gelenek bu işte. Bir söz vardır “Ey oğul birdir, kap değişse su.” Yani hakîkat-ı ma’nevî; Mevlânâ, Yûnus, Niyâzî-i Mısrî, Eşrefoğlu Rûmî gibi farklı isimlerde ve suretlerde, ama aynı dille, aynı samimiyetle anlatılır. Nedir anlatılan. Allah sevgisi, Allah’ın râzı olduğu kul olmaktır mesele.
Yine Yûnus’tan bir örnek. Çok bilinen beyitlerden örnek veriyorum ki daha iyi anlaşılsın:
“Cennet cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç hûri
İsteyene ver onları, bana seni gerek seni”
“Allah’ım, ben senin cemâline tâlibim, başka bir arzum yoktur.” demekte Yûnus. Hulûsi Efendi Hazretleri ne der?
“Kimi cennât ile hûri kimi gılmân isteğinde
Kimisi ancak rızâyı Hak ile rü’yettedir.”
Yani benim tek isteğim, Hakk’ın rü’yeti; cemâlullah’ı görmek, onun rızâsını kazanmaktır.
Ezcümle bir tarafa Yûnus’u, Mevlânâ’yı, Ümmî Sinan’ı, Niyâzî-i Mısrî’yi bir tarafa ise Hulûsi Efendi (k.s.)’yi koyalım. Şiirlerdeki mahlası kaldıralım, göreceksiniz ki hepsi aynı hakikati, aynı mânâyı terennüm etmektedir, arada hiçbir fark görmezsiniz. Bunu sadece mâna yönünden söylemiyorum, sanat gücü yönünden, üslup yönünden, aruzu kullanmaktaki ustalık yönünden de söylüyorum.
Çünkü dîvân şairinin sanatında esas olan bir anlayış vardır: Şiir, fikrin veya realitenin tahakkümünden kurtulmalı; insanın kulağına ve gönlüne hitap eden bir söyleyişe sahip olmalıdır.
Bu saydığımız isimler bir anlamda bu coğrafyanın, bu toprakların bahçıvanlarıdır. Allah dostları, bu toprağı, bahçeyi târumâr etmek isteyenlere karşı kelam ile söz ile vahdet tohumunu ekerler. Peki bahçe dediğimiz toprak dediğimiz nedir? Eşref-i mahlûkât olan insandır, insanın gönlüdür.
Mürşid-i kâmiller, mânevî anlamda rehber olmanın yanı sıra çok iyi hatip ve söz ustalarıdır. Çünkü onlar sözü, ruhsat ile söylerler. Onlar, gönül dediğimiz bu bahçeye vahdet tohumunu atarlar. Bu tohumu en etkili bir şekilde şiirle atarsınız.
Şiir, ehlinin dilinde bir tebliğ aracıdır. Hz. Peygamber (s.a.v.), ”Şiirde hikmet vardır.” buyurarak şiire teşvik etmiş müşriklerin hicivlerine karşı kötü niyetli şairlere karşılık vermek üzere yanında şairler bulundurmuştur.
Bu bağlamda yukarıda saydığımız şairlerin tamamı sözü öze, özü söze fedâ etmeden tek bir hakikati dile getirmeye çalışmışlardır. Şiirin gayesi de bu olmalıdır kanaatimce.
- Mânâ ve üslup bakımından da aynı hakikatin kendi lisanlarıyla ifadesi değil mi hocam?
- Tabii ki. Her ne kadar şiir bir kâl, yani söz ile ifade sanatı gibi görünse de bazı şairler onu hâl dili yapmışlardır. Şimdi buradaki derinlik şu: Hem mânâ var hem üslup var hem de akılda kalıcılık var, tıpkı Yûnus gibi.
Bakınız dîvân şiirinden başka bir örnek verelim: Dîvân şiirinin zirvesi Fuzûlî Hazretleri, aşkı, ızdırabı, tasavvufu kısacası klasik şiirimizin her yönünü görebileceğiniz Türk edebiyatının en büyük şairi. İngilizlerin bir Shakespeare’i vardır, 16. yüzyılda, övünür dururlar. Emin olun, tek başına Fuzûlî 16. asırda da yaşamış bir edip olarak sanatıyla, üslubuyla, bize bıraktığı mirasla binlerce Shakespeare’e bedeldir. Türk edebiyatının mihveri bir şâirdir, yani zirvedir gerçekten.
