Kulluğun Boyutları
Hem Rabb’imiz hem de Peygamberimiz bir Müslümanın neler yapması veya nelerden kaçınması gerektiği hususunu bizlere açıklamışlardır. Dolayısıyla hepimizin önünde yapılması gereken işler ile kaçınılması gereken hususlar açık ve net bir şekilde bulunmaktadır. Her şey bizlere beyan edilmiştir. İslâm âlimleri de, biz iyi anlayalım diye, emir ve yasakları izah eden binlerce çalışmalar yapmışlardır. Bu sebeple bir mü’minin, “Benim haberim yoktu.” gibi bir takım geçersiz mazeretlerin arkasına saklanma imkânızdır. İnsan İslâm’ın kendisinden istediklerini öğrenmeye istekli olursa, bunları çok kolay bir şekilde öğrenebilir.
Esasında dinimizin bizlere yönelik emir ve yasaklarını, başka bir ifadeyle, bizden talep ettiklerini iki başlıkta toplamamız mümkündür. Bunların bir kısmı Rabb’imize yönelik görevlerimizdir. Diğerleri de etrafımızdaki insanlara karşı vazifelerimizdir. Rabb’imize karşı sorumluluklarımız, namaz, oruç, hac gibi ibâdetlerimizdir. Kullara karşı görevlerimiz de yalan söylememek, zulmetmemek, kötü konuşmamak, hak yememek gibi hususlardır.
Hz. Peygamber (s.a.v.), Allah’ın kulları üzerindeki haklarından bahsederken şu veciz ve kısa cümleyle her şeyi özetler: “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, ona ibâdet etmeleri ve hiçbir şeyi ona ortak koşmamalarıdır.”[1] Kulların haklarından bahsederken de yine şu veciz ifadeyle işi özetler: “Hiçbiriniz kendi nefsiniz için arzu ettiğinizi kardeşiniz için etmedikçe iman etmiş olmaz.”[2]
Hem Rabb’imize ve hem de etrafımızdaki insanlara karşı görevlerimiz, yerine getirme zorunluluğu açısından aynıdırlar. Allah ve Rasûlü tarafından istendiğinden ikisi arasında fark yoktur. Dolayısıyla Allah kitabında namaz kılmayı emredince, bu nasıl mutlak olarak yerine getirilmesi gereken bir emir ise, “Gıybet yapmayın.” emri de aynı şekilde mutlaka yerine getirilmesi gereken bir emirdir. Bu sebeple “Namaz kılın emri önemli ancak gıybet yapmayın emri o kadar önemli değildir.” denilemez. Kezâ Peygamberimiz’in zekât verin emri ile haset etmeyin emri arasında da bir fark yoktur. “Zekât önemlidir ancak haset önemsizdir.” denemez. Tersini düşünmek insanı küfre götürür. Çünkü hem Rabb’imiz hem de Elçisi, biz uyalım diye o emirleri vermişlerdir. Bu sebeple Rabb’imizin ve Rasûl’ünün emir ve yasakları arasında bir ayırıma gidilemez. Her iki emir ve yasak türü mutlaka yerine getirilmesi gereken hususlardır. Çünkü Allah hem kendisine hem de Rasûl’üne itâat edilmesini emretmektedir.[3] Başka bir âyette de şöyle buyurmaktadır: “De ki; ‘Allah’a ve Rasûl’üne itâat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kafirleri sevmez.”[4]
Hem Allah’a hem de elçisine karşı olan görevlerimiz, bir insanın iyi bir Müslüman olabilmesinin de şartıdır. Dolayısıyla bir mü’min iki kanatlı kuş misali, hem Rabb’ine yönelik emirleri yerine getirmek hem de kullara karşı sorumluluklarına dikkat etmek zorundadır. Güzel Müslüman olabilmenin olmazsa olmaz şartları bunlardır. Bu sebeple de bir kişi, etrafındakilerle ilişkisi ne kadar iyi olursa olsun, onların hakkına ne kadar riâyet ederse etsin, Allah’a karşı sorumluluklarını yerine getirmiyorsa iyi bir Müslüman değildir. Aynı şekilde Allah’a karşı görevlerine son derece dikkat etmesine rağmen aile sorumluluğuna dikkat etmeyen veya etrafındakileri sürekli üzen bir kimse de iyi bir mü’min değildir.
