Dijital Çağda Âlimlerin Sorumlulukları
Âlim, Arapçayı ve bu dilin özelliklerini, Yüce Allah’ın yaşam kılavuzu olarak gönderdiği Kur’ân-ı Kerimi ve Kur’ân ilimlerini, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hadislerini ve Nebevî sünnetini iyi derecede bilen, diğer İslâmî ilimler alanında da toplu bir bilgi birikimine sahip olan kimseye denir.
İslâm âlimi sadece temel İslâmî bilgileri almakla kalmamalı, belli bir İslâmî ilim alanında uzman olmak için de gayret sarf etmelidir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’den gelen bir rivâyette, “âlimler, Peygamberlerin varisleri” olarak tanımlanmışlardır.[1] Biz bu rivâyetten, ulemânın dindeki yeri ve sorumluluğunu anlıyoruz.
Acaba ulemâ, hangi noktalarda Peygamberimiz’in mirasçısıdır? İslâm dininde, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in otoritesinin meşrûiyeti, Allah’tan vahiy almasıdır. Ulemâ bu noktada ona vârislik yapamaz. Ama ulemâ, risâletin teblîğ, tebyîn ve temsîl edilmesi gibi hususlar başta olmak üzere, Peygamber (s.a.v.)’in mesajını topluma iletme ve yaşayış tarzında vârislik yapabilir.
İslâm ilim tarihinde, ulemânın, başta Kur’ân ve hadis olmak üzere, dinî ilimler alanında geniş bilgi sahibi olması, kendisine hayâtî bir uzmanlık alanı ve otoritesi temin etmiştir. Bundan dolayı ulemâ, İslâm ilim geleneğinin hâfızı ve muhâfızı olmuştur. Kur’ân-ı Kerim’de ulemânın dinî salâhiyetler açısından konumuna işaret eden pek çok âyet vardı.[2] Bu âyetlerde ulemânın değeri ve görevleri dile getirilmiştir. İslâm’da ilmî mirası nesilden nesile aktarma görevi vâris-i enbiyâ olan âlimlere bırakılmıştır.
Âlimlerin sorumluluğu sadece ilmî mirası aktarmak değil, aynı zamanda toplumsal yükümlülüklerinin bir gereği olarak iyiliği emretmek ve kötülükten de sakındırmaktır. Bu da ilmî bir liyâkat, cesâret, vera’ ve usûl ister. Bu nitelikler olmadan doğru bir şekilde İslâm yorumlanamaz ve temsil Müslümanlığı görünür kılınamaz.
İslâm’da bu özelliklerle donanan âlimler gökteki yıldızlara benzetilmiştir; “Âlimler, gökteki yıldızlar gibidir. Yıldızlar nasıl ki karanlıkta yol gösterirse, âlimler de yeryüzünde (cehâlet karanlığında yüzenlere) yol gösterirler.”[3] Eğer ilim adamları olmasaydı, insanlar doğru bir şekilde hakikatin bilgisine erişemezler ve insanlığın abc’sini öğrenemezlerdi.
Bir takım sapık ve câhil insanların peşine düşerler, kendileri saptığı gibi, çevresindeki insanları da saptırırlardı. İlmi ile âmil olan âlimler, insanları cehâletin karanlığından İslâm’ın aydınlığına çıkarmışlardır. Bu sebeple İslâm, insanın terbiye edilmesi ve bilgi konusunda aydınlatılması için âlimlerin yetiştirilmesine ilâhî bir emir olarak bakmıştır.[4]
İslâm âlimlerinin halkı İslâm’a davet etmelerinde etkili olabilmeleri için sadece kâl ehli değil, aynı zamanda hâl ehli olmaları gerekir. Çünkü Kur’ân’da sözleriyle yaşantıları birbiriyle uyuşmayan Müslümanlar kınanmıştır.[5] İslâm’da âlim; ilim, amel ve ihlâs üçlüsünü her yönüyle temsil eden kimsedir.
Âlimin şahsında ve hayatında Müslümanlığın temsil edilmesi, toplumsal hayattaki otoritesine güç ve enerji verir. Onun için, her dönemde ilmiyle âmil, dindarlığında samîmî, siyâsî şuur sahibi, dünyada olup bitenleri iyi analiz edebilen, küresel ölçekte ortaya çıkan problemleri çözmek için projeler geliştirebilen âlimlere ihtiyaç vardır.