Fuzûlî’nin şu beytindeki mânâya ve üsluba dikkat edin. Ardından Hulûsi Efendi (k.s.)’nin mısralarında aynı duygunun terennümüne bakalım.
Âşık oldur kim kılar cânın fedâ cânânına
Meyl-i cânan etmesin her kim ki kıymaz cânına
Ne diyor, basit olarak açıklayalım: Âşık olan, canını sevgiliye muhabbet yolunda fedâ etmelidir. Eğer bunu yapmıyorsa, o gerçek âşık değildir.
Hulûsi Efendi bunu şöyle dillendiriyor:
Gamze tîgıyla Hulûsi hastanın al cânını
Bir murâda ere kim ola sana cânı fedâ
Anlamdaki söyleyiş güzelliği de aynı. “Ey sevgili, bir nazarınla senin âşığının canını al ki, murâdına ersin de bu canı senin yolunda fedâ etmiş olsun.”
Fuzûlî de, Hulûsi Efendi de aynı şeyi söylüyor. Bu can, sevgiliye ait. Yani bu can ne senin ne benim, canı veren Rabbu’l-Âlemîn. O yar yoluna da fedâ olsun. Âşıklığın şiarı da budur, âşığın muradı da budur.
Tasavvufî şiirimizin zirve isimlerinden Niyâzî-i Mısrî bir beytinde şöyle der:
“Çün sana gönlüm mübtelâ düştü
Derd ü gâm bana âşinâ düştü”
Âşığın zaten âşinâ olduğu nedir? Dert ve gamdır. Başka bir şey olması da mümkün değildir. Âşığın tek derdi yâre kavuşmaktır. O da olmadığı için hep dert ve gam içindedir. Hulûsi Efendi bu gerçeği şöyle söylüyor:
“Gönül bir gül için bin hâra düştü
Onulmaz dert kesilmez zâra düştü”
İnanılmaz bir ifade gücü var burada. Meşhur bir atasözümüz vardır: Gülü seven dikenine katlanır. Şair, güle vâsıl olmak için binlerce dikene katlanmak gerektiğini söylemektedir. Bu yüzden derdi devâsı olmayan, onulmaz bir derde ve acılara gark olduğunu ifade etmektedir.
Söyleyecek söz bazen kalmıyor. Bazen insanın gözlerini kapatıp o mânâ içinde, kendi kalbini, kendi gönlünü dinlemesi lazım. Bazı sözlerin şerhe de ihtiyacı yok, biliyor musunuz? Sadece onu düşünmek, onu tefekkür etmek gerekiyor.
Benzer bir şekilde Yenişehirli Avnî Bey ne der?
“Sanman taleb-i devlet ü câh etmeye geldik
Biz âleme bir yâr için âh etmeye geldik”
Ne kadar güzel! Biz bu dünyaya makam, mevki için gelmedik. Sevgili için âh etmeye geldik. Âhın dîvân şiirindeki anlamını bilirsiniz. “Âh” (آه) kelimesi, aynı zamanda Allah lafzının kısaltmasıdır. Baştaki Elif harfi ve sondaki güzel “h” yan yana gelince “âh” olur. Yani “âh çeken” aslında ne demiştir? “Allah” demiştir. “Biz bu dünyaya sevgili için, Allah demeye geldik,” diyor. Hakîkî sevgili de zaten Allah’tır.
Hulûsi Efendi’nin beytini okuyalım:
“Gönül cândan geçer
Yârdan geçilmez
Cihânı terk eder
Yârdan geçilmez.”
Bütün cihânı sevgili için terk ediyor. Bilirsiniz, tasavvuf geleneğinde “terk-i dünyâ, terk-i ukbâ, son olarak terk-i terk” esastır. Âşığın terk etmeyeceği tek şey vardır. O da mâşûkudur. Aynı duyguları Fuzûlî, şu şekilde ifade etmektedir:
“Aşk terki dil ü cândan görünürdü müşkil
Terk-i aşk eyle dedin terk-i dil ü cân ettim”
Anlaşılacağı üzere şair, aşkı, yani aşkın muhâtabı olan yâri terk edeceğine gönlünü ve canını terk etmeyi tercih eder.
- Hulûsi Efendi Hazretleri’nin nutk-ı şeriflerindeki tesirin esasının samimiyet olduğu hususunda neler söylersiniz?