Allah’a karşı görevlerimize gelince, bir mü’min bunları ne kadar yerine getirip getirmediğini bilir. Keza bu görevleri yerine getirirken ne kadar ihlâslı olup olmadığının da farkındadır. Bu sebeple, îfâ ettiği kulluk görevleri sebebiyle Rabb’inin kendisine nasıl bir muamele yapacağı hususunda içinde bir kanaat oluşur. Zira ibâdetini ne kadar hakkını vererek edâ ettiğini çok iyi bilir. Baştan savarcasına, yükü sırtından atarcasına edâ ettiği görevlerinden pek bir mükâfat alamayacağının farkındadır. Çocuklarından veya yanında çalıştırdığı insanlardan bir şey yapmalarını istediğinde, onlar bunu isteksiz yaptıklarında bundan nasıl hoşnut olmazsa, Allahu Teâlâ’nın da isteksiz ve gönülsüz edâ ettiği görevlerinden dolayı kendisine fazla bir ecir vermeyeceğini bilir. Ancak her şeye rağmen, Rabb’inin sonsuz merhametinden ümitvardır. En küçük bir vesile ile onu affedebileceğini umar. Zira âlemin sahibi; “Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını aslâ bağışlamaz. Bunun dışında kalan (günah)ları ise dilediği kimseler için bağışlar.” buyurmaktadır.[5]
Zor olan diğer taraftır, yani kullarla ilgili hak ve hukuklardır. Zira Allahu Teâlâ insanın bir minik güzel ameline bakarak kendisiyle ilgili hak ve hukuku affedip bolca mükâfatlandırabilir. Ama kullarla ilgili böyle değildir. Hakları yenen, zulmedilen, kalpleri incinen insanlar kendilerine kötülük yapanları kolay kolay affetmezler. Affetseler bile yüreklerinin kenarında bir sızı her zaman kalır. Allahu Teâlâ’nın kıyâmette kullar arasındaki alacak verecek meselelerine karışmayacağını ve en küçük haksızlığın bile ödeneceğini göz önüne getirecek olursak, âhiretteki sınavımızın kullarla ilgili kısmının çok zor geçeceğini anlarız.
Esasında bir mü’min insanlarla olan ilişkilerinde ne kadar başarılı olup olmadığını çok iyi bilir. Önünüze bir boş kâğıt alın. Hemen hemen her gün konuştuğunuz ve bir araya geldiğiniz elli insanın ismini sırasıyla bu kâğıda yazın. Sonra o insanların sizinle ilgili ne düşünüyor olabileceğini yani kanaatlerini isimlerinin karşısına yazın.
Bunu hepimiz yapabiliriz, çünkü etrafımızdakilerin bizimle ilgili kanaatlerini üç aşağı beş yukarı tahmin edebiliriz. Çevremizdekilerin bizimle ilgili düşüncelerini yazdıktan sonra listemize bakalım. Eğer elli kişiden yirmi altısının bizimle ilgili olarak iyi düşüncelere sahip olduğunu tahmin ediyorsak, kulluğumuzun ikinci kısmının iyi yolda devam ettiğini ümit edebiliriz, daha fazla güzelleştirmek için çaba göstermemiz gerektiğini anlarız. Ancak elli ismin yarısından fazlasının bizimle ilgili olumsuz kanaate sahip olduğunu düşünüyorsak, kulluğumuzun ikinci yarısının tehlikede olduğunu ve hayat sınavımızın bu kısmını bugüne kadar hebâ ettiğimizi anlarız. Hareketlerimize ve konuşmalarımıza daha fazla dikkat etmemiz gerektiğini görürüz.
