KEŞKE, PEYGAMBERİ DOST TUTSAYDIM..
Mekke dönemi... İslâm’ın
ilk yılları...
Mekke müşriklerinden Ukbe
b. Ebû Muayt, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sohbet meclisine merakından dolayı
sıkça gelir, onu dinlerdi. Bir gün Rasûlullah Efendimiz’i ziyâfete davet etmiş,
o da gelmiş, İslâm’a giriş vizesi olan, “Şehâdet kelimesini getirmedikçe
senin yemeğini yemeyeceğim.” demişti. Ukbe de Rasûlullah’ın hatırı için şehâdet
kelimesini söylemek suretiyle iman etmiş ve Müslüman olmuştu. Bunun üzerine
Peygamber Efendimiz onun yemeğini yemişti. Ukbe’nin en yakın arkadaşı müşrik
Ubey b. Halef onun Müslüman olduğunu duyunca yanına gelmiş, “Sapıttın Ey Ukbe!”
demiş ve onu, Müslümanlığı kabul etmesinden dolayı kınamıştı. Ukbe de, “Hayır,
sapıtmadım, fakat Muhammed evimde ‘Eğer Müslüman olmazsan yemeğini yemem.’
dediği için utandım da dilimle onun istediği kelime-i şehâdeti söyleyiverdim.” demişti.
Bunun üzerine Ubey, “Sen gidip Muhammed’in ensesine vurarak ona hakâret
etmedikçe asla seni bağışlamam.” demişti. O da arkadaşı Ubey b. Halef’in hatırı
için Rasûlullah’ı yalnız iken rast getirmiş ve onun dediklerini yaparak küfür
bataklığına geri dönmüştü. Bu olay üzerine aşağıdaki şu ayet inmişti:[1]
“İşte o gün gerçek egemenlik Rahmân’ındır ve o gün inkârcılar için
çok zor bir gün olacaktır. O gün, (dünyada iken) haktan sapmış kişi ellerini
ısırarak şöyle diyecek: ‘Keşke peygamberle birlikte aynı yolda olsaydım! Eyvah!
Keşke falancayı kendime dost edinmeseydim! Meğer bana uyarıcı mesaj geldikten
sonra, o dost bildiğim kişi bu mesajdan beni saptırmış!’ İşte şeytan insanı
(böyle) çaresizlik içinde yapayalnız bırakır.”[2]
Acaba Ukbe ve Ubey’in sonu nasıl olmuştu? Ukbe, Bedir Savaşı’nda tutsak
edilmiş ve Hz. Ali (r.a.) tarafından boynu vurulmuş, Ubey ise, Uhud Savaşı'nda
aldığı yaradan dolayı Mekke’ye dönüş yolunda cehennemi boylamıştı.
Kur’an-ı Kerim’in isimlerinden
birisi “tezkire/hatırlatma”dır.[3] Bu hatırlatmadan
kasıt, Kur’an’ın ilâhî mesajının topyekûn bütün insanlığa duyurulmasıdır.
Herkes ilâhî bilgiye muttalî olduktan sonra, hidâyet ve dalâlet, iman ve küfür
neticesinde neyi kazanıp neyi kaybedeceğini öğrenir. Böylece sorumluluk çağına
erişmiş olan her olgun insan, dünya hayatında Rabb’ine yol tutanların cennete;
O’ndan yüz çevirenlerin de cehenneme gideceklerini bilir. Hayatını da ona göre
yaşar. Kur’an-ı Kerim, şimdiden bu dünya hayatında kim ne yaparsa, âhirette
onunla karşılaşacağını her türlü anlatım tarzını kullanarak anlatır. Başa
gelecek olayları sanki başa gelmiş gibi anlatmak suretiyle uyarısını yapar.
Amaç insanoğlunun Rabb’ini bulması ve hidâyet yolunu seçerek kurtuluşa
erişmesini sağlamasıdır. İnsan bu kurtuluş yolunu seçebilecek irâdeye sahiptir.