- İkinci sualinize cevap verirken iki hususa dikkatinizi celp etmek istemiştim. Hulûsi Efendi’nin geleneği iyi bildiğini, gelenekteki usullere uygun bir şekilde şiir söylediğini ve bunda çok başarılı olduğunu örneklerle ifade etmeye çalışmıştım.
Hulûsi Efendi’nin iyi bir şair olmasını sağlayan ikinci husus ise şiirlerindeki samimiyeti, hâlini şiirine yansıtmış olmasıdır. Malumunuzdur, bazı şâirler vardır, inanmadığını söyler, yaşamadığını söyler. Fuzûlî merhum bir beytinde bunu şöyle ifade etmekte:
“Eğer derse Fuzûlî ki güzellerde vefâ var
Aldanma ki şair sözü elbette yalandır.”
Hulûsi Efendi’nin de ona yakın bir ifadesi var:
“Hulûsi her sözün sıdkı sözünü hâl edinmektir
O söz ki olmaya hâl cümle kavl-i kâzibîn olmuş”
O söylediğini gönlünde, iç dünyasında özümsemiş, hâl olarak yaşamış ve insanlara da bu doğrultuda tavsiyelerde bulunmuştur. Hulusî Efendi, bu beytinde bizlere kısaca, “Özünüz de sözünüz de bir olmalıdır.” demektedir. Bu anlamda, Hazretin Dîvânı’na baktığımızda, hâlin samîmî terennümünü ve hakikatin şüphe götürmez ifadesini görürsünüz.
Öncelikle, aşk-ı ilâhînin var olduğunu hissedersiniz. Onun bütün şiirlerindeki esas öz; aşktır, mâşûka duyduğu sevgidir. Bütün derdi; aşk ve hakikat yolculuğunu ihvanlarına, kardeşlerine samîmî bir üslupla anlatmaktır.
Başka bir beyitte ise aşk yoluna ancak Hakk’ın rızâsı ve nasip etmesiyle girileceğini bizlere hatırlatır:
“İşit âşıkların sırrını ta’n eyleme ey ihvân
Veren aşk u muhabbeti değil mi Hazret-i Sübhân”
Bizler inanırız ki sevmeyi de aşkı da gönüllerimize yerleştiren Allah’tır. Tabii bu da bir nasip meselesi. Bazen ne yaparsanız yapın, eğer nasibinizde yoksa o aşkı, o duyguyu yaşayamıyorsunuz. Ama işte bazı insanlar seçilir; seçilmiş insanlar vardır. İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Efendi gibi, Osman Hulûsi Efendi (k.s.) gibi. Aşk da nasip meselesidir, sevilmek de.
Sadece sevmek değil. Siz birini seversiniz de o sevginize karşılık alamayabilirsiniz. Fakat burada durum farklıdır. Her iki tarafın da birbirine muhabbeti, sevgisi vardır. Yani onların kalbi aşk-ı ilâhîyle Rabb’ine bağlıdır, Rabb’i de o kulunu sevmektedir.
Tabii, Allah sevdiğini kuluna da sevdirir. Bu yüzdendir ki insanlar, mürşid-i kâmillerin olduğu mekânlara doğru tıpkı coşkun nehirlerin denizlere kavuşması gibi akarlar. Bu sevgiyi gönüllere nakşeden de Allah’tır; Rabbimiz kendi sevdiğini diğer insanlara da sevdirir. O yüzden evliyaullahın bulunduğu yer merkezdir.
Bunu unutmamak gerekir. Konya’da Mevlânâ’dır, Kastamonu’da Şeyh Şâbân-ı Velî, Bursa’da Emir Sultan, Sivas’ta İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi Hazretleri, Darende’de ise Şeyh Hamîd-i Velî / Somuncu Baba’dır, Osman Hulûsi Efendi’dir.
Hulûsi Efendi’nin edebî yönünü güçlü kılan onun geleneğe bağlı bir tarzda şiir söylemesi ve şiirlerindeki samîmiyetidir. Yani yaşadıklarını, hâlini bizzat şiire aktarmasıdır.
- Dîvân şiirinde geçen Leylâ ve Mecnûn motifi hakkında bilgi verebilir misiniz hocam?
