Eski Darende Kaymakamı Namık Kemal İlhan İle Röportaj
- Öncelikle, yaptığınız bu çalışma vesilesiyle Hacı Hulûsi Efendi’yi tekrar yâd etmemize imkân verdiğiniz için çok teşekkür ederim. Bu vesileyle bir kez daha o mümtaz şahsiyete Allah’tan rahmet diliyorum. Çünkü üç yıl boyunca neredeyse hiç eksilmeyen bir münâsebetimiz oldu.
Sizin de ifade ettiğiniz gibi ben 1983 yılı Ağustos ayında kura çekerek, Darende’ye kaymakam olarak atandım. Bu aynı zamanda ilk kaymakamlık görevimdi. Vazifeye başladığımda Hulûsi Efendi’nin ismini duymuştum, ancak fazla bilgim yoktu. Yazı İşleri Müdürümün kendisinin yeğeni olduğunu öğrenince ayrıca memnun oldum. Hulûsi Efendi de çok kısa bir süre sonra, “Hoş geldin, hayırlı olsun.” Demek için teşrif etti. Orada tanıştık.
İlk tanışmamızdaki izlenimim şuydu: Aydınlık yüzlü, insana güven veren, çok rahat sohbet edebileceğiniz bir sîmâyla karşılaştım. Bu beni çok memnun etti. Çünkü o dönemin şartları çerçevesinde bizim pozisyonumuzda olan kişiler, bu tür şahsiyetlerle münâsebette bulunmaktan genellikle çekinirlerdi. Ama Hulûsi Efendi ile ilişkilerde herhangi bir sıkıntı yaşanma ihtimâli yoktu buna kanaat getirmiştim.
Çünkü ben ne kadar devletçiysem, Hulûsi Efendi de en az o kadar devletçiydi. Ben ne kadar cumhuriyetçiysem, o benden daha fazla cumhuriyetçiydi. Ben ilme, bilime ne kadar değer veriyorsam, Hulûsi Efendi benden daha fazla değer veriyordu. İlk günkü izlenimim bu yöndeydi, görevden ayrılırken bu kanaatim daha da pekişmiş olarak ilçeden başka yere tayin oldum ve Darende’den hüzünle ayrıldım.
Bu kanaatimi güçlendiren örneklerden biri de millî bayramlardır. Kendisi millî bayramların hemen hemen hepsine katılmış, protokolde yerini almıştır. Hatta her bayramdan sonra makamıma çıkar, birlikte sohbet eder, çay-kahve içerdik.
Bu yönüyle Hulûsi Efendi, bir kanaat önderi veya din temsilcisi olarak, temsil ettiği misyonun gerçekten aydınlık yüzüydü. İlme, bilime verdiği önem ise dikkat çekiciydi. Meselâ o dönemde sanat okulu yaptırmak için yoğun çaba sarf etmişti. Bir din önderinin, imam-hatip okulu kadar sanat okuluna öncelik vermesi çok anlamlıydı. Çünkü o, ilme ve bilime gerçekten çok önem veriyordu.
O dönemlerde eğitim seferberliği çerçevesinde devlet-halk iş birliğiyle okul yapımı oldukça yaygındı. Hulûsi Efendi, bu süreçte çoğu zaman benimle birlikte köylere kadar hiç erinmeden gelmiştir. Köylülere verdiği tavsiye şuydu: “Bir köyde ilk yapılacak şey umûmî tuvalettir. Sonra okul, en son cami yapılmalıdır.”
Bu söz bende âdeta bir darb-ı mesel hâline gelmişti. Çok kullanmışımdır. Bu düşünce Hulûsi Efendi’ye aittir. Temizlik önce gelir. Çünkü umûmî tuvalet temizlik yeridir, okul cehâleti yok etme yeridir, cami ise ibâdet yeridir. Kirli insanın da, câhil insanın da camide yeri yoktur. Bu nedenle önce köyümüze tuvalet, sonra okul, en son cami yapacağız derdi.