İşte o zaman Mehmet Akif’in özlemini çektiği asrın idrâkine İslâm’ı söyletebiliriz. İlmî otoritesinin yanında mânevî otoritesini iyi kuran âlimler, velâyet noktasında büyük işler başarabilirler. Hz. Peygamber (s.a.v.) heybetü’l-İslâm sahibi böyle âlimleri şöyle nitelendirir: “Onlar öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah akla gelir.”[6]
Bu tür âlimler; zâhirî ve bâtınî ilimlerle mücehhez olup, tahkîkî iman ile Yüce Allah’a yürekten bağlanmış kimselerdir. Onlar hakkı ile Yüce Allah’tan korkarlar.[7] Ne pahasına olursa olsun Hakk’ı söylemekten geri durmazlar. Bunların dünya malına hırsları ve kazanç yollarına aşırı düşkünlükleri yoktur.
Helâl ve haram konusunda müteyakkızdırlar. İlâhî ahlakla bütünleşmiş olan gerçek âlimler, ma’siyetten şiddetle uzak durmaya ve Yüce Allah’a itâat etmeye sarılırlar. Allah’ın râzı olduğu şeylere muhabbet duyarlar, râzı olmadığı şeylere de muhâlefet ederler. Onlar, kendileri için değil, başkaları için yaşarlar.
Bütün dönemlerde dinî alandaki yıkım ve tahribatlar karşısında nesillerin terbiye ve eğitimleriyle meşgul olmaktan geri durmazlar. Bid’at ve hurâfelere karşı nebevî sünnetin güçlenmesine katkıda bulunurlar. İman ve takvâ ile bütünleşen âlimlerde var olan Allah korkusu, diğer bütün korkuları silmiştir.
Onlar, hesap adamı değil, hasbîdirler. Yaptıkları bütün iyi ve faydalı işleri Allah rızâsı için yaparlar. Adanmışlığı ve hasbî oluşu temsil eden âlimler, dine hizmeti, her türlü şerefin üstünde tutmuş, gündemlerinin ilk maddesi yapmışlardır. Onlarda ilâhî aşka bağlılık, akîdeye; disiplinli temsil Müslümanlığı, yaşam tarzına; yarınlarından çok emin olma, umuda; dünyada olup biteni okuma ve anlama çabası, derin bir fıkha dönüşmüştür.
İslâm davetçisi olan âlimlerin dinin sunumunda etkili olmalarının başında bilgi birikimi ve samîmîyetten sonra din dilini ve üslûbunu kullanmadaki mâhir oluşları gelir. Bilindiği gibi din, akıl sahiplerinin kendi irâde ve istekleriyle tercih ettiği bizzat hayır olan ve Peygamber (s.a.v.) tarafından teblîğ edilen şeylere götüren ilâhî kurallar bütünüdür.[8]
Dinimizin temel referans kaynakları olan Kur’ân ve hadislerin anlaşılması, yorumlanması ve insanlara anlatılmasında din dilinin doğru bir şekilde kullanılması son derece önemlidir. Bu sebeple dijital çağın Müslüman davetçilerinin, dini tebliğde kullandıkları dil ve üslûp alanında bir takım değişikliklere gitmeleri kaçınılmazdır.
Bunun başında da kavga diliyle, sevgi ve iknâya dayalı irşat dilini birbirinden ayırmak gelir. Çünkü tebliğ ve davet dilinde Müslümanlar muhâtaplarına dâimâ sözün en güzelini, güzellikle ve güzel bir üslûpta söylemekle emrolunmuşlardır.[9] Yüce Allah’ın öğrettiği davet ve üslup yönteminde; hikmet, güzel öğüt ve güzel tartışma biçimleri vardır.[10]
Kur’ân-ı Kerim’de gönle dayalı irşat dilinin kavl-i sedîd[11]; kavl-i ma’rûf[12]; kavl-i kerîm[13]; kavl-i meysûr[14] şeklindeki nitelemelerle bahsedilmesi anlamlıdır. Hatta Yüce Allah’ın, Hz. Mûsâ ve Hârûn’dan azgın Fir’avun’a gittiklerinde ona “kavl-i leyyin” (yumuşak söz) söylemelerini istemesi[15]; Hz. Peygamber (s.a.v.)’den ise münafıklara karşı “kavl-i belîğ” ile hitap etmesini tavsiye etmesi[16] bizim için önemli mesajlar taşımaktadır.