Benzer bir durumu cenâzelerde yaşarız. İmam efendi, “Nasıl bilirdiniz?” diye sorduğunda nicelerimiz etraftakilere ayıp olmasın diye, “İyi bilirdik!” diye cevap verir. Ama kalbimiz hiç de öyle demez. Aklımıza ölen kişinin yapıp ettiği fenâlıklar gelir. Ve belki de “Öldü de geri kalanlar bir rahat etti.” deriz. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, “Bazı ölüler insanların şerlerinden kurtulduğu kimselerdir.” şeklinde haber verdikleri bunlardır. Peki, biz şu an ölsek, insanlar bizim için içlerinden neler derler? Bu sorunun cevabını olumsuz veriyorsak, kendimizi bir an önce toparlamalıyız.
Bütün bu yazdıklarımız bize gösteriyor ki, insanın hem Allah’a hem de diğer mü’minlere karşı görevlerini yerine getirmesi, her iki tarafça da sevilmesi çok önemlidir. Bunun yanında ümmeti kardeşçe bir arada tutmak, topluma huzur ve sükûnun egemen olması açısından da bu iki husus son derece önemlidir.
Bunun bir de dış dünyaya, yani gayr-i müslimlere bakan yönü vardır. Şöyle ki, kulun hem Rabb’ine hem de kardeşlerine karşı görevlerini güzelce yerine getirmesi, mü’min olmayanlar üzerinde de müsbet etki bırakır, kalplerini İslâm’a ısındırır. Zira İslâm temelde iki şeyle diğer insanlara tebliğ edilir. Birincisi, kulların Allah’a karşı görevlerini yerine getirmeleri. İkincisi de kendi aralarındaki ilişkileri İslâm’ın istediği şekilde düzenlemeleri. Bu iki hususu başardıklarında, gayr-i müslimler, İslâm’ın yeryüzüne nasıl bir din va’dettiğini ve insanlığa ne kazandırdığını bizzat görme imkânı elde ederler. Tarih boyunca İslâm’ı kabul edenlerin dinimizle şereflenmelerinde bu iki husus çok etkili olmuştur. Çünkü gayr-i müslimler, Müslümanların Rablerine karşı görevlerini güzelce yerine getirmeleri yanında ahlâk temelli bir arkadaşlık yaşadıklarını gördüklerinde bundan çok etkilenirler. Müslüman olmaları durumunda kazanacakları değerlere bizzat şâhit olurlar ve dinimizi kabul ederler.
Hz. Peygamber (s.a.v.), Muâz b. Cebel ile Ebû Mûsâ el-Eş’arî’yi Yemen’e İslâm’ı tebliğ etmek için göndermişti. Onlara Medine’nin çıkışına kadar refâkat etmiş ve dinimizi müjdeleyerek anlatmalarını, nefret ettirmemelerini, zorlayarak değil kolaylaştırarak öğretmelerini tavsiye etmişti. En son olarak da, birbirleriyle dayanışma içinde olmalarını tembihlemişti. Çünkü iki kişi birbiriyle anlaşamaz ve aralarında sorunlar olursa, dini tebliğ ettikleri insanlar, “Bu din daha sizi kardeş yapamamış, bizi nasıl yapacak?” diyerek sırt çevirebilirlerdi. Ama onlar o günün şartlarında Medine’den Yemen’e gittiler. Çektikleri sıkıntıları zihin dünyanızda canlandırabilirsiniz. Yemen’e vardıktan sonra ziyâret edilmedik bir şehir, uğranılmadık bir kasaba ve köy bırakmadılar. Her yerde yaşantılarıyla ve sohbetleriyle İslâm’ı tebliğ ettiler. Böylece İslâm kısa sürede Yemen’de çok hızlı bir şekilde yayıldı. Çünkü onlar hem İslâm’ı şahıslarında yaşadılar hem de Allah Rasûlü’nün tavsiyesi üzere usûlünce tebliğ ettiler. Gayretlerinin meyvelerini de topladılar.