- Bu yaklaşım, özellikle bir din adamı için çok kayda değerdi. Devlet-halk iş birliği çerçevesinde okul yapımı için valiliğin ve millî eğitimin belirlediği hedefler vardı. Valimiz, ilçelere düşen okul sayılarını belirledi. Bana da Darende’de yapılması ve onarılması gereken 40 okul hedefi verildi. Açıkçası kendi imkânlarımızla bunu başarmamız mümkün görünmüyordu.
Vali beye, “Devletin katkısı ne olacak?” diye sorduğumda, “Devlet sensin.” dedi. Yani bizden başka bir destek olmayacaktı. Malatya’dan dönerken kaymakamlığa geldiğimde oldukça düşünceliydim. Yazı İşleri Müdürüm Tacettin Bey, hâlimi fark etti, “Sayın Kaymakamımım bir şey mi var?” dedi.
Durumu anlattım. Tacettin Bey, “Amcama, yani Hulûsi Efendi’ye haber verelim.” dedi. Hemen haber verdik, 10 dakika içinde geldi. Türkiye’de eğitim seferberliği başaltılığını Darende için 40 okul hedefi verildiğini, bunu devletin imkânlarıyla değil, Hulûsi Efendi’nin önderliğinde hayırsever vatandaşların katkılarıyla yapıp-yapamayacağımızı kendine ilettim.
Gayet olumlu bir tavırla, “Başaracağız inşallah, canınızı sıkmayın Kaymakam Bey.” dedi. Gerçekten de başardık. Köylere ulaşıldı, halk motive edildi, Darendeli iş insanları maddî destek sağladı ve 40 okul çok rahat bir şekilde yapıldı. Ama benim bir avantajım vardı; Hacı Hulûsi Efendi… Diğer kaymakamlar maalesef aynı imkâna sahip değildi, onlar oldukça zorlandılar.
Bu konu daha sonra Millî Eğitim Bakanlığı’na da yansıdı. 1986 yılında Millî Eğitim Bakanı Vehbi Dinçerler’di. Ankara’daki törene Malatya’yı temsilen Hulûsi Efendi de katıldı. Çok isâbetli oldu.
Yani, devletin katkısı olmadan 40 okul yapılması kolay bir iş değildi. Bunlardan biri ilçe merkezindeydi; Hacı Hasan Başarı İlkokulu. Abdurrahman Başarı Bey’in de ciddî katkıları olmuştu. Merkezde bir okul daha yapıldı ama adını tam hatırlayamıyorum. Velhâsıl Hulûsi Efendi hakkında anlatılacak çok şey var. Ancak magazinsel konulara girmeye gerek yok. Özetle; çok aydınlık yüzlü, her düşünceden insanın kendisine saygı duymak zorunda hissedeceği devletçi bir şahsiyetti.
Benim dönemimde vakıf gibi kurumsal bir yapı yoktu. Hulûsi Efendi’nin kendisiydi her şey. Ama bir şeyi arzu ettiğinde, hemen yerine getirecek çok geniş bir çevresi vardı. Meselâ okul kampanyasında üç dört gün içinde, artık nasıl organize ettiyse, açtığımız hesaba tüm okulları finanse edecek kadar bağış geldi.
İlköğretim Müdürü Ali Rıza Hoca idi… Allah sanki onu müteahhit olarak yaratmış gibiydi. Öyle becerikliydi ki, hiç sıkıntı yaşamadık. Finansmanını Hulûsi Efendi sağladı, ustasını, işçisini Ali Rıza Hoca temin etti. Dört ayda kırka yakın okul yaptık.
Görev sürem boyunca bana gelen üst düzey misafirler oldu. Bunlardan birkaç General, Hulûsi Efendi’yi tanımak istediklerini söylediler. Götürdüm, tanıştırdım. Onlar da aynı intibayla ayrıldılar. Bir keresinde, yeni atanan bir il müdürü, Hulûsi Efendi’yi duymuş ve “Sizde bir hoca efendi varmış, tanışmak isterim.” demişti.