İslâm’a davette temel ölçümüz, “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz.” ilkesidir.[17] Bu sebeple dini tebliğde kullanacağımız dil ve üslûp; öteleyici ve ötekileştirici değil, birleştirici; dışlayıcı değil, yaklaştırıcı; daraltıcı değil, kapsayıcı; suçlayıcı değil, affedici; alaycı değil, değer verici; intikamcı değil, bağışlayıcı olmalıdır.
Kullandığımız din dili, belli kesimler arasında yaşanan kavga, kargaşa, gerilim ve söz dalaşı dili haline dönüştürülmemelidir. Zira dinin kutsalları, dinî içerik kazanmış terim ve kavramları her türlü hesabın üstünde tutulmalıdır.
Netice olarak, İslâm âlimi topluma her alanda yol gösteren, İslâm’ın emir ve yasaklarının anlaşılması ve yaşanmasında rehberlik yapan kimsedir. İnsanlar, doğru yolu izlediklerinde âlimlerin takipçisi olurlar. Bu sebeple âlimler toplumsal sorumluluklarını hakkı ile yerine getirmelidirler.
Bununla birlikte milletinin dinine ve değerler skalasına bağlı her ilim adamı din dilinin suiistimal edilmesi ve istismar aracı olarak kullanılması karşısında duyarlı olmalı ve sessiz kalmamalıdır. Bütün Müslümanların çetin bir sınavdan geçtiği günümüzde, İslâm âlimi ve davetçileri, kâmusun nâmus olduğu bilinci ile hareket etmelidirler.
[1] Buhârî “İlim” 10; Ebû Dâvud “İlim” 1; İbn Mâce “Mukaddime” 17; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Mısır, ts., V, 196.
[2] Bkz. 9/Tevbe, 122; 16/Nahl, 43; 4/Nisâ, 59.
[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 157.
[4] 9/Tevbe, 122.
[5] 61/Saff 2-3; 2/Bakara 44.
[6] İbn Mâce, Sünen, “Zühd”, 4.
[7] 35/Fâtır, 28.
[8] Cürcânî, Seyyid Şerif, et-Ta’rîfât, Kahire, 1987, s. 141.
[9] 17/İsrâ, 53; 2/Bakara, 83.
[10] 16/Nahl 125.
[11] 4/Nisâ, 9; 33/Ahzap, 70.
[12] 4/Nisâ, 5; 33/Ahzab, 32.
[13] 17/İsrâ, 23
[14] 17/İsrâ, 28.
[15] 20/Tâhâ, 42-44.
[16] 4/Nisâ, 61-63.
[17] Buhârî “İlim” 7.
Ramazan ALTINTAŞ
Yazarİnsan Arapça bir kelime olup "üns” ve "nesy” terimlerinin müşterek bir terkibidir. Üns yabanîliğin aksine; yakınlık, sevecenlik, ülfet ve alâka anlamlarına gelir.[1] Bu duygu insanın hemcinsleriyle v...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Batı literatüründe şahsiyet kavramı karşılığında tiyatro oyuncularının oyun esnasında yüzlerine taktığı maske anlamına gelen persona sözcüğü kullanılır. Oyuncular konuşmalar...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Kur’ân, mü’minlerin kardeşliğinden bahsederken şöyle buyurur: “Şüphesiz ki ancak mü’minler kardeştirler. Öyle ise kardeşlerinizin arasını düzeltin; Allah'tan sakının ki merhamet olunasınız.”[1]Âyet, k...
Yazar: Ali AKPINAR
Vakıf, Arapça bir kelime olup, “durmak, durdurmak ve haps etmek” gibi anlamlara gelir.[1] Istılâhta ise, bir mülkün menfaatini insanlara tahsis edip, “ayn”ını Allah’ın mülkü hükmünde, temlik ve temell...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