Bir beytinde Hulûsi Efendi (k.s.), Allah’a duyduğu aşkı tasavvufî remiz ve sembollerle anlatıyor. Şöyle diyor:
“Her kanda baksa gözlerim görmez o yârın gayrısın
Bilmem o yârı ben miyim ben mi o cânân olmuşum”
Hemen aklımıza Leylâ ile Mecnûn gelir burada. Bakın, ne diyor üstat: “O yâr ben miyim, yoksa ben mi o cânân olmuşum?” Yani ben ve sen ortadan kalkmış, sadece yâr vardır.
Fuzûlî’nin Leylâ ile Mecnun mesnevîsini bilirsiniz. Leylâ bir türlü kavuşamaz, babası Leylâ’yı vermek istemez, bu aşkını unutsun diye kızını zorla İbn-i Selâm adında çok zengin bir tüccarla evlendirir. Tabii, Mecnun bunu duyunca bedduâ eder. Leylâ da İbn-i Selâm’a kendisini sevmediğini açıkça ifade eder.
Bir süre sonra Mecnun’un bedduâları yüzünden İbn-i Selâm ölür. Fakat çok ilginçtir, Mecnun, İbn-i Selâm’a yine de üzülür, çünkü o da aşkı uğruna ölmüştür. Aşk uğruna ölmek ne kadar güzel bir şey. Allah uğrunda ölmek en güzeli tabii.
Leylâ perişan olur. Babası bakar ki bu işin çözümü yok, başka bir beldeye göç ederler. Göç kervanı hazırlanır, yola çıkarlar. Bu arada Leylâ’nın devesi yolunu şaşırır ve çölde kaybolur. Çölde her hâlinden meczup olduğu anlaşılan perişan bir hâlde biriyle karşılaşır. Leylâ, adama sorar “Sen kimsin?” Acınası durumdaki adam cevap verir: “Ben Mecnun’um.” Leylâ inanmaz, “Sen Mecnûn olamazsın.” der.
Yani o kadar perişan bir haldedir artık. Mecnun hikâyesini anlatır, Leylâ çok üzülür. Mecnun orada bir gazel okur, der ki: “Eyle ser-mestem ki idrâk etmezem dünyâ nedür / Ben kimem sâkî olan kimdür mey ü sahbâ nedür” Bakın, aşk onu o noktaya getirmiştir ki, kendini bile tanımamaktadır. “Ben kimim, sâkî kimdir, kadeh nedir, şarap nedir?” Hiçbir şey bilmiyor. Tek bildiği aşktır.
Leylâ bu esnada kendini tanıtır, “Bak, ben de Leylâ’yım,” der. Fakat çok ilginçtir, Mecnun Leylâ’yı tanımamıştır, Leylâ da Mecnun’u tanımamıştır. Mecnun yüzüne bakar ve şu beyti okur: “Ger ben ben isem nesin sen ey yâr / Ger sen sen isen neyim men-i zâr” Yani, “Leylâ, sen diyorsun ki, ben Leylâ’yım. Ama sen Leylâ isen ben kimim? Ya ben Mecnun isem sen kimsin?”
Hulûsi Efendi (k.s.)’nin beytini tekrar okuyalım: “Her kanda baksa gözlerim görmez o yârın gayrısın / Bilmem o yâri ben miyim ben mi o cânân olmuşam.” Mânâ itibarıyla iki beytin arasında hiçbir fark yok. Bu, hâlin, dil ile kâl ile ifadesidir. Geldiği kemal derecesini çok güzel bir şekilde ifade etmektedir.
Sözü çok uzatmak istemem, ancak benzer bir hikâye daha vardır. Biz edebiyatçılar bazen konuşurken kıssadan kıssaya geçeriz. Mecnun, bir gün Leylâ’nın çadırına gelir. Leylâ içerden seslenir, “Kim geldi?” Mecnun, “Ben geldim,” der. Leylâ, “Git, sen daha hakîkî âşık olamamışsın, âşık değilsin, biraz daha yan da gel.” der.
Mecnun hayıflanır, “Daha nasıl âşık olayım? Adım Mecnun’a çıkmış, çöllerdeyim, herkes benimle alay etmekte, hatta deliyim diye taşlamakta.” Mecnun, söylenerek ayrılır oradan. Çöllerde bir süre daha mecnun mecnun gezer. Sonra tekrar Leylâ’nın çadırına gelir, ancak yine aynı cevabı alır.