Zâviye civarında, balıklı havuzun başında dolaşırken müdür, “Bu balıkları niye yemiyorsunuz?” diye sordu. Çünkü o dönemde “Kıbrıs gazisi balıklar!” gibi efsaneler dolaşırdı. Hulûsi Efendi’nin cevabı harikaydı; “Müdür Bey, iki kilo et için şu güzelliği bozmaya değer mi?” Estetik ve doğallık açısından yaklaşmıştı. “Bu havuzdaki balıkları yemeye başlarsak, üç gün sonra burada balık kalmaz. Havuzun güzelliği de gider.” demişti.
- O zamanki bakanlardan Vehbi Dinçerler, Metin Emiroğlu, Galip Demirel gibi birçok üst düzey isimleri misafir etmiştir. Hulûsi Efendi’nin evinde, özellikle Cuma namazı çıkışlarında cami cemaatine çok zengin sofralar kurulurdu. 6-7 çeşit yemek ikram edilirdi. Ben de zaman zaman o sofralarda bulundum.
Savcılar arasında, “Bu hafta kabak tatlısı varsa mutlaka gidelim.” diyenler olurdu. Kabak tatlısı özellikle benim için de ayrıydı. Eğer programım müsâitse, Cuma çıkışı oraya giderdim. Sofrasından nasiplenirdim. Haftada en az bir defa, ya da iki haftada bir mutlaka bir vesileyle bir araya gelirdik. Görüşürdük; ya o gelirdi ya biz giderdik.
Hacca gideceği zaman onu uğurlamaya gittik. Dönüşünde de yine eşimle birlikte tebrik etmeye zemzemini içmeye gittik. Hanımlar bölümü bir alt kattaydı, eşim oraya geçti. Ben yukarı çıktım, “Allah kabul etsin hocam; nasıl geçti?” dedim. O da, “Kızımız ne yapıyor; nasıl?” diye sordu. “Kızınız yani eşim de aşağıda.” dedim. O zamanlar eşiyle ve bazı aile fertleriyle birlikte hacca gitmişti. “Öyle mi?” dedi ve kalkıp aşağıya hanımlar bölümüne indi. 10-15 dakika sonra eşimle birlikte yukarı salona geri geldiler.
Sonradan eşim anlattı; “Benimle çok ilgilendi, hatırımı sordu, biraz hac hatıralarından anlattı. Bu yakın ilgiyi gören bazı kadın ziyâretçiler de ona yaklaşmak istedi. Ama ‘Kızımız dışında yaklaşmayın, uzak durun.’ dedi.” Yani ailemize özel bir yakınlık gösterdi. Eşim bu anı hiç unutmaz. Sonra birlikte yukarı geldiler, epey oturduk. Güzel günlerdi...
- Meselâ misafir geldiğinde, “Buyurun, oradan koku ikram edin.” derdi. Kütüphaneyi gezdirir, koku ikram ederdi. Hulûsi Efendi’nin kokuları gerçekten çok kaliteliydi. Pahalı parfümler gibi bir kalitesi vardı. Bana da bir kutu hediye etmişti. Göreve başladığımda ilçe halkından hayırlı olsuna gelenlerin hepsi cebinden koku çıkarırdı. 50 çeşit koku… Gelen sürdü, giden sürdü. Eğer migrenin varsa ve koku iyi değilse, yandın!
Sonra aklıma geldi; “Hulûsi Efendi bana bir kutu getirmişti.” dedim. Gelen birinin cebine elini atıp koku çıkaracağını anlayınca, “Bende yeterince var.” diyordum. Hulûsi Efendi’nin kokusundan ben de misafirlere ikram ediyordum. Kütüphaneyi gezdirirdi, koku hediye ederdi. Bir de Tohma Nehri’nin kenarında bir kameriyesi vardı, köşk gibi bir yer. Altından sular akıyor, yeşil bahçe içerisinde sade bir mekândı ama muhteşem bir ortamdı. Orada çok otururduk. Hemen hemen gelen tüm bakanları orada ağırlarlardı.