İrâde, mümkün olan iki şeyden birisini tercih etmektir. Bu potansiyel güç
insana verilmiştir.
Dünya ve âhirette gerçek hâkimiyet âlemlerin Rabb’i olan Yüce Allah’a
aittir. Kimse O’nun egemenliğine ortak olamaz. Ortaklığa kalkışan ve bu uğurda insanları
ifsat eden hakîkat inkârcıları için kıyâmet günü çok zorlu geçecektir. Hakîkatin
bekçileri olan bizler, Rabb’imizin bu uyarısını hikmetle ve güzel bir öğütle
anlatmak zorundayız. Her insanda hakîkatin kapısını çalma istidadı vardır. En
azından kapıya getirip bırakmak bizim görevimizdir. İnkârcı insan ya kapıyı
çalar ya da yüz çevirir. Her ikisi de onun hakkıdır. O gün haktan sapmış ve
kendine zulmetmiş kişinin ellerini ısıracağından bahsedilir. Beden diliyle
elleri ısırmak ya da elleri dizlere vurmak, pişmanlık alâmetidir. Aynı zamanda
yalnız kalmanın vereceği bir çaresizliktir.
İnanç konusunda insan kendisine nasıl zulmeder? Kur’an’a göre Yüce
Allah’a ortak koşmak en büyük zulümdür.[4]
İnsanlar bu zulmü işlemekle Yüce Allah’ın hakkı olan ulûhiyet makamını gasp
etmeye cür’et etmiş olurlar. Bunun adı, şirktir. Dinî anlamda şirk, Allah’ın ortağı
olduğunu kabul etmek, Allah’tan başkasına tanrısal nitelikler atfetmek ve
O’ndan başkasına ibâdet etmektir. Bu da Yüce Allah’ın dışındaki herhangi bir
varlığa ulûhiyet vermektir. Şirkin bu çeşidine “şirk-i istiklâl” denilir.
Birbirinden bağımsız ve ayrı ayrı işleri gören iki ilahın varlığına inanmak…
İşte âyetin iniş
sebebinden anladığımız kadarıyla müşrik Ubey b. Halef, arkadaşı Ukbe b. Muayt’ı
İslâm’a girdiği için tehdit etmiştir. İmanın ne demek olduğunu iyi kavrayamayan
ya da imanı, henüz bilgi ve şuur düzeyine erişmemiş olan Ukbe, arkadaşının
tesirinde kalarak irtidâd emiştir. İrtidâd, dinden dönme, mürted de dinden
dönen kimseye verilen isimdir. Böylece Ukbe, arkadaşının tesirinde kalarak
İslâm’dan tekrar şirk inancına dönmüştür.
Bilindiği gibi, şirkin
psikolojik nedenlerinden birisi çıkar ilişkisini kaybetme kaygısı ve
korkusudur. Şahsiyeti gelişmemiş olan insanlar, belirli bir varlık üzerinde
saygı ve ibâdetini toplamakla kalmaz, görüş ve kişisel yararlarına göre birini
bırakıp diğerine tapabilir. İşte Allah’a ortak koşanın hedefi, sırf
bencilliğine dayalı olarak kişisel yararlarını gerçekleştirmektir. Artık o
kimsenin mâbûdu tek değildir, birinden diğerine geçebildiği varlıklar kadar
çoktur. Allah’a şirk koşan bir kimse, insanı yücelten ahlâkî erdemleri tanımaz.
Böyle bir insan nasıl ki, iki yüzlülük ve fırsatçılık için iman etmişse şimdi
de sırf çıkar ve bencilliği yüzünden Yüce Allah’a ortak koşar. Çünkü gitgide,
müşrik insanın ruh dünyasında çıkar ve yarar ilişkisi itiyat/alışkanlık haline
gelmiştir. Allah’tan başkasına boyun eğicilik inancı olan şirk, bir
şahsiyetsizlik, yalancı dostluk ve güven temelinden yoksunluktur. İnanç
açısından çift tabiatlı diyebileceğimiz müşrik insan, tam bir şahsiyet travması
yaşar. Hesap günü geldiği zaman Kur’an’ın uyarısına kulak vermeyen müşrikler
nedâmet duyacak ve Ukbe gibiler, “Keşke peygamberle birlikte aynı yolda
olsaydım, keşke Ubey b. Halef gibi kimseleri dost kabul etmeseydim.” diyecek...