Leylâ’nın sözündeki hikmeti anlayamaz Mecnun. Neyse, yıllar sonra tekrar çadırın önüne yine gelir. Leylâ der ki, “Kim geldi?” Mecnun bu sefer der ki, “Sen geldin.” İşte, benliğin yok olması hâlidir bu. Aşkta benlik yoktur. Üstadın söylediği de budur. Âşık olmak, o olmak yani sevdiğinle hemhâl olmak demektir. Eğer olamıyorsanız, âşıklık iddiasında bulunmak doğru değildir. İşte o zaman şairin sözü yalan olur.
Benzer bir söyleyişi, Yûnus Emre’de de görürüz. Bakın Yûnus ne diyor: “Ey dün ü gün Hakk’ı isteyen bilmez misin Hak kandadır / Her kandasam anda hâzır kanda bakarsam andadır.” Ne diyor? “Ey gece ve gündüz Allah’ı isteyen, Allah’ın nerede olduğunu bilmez misin; her neredeysem orada hazır, nereye baksam oradadır.” Hulûsi Efendi, işte her nereye bakarsa, Hakk’ı görüyor. Her nerede bulunuyorsa, Hakk’ın orada olduğunu biliyor. Hakîkî iman da bu değil midir? O yüzden şiirindeki samîmiyet buradan kaynaklanıyor.
“Kendi mir’âtına nazar eylesen yârı görürsün
Cân gözünden gayrı ana açacak göz arama”
Aynaya bakıp yârı görmek. Bu ancak beni, mâsivâyı terk etmekle mümkündür. Her göz de bu hakikati göremez. Muhteşem bir benzetme var aslında burada. İfade gücü çok yüksek. Üzerine samîmiyet de eklenince ister istemez bu mısralar gönüllere nakşoluyor. Hulûsi Efendi’nin bu beytinde de aynı Fuzûlî’de olduğu gibi ikiliğin kalktığını ve vahdet-i vücûdun gerçekleştiğini görüyoruz. Beyitte, fenâfillâha ulaşmış olan bir mutasavvıfın, kâl ile hâlini ifade etmesine şahit olmaktayız.
Her varlığın mazhariyetinde görünenin ve onda tecellî edenin Hak olduğuna inanan tasavvuf ehli için bütün mevcudat içinde hiçbir şey yoktur ki, Hak ile söz söyler olmasın, Hak ile görülen olmasın. Aşağıdaki beyitlerde Hulûsi Efendi (k.s.)’nin de büyük ölçüde fikirlerinden ve sanatlarından etkilendiği Eşrefoğlu Rûmî, Niyâzî-i Mısrî ve Oğlan Şeyh İbrahim Efendi bu düşünceyi açık bir şekilde ifade etmektedir:
“Kendi varlığıyle küllî varlığım mahv eyledi
Dost gözüyle baktı ol Dost yüzünü gördü bu aşk”
Eşrefoğlu
“Söyleyen ol söylenen ol gören ol görinen ol
Her ne var a’lâ vü esfel bilki cânân andadur” Niyâzî-i Mısrî
“Tasavvuf cümle zerrât-ı cihanda Hakk’ı görmektir
Tasavvuf gün gibi kevne nümâyân olmağa derler”
İbrâhîm-i Gülşenî
Bilindiği gibi tasavvuf geleneğinde mutlak varlık tek ve benzersiz olan Allah’tır. O’nun gayrısı olanlar kendi kendilerine yeterli varlıkları olmayan, ancak varlık ya da var gibi görünmelerini asıl varlığa borçlu olan kesret âlemidir. Bu yüzden sâlik için tek yol kendi varlığını yok bilip aşk ve muhabbetle her şeyde Allah’ı tefekkür etmektir. Çünkü tasavvuf ehli için Allah’tan başka bir varlık yoktur. Evrendeki bütün değişimler, yok olmalar, var olmalar sadece görüntü bünyesindedir.