1986 yılında vakıf kurulmuştu ama öncesindeki faaliyetler tamamen şahsî gayretlerle yürütülüyordu. 1990’dan sonra ise artık vakıf üzerinden faaliyetler yürütülmeye başlandı.
1986’da Divân-ı Hulûsi Dârendevî, yani Hulûsi Efendi’nin şiirlerinden oluşan eser yayımlandı. Bende de o kitap var. Yeniden bu defa bana getirdiğiniz eserler sanırım onun genişletilmiş baskısı…
- 1983-1986 arasında çok güzel faaliyetler oldu. 1986’de merhum oğlu Mahmut Kemal Bey’le birlikteydik. Aileden birkaç kişinin ve Mahmut Kemal Ateş’in vefât ettiği trafik kazasında Darende’de idim. O zamanlar ben Darende kaymakamıydım. O metâneti, sabrı ve mânevî yüceliğini bir kez daha müşâhede etmiştim.
O günü çok net hatırlamıyorum ama evdeydim sanırım. Telefon geldi. Arayan Kırşehir Valisi Fikret Güven’di. Durumu anlattı, “Kaymakam Bey, bu haberi Hulûsi Efendi’ye sizin iletmeniz lazım.” dedi. Derhal hazırlık yapmamız gerekiyordu. Vali Fikret Güven, defin işlemleriyle ilgili hazırlıkları zaten yapmış, cenazeleri yola çıkarmıştı.
Ben önce Hulûsi Efendi’ye nasıl söyleyeceğimi bilemedim. Yakın çevresinden birkaç yaşlı kişiyi çağırdım, onlara durumu anlattım. Ama onlar da, “Kaymakam Bey, biz söyleyemeyiz, mâzur görün.” dediler. Benim de bu gibi durumlarda yeterince tecrübem yoktu. Böyle büyük bir zâtın evlâtlarının vefât haberini vermek çok zordu.
Sonra doktoru aradım, durumu anlattım. “Yanımıza sakinleştirici de alın, nasıl bir reaksiyon gösterir bilemiyoruz.” dedim. Savcıya ve Cemaleddin Hoca’ya da haber verdim. Hep birlikte gittik.
Bizi güler yüzüyle karşıladı. İçeri geçtik ama yüzümden bir şey sezinledi. Bir telâşa kapıldı, bir şeylerle meşgûl olmaya çalışıyordu. “Hocam biraz oturun, yüzünüz solgun.” dedim. Doktor da tansiyonunu ölçtü, bir iğne yaptı. Etkili bir ilaç olduğunu söyledi, ama Hulûsi Efendi hiç ilaçtan etkilenmedi.
Sonra cesaretle, “Hocam, maalesef Kırşehir Valimiz aradı, böyle bir durum var.” dedim. Gözlerinden sadece iki damla yaş süzüldü. “Allah’tan geldik, tekrar O’na döneceğiz.” gibi bir cümle kurdu. Başka da bir tepki vermedi. “İstirahat edin hocam.” dedik, kabul etmedi. “Hazırlıklara başlayalım.” dedi.
Sanki hiçbir şey olmamış gibiydi. Defin edileceği yeri söyledi, ilgili kişileri çağırdı. Biz de iyice emin olana kadar yanında kaldık. Cenaze evin bahçesinin hemen yan tarafına defnedildi. Hangi saatti tam hatırlamıyorum ama 22 Eylül Pazartesi günüydü. Hulûsi Efendi’yi sabır ve matânet âbidesi olarak gördüm.