“Bana uyarıcı mesaj geldikten sonra dost bildiğim Ubey bu mesajdan beni
saptırmış.” diyecek... Ubey gibi müşrikler şeytanın yaranı oldukları için aynı
görevi üslenmekte, insanları Allah’ın yolundan saptırmaktadırlar. Bu bağlamda Kur’an
Allah’tan başka varlıklara tapmaya çağıran kimselere de insan şeytanları
demektedir.[5]
İnsan, ister görünmeyen, isterse görünün şeytana uyarak Yüce Allah’a ortak
koşsun, sonuç değişmez, yarın kıyâmet gününde bu şeytanlar onu yapayalnız
bırakıp kaçacaklardır. O
gün Yüce Allah’ın hükmü yerine getirilince şeytan kendisine tâbi olanlara şöyle
diyecektir: “Şüphesiz Allah size gerçek bir vaatte
bulunmuştu; ben de size bir söz verdim ama yalancı çıktım. Aslında benim sizi
zorlayacak gücüm yoktu; benim yaptığım size çağrıda bulunmaktan ibaretti, siz
de benim çağrıma uydunuz. O hâlde beni kınamayın, kendinizi kınayın. Ne ben
sizi kurtarabilirim ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Ben daha önce, beni
Allah’a ortak koşmanızı kabul etmemiştim.” Doğrusu zalimler için elem verici
bir azap vardır.”[6]
Sonuç olarak, Kur’an-ı Kerim, kıyâmet günü
olacakları, “olmuş gibi” bugünden anlatıyor. Bu bir uyarı, hatırlatmadır. Son
pişmanlık fayda vermeyecektir. ‘Keşke’ler yaşanmadan, bugün aklımızı başımıza
almalı ve ilâhî irâdenin sesine kulak vermeliyiz. Kurtuluş, Kur’an ve sünnetin
ilkelerine tutunmaktır. Öyle bir arkadaş seçelim ki, bu arkadaş, bizim hem
dünya ve hem de âhiret hayatında kurtuluşumuza vesile olsun. Çünkü insanı Allah yolundan engelleyen tuzaklardan birisi
de “kötü arkadaş” olduğu unutulmamalıdır.
[1] el-Vâhıdî, Ebu’l-Hasan, Esbâbu’n-Nüzûl,
Mısır, 1968, s. 191.
[2]25/Furkân, 26-29.
[3] Bkz. 76/İnsân, 29.
[4] 31/Lokmân, 13.
[5] Bkz. 6/En’âm, 112.
[6] 14/İbrâhîm, 22.
Ramazan ALTINTAŞ
YazarDinde, akıl sahibi olan ve ergenlik çağına adım atan kadın ve erkek her Müslüman, Allah’ın kendilerine yüklediği fiillerden sorumlu tutulmuştur. Bu âlemde hiçbir varlık başıboş değildir. Hayvanl...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
İslâm’ın ilk yılları... Hz. Peygamber (s.a.v.)’ın alenî olarak İslâm’ı açığa vurduğu günlerdi. Hz. Ömer’in İslâm’la şereflendiğini gören Mekke müşrikleri infiâle ve telâşa kapıldılar. Derhal Mekke müş...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Küreselleşme, coğrafyanın sonu, zaman ve mekân sıkışması gibi anlamlara gelmektedir. Küreselleşme sayesinde yaşadığımız dijital çağda; bilgi, sermâye, eşyâ, din, siyâset ve ekonomi alanlarında s...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
İslâm; din, can, mal, akıl ve nesil güvenliğinin korunmasına büyük önem vermiştir. Bu beş temel değerin korunması, insana saygının bir gereğidir. İşte bu beş maslahattan birisi yaşama hakk...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