Bu düsturla hareket eden Hulûsi Efendi, tevhîde ulaşmak için çabalamış ve amacına ulaşmıştır. Şair, bu itibarla artık baktığı her nesnede Hakk’ı görmektedir. Hulûsi Efendi, tevhidin şuuruna varmış, kendi beninden arınarak, gerçek ben’e kavuşmuştur. Şair, şiirlerinde bu hakikati her fırsatta dile getirmektedir:
“Görsen görünen her yan cânân yüzüdür ey cân
Aslın sanadır bürhân geçsen bu hüviyyetden”
Gerçekten de vuslata eren bir âşık için artık benlik ve senlik yoktur, sadece yâr vardır. Dolayısıyla âşık, her nereye baksa onu görecektir. Şair, Mevlana’nın “O bende benimle ilgili bir şey bırakmadı.” ifadesindeki, aşkın gerçek hürriyet olduğunu idrak eden bir anlayışa sahip olduğunu şiirlerinde veciz bir şekilde anlatmıştır.
- Hulûsi Efendi Dîvânı Osmanlı Türkçesiyle Hattat Cafer Kelkit’e yazdırılarak Vakıf tarafından neşredildi. Bu çalışma hakkında bir değerlendirme alabilir miyiz?
- Hat sanatının üstadlarından Mahmud Bedreddin Yazır, güzel yazının hakîkî muhâtabının fıtrî temizliğini kaybetmemiş, zevk ve idrâki bozulmamış selim kimseler olduğunu söyler. Yani fıtrî güzellik ile yazı güzelliğini birbirinin mütemmim cüzü olarak niteler. Başka bir ifadeyle de hat sanatı, sözle söylenen hakikatin görsel bir biçimde ortaya konmasıdır. Bütün bunlardan amaç da Cemal-i Mutlak olan Allah’a ulaşmaktır.
Dîvân’ın Cafer Kelkit Bey gibi üstad bir hattat tarafından Osmanlı Türkçesiyle yazılması da bu anlamda çok değerli bir hizmet olmuştur. Dîvân’da insana, onun fıtratına, Hakk’a dair söylenen mânâ, estetik bir şekilde muhâtaplarına sunulmuştur. Hulûsi Efendi (k.s.)’nin aşk ve tevhid dünyasından kelimelere yansıyan zengin mânâlar, hat sanatının görselliği vasıtasıyla önce gözlerimize sonra gönlümüze hitap etmektedir.
Bu vesileyle kültür mirasımıza böyle güzel bir eseri kazandıran Hulûsi Efendi Vakfı’na ve onun değerli yetkililerine teşekkür ederim.
- Teşekkür ederim hocam.
Prof. Dr. Hakan Yekbaş
Özgeçmiş:
1976 yılında Sivas’ta doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Sivas’ta tamamladı. 1999 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldu. Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı muhtelif okullarda 5 yıl boyunca “Türkçe Öğretmeni” olarak çalıştı. 2004 yılında Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili Bölümü’ne “Türk Dili Okutmanı” olarak atandı.
2005 yılında yüksek lisansını, 2011 yılında doktora öğrenimini tamamladı. Yazarın Osmanlı kültürü ve edebiyatı konusunda değişik dergilerde yayımlanmış bilimsel makaleleri, kitap bölümleri, kitapları, ulusal ve uluslararası bildirileri bulunmaktadır.
Cumhuriyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak görevine devam eden Hakan YEKBAŞ, evli ve üç çocuk babasıdır.
Musa TEKTAŞ
YazarHâmid-i Velî/Somuncu Baba, 14. yüzyılda Kayseri’de doğmuş, Şam ve Hoy gibi ilim merkezlerinde tahsil görmüş, Anadolu’da Bursa, Aksaray ve Darende gibi şehirlerde irşad faaliyetlerinde bulunmuş bir sûf...
Yazar: Yusuf HALICI
Darende ve Hulûsi Efendi dostu olan kıymetli Miraç Akdoğan vekilimizle beraberiz. - Miraç Bey öncelikle daha gençlik yıllarınızdan itibaren Darende ve Hulûsi Efendi Hazretleri’yle ta...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Avrupa’dan başlar Asya içineHer karış toprağı Türk’ün vatanı Afrika’dan başlayıp da ta Çin’eHer karış toprağı Türk’ün vatanıViyana önünde at izimiz varTuna Nehri, Mostar yardır bize yârFilibe, Kırcaal...
Şair: Hulusi TATAR
1. Seninle olmak bana cân verir hayât verirCândan sarılmak sana gönlüme necât verir2. Kalem gibi kaşların katlime fermân yazarTebessümlü nigâhın afvıma berât verir3. Mahmûr elâ gözlerin duygulandırır ...
Yazar: Es-Seyyid Osman Hulusi Ateş Efendi