Burada bahsettiğimiz Muâz b. Cebel’i hepimiz biliriz, ancak onun sol ayağını kıramadığını, yani aksak olduğunu belki de bilmeyiz. İşte bu insan ve yardımcısı Ebû Mûsâ o sıcaklara ve meşakkatlere katlanarak Allah’ın dinini herkese ulaştırmaya gayret ettiler. Bir gün yolları bir köye çıktı. Oradakilere İslâm’ı anlattılar. Onlar da hem karşılarındakilerin hâllerinden hem de anlatılanlardan etkilenerek şehâdet getirdiler. Muâz sonra onlara, Müslümanların beş vakit namaz kılmaları gerektiğinden bahsetti. Namazın nasıl kılınacağını öğretmek için de beraber cemâat oldular. Namaza başlamadan önce arkasındakilere “Ben ne yapıyorsam, aynısını yapın.” dedi. Fakat secdeye gittiğinde sol ayağını bükemediğini söylemeyi unuttu. Secdeye her gittiğinde sol ayağını uzatınca arkadakiler de aynısını yaptılar. Namazdan sonra onlara sordu; “Secdeye gittiğimizde siz de ayaklarınızı mı uzattınız?” “Evet!” dediler. Muaz da onlara, “Ben ayağımı bükemediğimi sizlere söylemeyi unuttum, siz bundan sonra dizlerinizi kırıp secdeye gidersiniz.” diye tembihledi. Onlar işte bu dini Arabistan Yarımadası’nda ve diğer coğrafyalarda böyle tebliğ ettiler.
Şimdi kendimize sormanın zamanıdır: “Rabb’imize karşı görevlerimiz ve kardeşlerimizle ilişkilerimiz açısından İslâm’ı gayr-i müslimlere güzel bir şekilde tebliğ edebiliyor muyuz?” Bu sorunun cevabı İslâm dünyasının şu anki durumunun içinde yatmaktadır.
Artık silkinmemizin vaktidir. Zira kulluğumuzu ve etrafımızdakilerle ilişkilerimizi düzenlemenin zamanı ânî bir ölümle elimizden kaçabilir. Hemen tevbe ederek bundan sonraki yaşantımızı güzelleştirmeye gayret edelim. Rabb’im bizleri, dünya sınavını başarıyla geçen kullarından eylesin.
[1] Buhârî, 2856.
[2] Buhârî, 13.
[3] 4/Nisâ, 59.
[4] 3/Âl-i İmrân, 32.
[5] 4/Nisâ, 48.
Enbiya YILDIRIM
Yazarz. Peygamber (s.a.v.) Mekke’den Medine’ye hicret ederken yapmış olduğu ilk icraat, Medine’ye yakın bir yer olan Kuba’da bir mescit inşâ etmek olmuştur. Medine’ye hicretinden sonra yaptığı ilk icraat d...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
Derviş kelimesi, tasavvuf terminolojisinde uzun bir geçmişe sahiptir ve kökenine dair çeşitli tartışmalar bulunsa da, genellikle “kapı eşiği” anlamındaki “der-pîş” teriminden türediği kabul edilir. Hu...
Yazar: Oğuzhan AYDIN
Hayra değil bu gidişler,Yeniden insan olalım.Sarpa sardı cümle işler,Yeniden insan olalım.Batıl hakkı bastırıyor,Yalan, bizi susturuyor,Karanlık kan kusturuyor,Yeniden insan olalım.Gökdelenler göğü de...
Şair: Bestami YAZGAN
Yüce dinimizin altı iman esasını hepimiz küçük yaşlarda öğrenmişizdir. Çünkü yazları gidilen Kur’ân kursları ile diğer dinî eğitimlerde ilk öğrendiğimiz şeylerden biri de imanın şartlarıdır. Bu altı e...
Yazar: Enbiya YILDIRIM