- Daha sonra müfettiş olduktan sonra, 1994’te veya 2000’li yıllarda bir kez daha uğradım. Gürün’e görevli gitmiştim, oradan bir kaçamak yapıp uğradım. Akşamüzeriydi, çok net göremedim, ama sürekli haberlerini alıyorum. İlâhiyat Fakültesi açılmış, yeni yapılar yapılmış.
Eskiden Gürün, Darende’ye göre daha canlıydı, ama artık bu roller değişmiş gibi. Darende yolunun kenarında Öğretmenevi yapılmış. O zamanlar yoktu.
O zamanki kaymakam beyle Öğretmenevine gittik, orada biraz oturduk. Oradan birilerini çağırttı. Zaten çok fazla tanıdığım da kalmamıştı. Birkaç kişiyi topladı, onlarla birlikte Aşudu’ya gittik. Oradan da Gürün’e döndüm geri. Onun dışında başka bir şey yapamadım. Uğrayıp da şöyle canlı bir şekilde göremedim.
Ancak internet ortamından ve zaman zaman görüştüğüm Darendeli dostlardan külliyenin ve civarının çok güzel bir şekilde tanzim edildiğini duydum. İnşallah bir vesileyle Darende’ye tekrar gitmeyi düşünüyorum. Şeyh Hâmid-i Velî Külliyesi’ni bugünkü güzelliğine kavuşturan Vakıf Başkanı Hamîdeddin Ateş Efendi’ye de husûsî selâmlarımı iletiyorum. Adana’nın Bahçe ilçesinde kaymakam iken bize uğramıştı bir kez görüşmüştük. Bu vesileyle Darende’de eski hatıraları yâd etmiştik. İnşallah bu yaz veya önümüzdeki yaz, eğer memlekete gitme durumum olursa, gelip görmek ziyâret etmek isterim.
Böyle bir dokümantasyon çalışmasına giriştiğiniz için gerçekten kutluyorum sizi. Bu tarz şahsiyetlerin hatıralarını yaşatmamız gerekiyor. Buna çok ihtiyacımız var. İlime, bilime, insanlığa bu kadar değer veren şahsiyetleri gelecek nesillere aktarmamız lazım. Bugün, inanın, ülkemizde en çok ihtiyacımız olan şey budur. Keşke binlerce Hulûsi Efendi olsaydı.
Bu vesileyle, tekrar kendisine Allah’tan ganî ganî rahmet diliyorum. Nurlar içinde yatsın. Sizlere de bu emekleriniz için teşekkür ediyorum. Sağ olun, elinize sağlık. Bu vesileyle Darende’deki dostlara selâmlarımı iletirsiniz. Teşekkür ederim.
Musa TEKTAŞ
YazarBilmedi Mekke halkı Rasûl’ün kıymetiniNihayet emretti Hak Habîb’in hicretiniAliyy-i Murteza’yı yatırıp yatağınaArttırdı müşriklerin korku ve hayretiniÇıktı gece yarısı Hane-i saadettenDevretti hem Ali...
Şair: Ekrem KAFTAN
15 Temmuz, ihânet sarmalının yüreğimizi çepeçevre sardığı, dondurucu vefâsızlığın iliklerimize işlediği ve Temmuz'un kavurucu sıcağında buz kestiğimiz, kan donduran bir kabus gecesidir. Din kisvesi al...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ
Tasavvufî anlayışa göre hevâ ve heves nefstedir. Bazı sûfîler, nefs kavramıyla insanın kötü sıfatlarını ve isteklerini kasdederler. Nefs, tabiatında ebediyet arzusu, cimrilik, acelecilik, hırs, nankör...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Dünya, “ev ednâ” sırrına erenler için Allah’a yakın olma yeri, yücelerin yücesi; “denî/alçak”, değersizliği seçenler için ise aşağıların aşağısıdır. Burada mahâret kulun dünyayı nasıl algılayıp, imkân...
Yazar: Musa TEKTAŞ