Dervişlik Yumuşak Huylu Olmayı ve Yok Olmayı Öğütler
Derviş kelimesi, tasavvuf terminolojisinde uzun bir geçmişe sahiptir ve kökenine dair çeşitli tartışmalar bulunsa da, genellikle “kapı eşiği” anlamındaki “der-pîş” teriminden türediği kabul edilir. Hulûsi Efendi, dervişliği konu alan iki ayrı gazel yazmıştır. Bu şiirlerde ve diğer yazılarında, derviş kelimesine yüklediği anlamlarda tasavvufî hakikatlerin izlerine rastlanır. Ona göre, derviş sadece ahlâkî meziyetlerle değil, aynı zamanda tasavvufî deneyimle de tanımlanır. Ahlâkî yönüyle dervişlik, mütevâzı, sözünde duran, kulluk bilinciyle hareket eden, içten ve samîmî, cedelleşmeden uzak, insanları maddî durumlarına bakmaksızın eşit şekilde muamele eden, görünüşe önem vermeyen, tasavvufî eğitimde sabırlı, samîmî ve iddiasız bir kişiliktir. Hulûsi Efendi, bir şiirinde dervişi beden ve kıyafetler açısından tasvir eder. Buna göre, derviş, sert zeminde yatar, basit yiyeceklerle beslenir, ayakları çıplak ve başı açıktır. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.) şöyle buyurur:
Gökçek gerek dervişin sanı yoksula baya
Suçluların suçundan geçip hoş görgülü ol
(Dervişliğin gereği olarak fakire de zengine de yumuşak ve lâtif davran. Hoşgörülü olmanın en güzel göstergesi suçluları affetmek hatta onları görmezden gelmektir.)
Özellikle bu satırlarda, tavır, sade dil ve içerik açısından Yûnus Emre’nin etkisi görülür. Zira Yûnus, dervişi betimleyen bir şiirinde çıplak ayakları ve açık başı vurgulamış ve şiirini marifetle sonlandırmıştır. Hulûsi Efendi’nin ifadesiyle dervişlik, derin bir farkındalıkla, kendini bilmeyle, zikirle ve tüm varlık iddialarını aşarak Allah’a ulaşmayı hedefleyen bir duruştur. Dervişlik, insanı ikilikten birliğe, içsel dengeye, aşkla bağlantı kurmaya ve Allah’a ulaşmaya yönlendirir. Ancak mürşidin rehberliği olmadan, samîmî bir niyet olmadan ve maddî varlıklardan vazgeçmeden derviş olunamaz. Tarîkat kapısına adım atmadan, ihlâslı eylemlere sarılmadan dervişlik mümkün değildir. Hulûsi Efendi, derviş olmanın, maddî dünyadan soyunmak, içsel olarak dönüşmek, aşkla yanıp tutuşmak, kolay yolları tercih etmemek, sadece içsel deneyime odaklanmak, olgunlaşmak ve tartışmalardan kaçınmak gerektiğini vurgular. Ona göre, dervişin endişesi dünyevî değil manevîdir. Derviş, dünyevî zevklerle değil, günahlarına ağlayarak, geçmiş hatalarını telafi ederek, ilâhî rızaya ulaşarak ve sevgiliye kavuşarak içsel huzur bulur.
Hiçbir şeyin olmadığı zamanlarda Hak vardı. Bu evren ve tüm varlıklar yokluk denizinde var olmayı beklerken, Rahmân’ın lütfu ve kudreti onları varlık denizinde gösterdi. Ancak, varlıkların ortaya çıkması onların bağımsız varlıkları olduğu anlamına gelmez; aslında var olan sadece Allah’tır. Diğer tüm varlıklar, öncesiz ve sonrasız olan varlık denizinin dalgalarından başka bir şey değildir. İslâm’ın işaret ettiği temel prensiplerden biri varlığın tek ve bir olduğudur ve bu sadece ve sadece Allah’ın varlığına dayanır. O’ndan başka gerçek varlık sahibi yoktur; çünkü diğer varlıklar, sadece Allah’ın varlığına bağlı olarak var olurlar. Bu nedenle, tüm varlıklar Allah’ın tecellîsi ya da varoluş yerleridir. Evrendeki varlıkların varlığı, bir gölgenin varlığına benzer. Nasıl ki eşya olmadan gölge olmazsa, Allah’ın varlığı olmadan da varlıkların düşünülemeyeceği anlamına gelir. Allah’ın varlığı söz konusu olduğunda, diğer varlıkların varlığı göz ardı edilebilir. İslâm dininde “Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur.” anlamını taşıyan “Lâ ilâhe illallah” ifadesini söyleyen kişi, Allah’ın yaratıcılığını ve birliğini kabul ederek iman eder. Bu ifade, evrenin yaratıcısı olan Allah’ın tek ve mutlak gerçek olduğunu, varlıkların da sadece O’nun iradesiyle değerli ve güzel olduğunu kabul eder. Allah, her türlü maddî algının ötesindedir ve her zaman aktif ve bilgilidir. Onu gözlerimizle algılayamayız, ancak O, gözlerimizi algılar. Her şeyin yaratıcısı olan Allah’ı takip eden bir derviş, gerçek varlığın sadece O’nun olduğuna kesin olarak inanır. Bu gerçeğe ulaşmak için çeşitli düşünceleri ve inançları tetkik edebilir, ancak ruhsal deneyim yoluyla bu gerçeği anlayabilir. Hulûsi Efendi (k.s.) “Nasihat” şiirinin son beytinde şöyle buyurur:
Varlığından boşal kim yokluğa erişesin
Sözünü gerçek söyle Hulûsî’nin dili ol
(Dünyevî varlık göstermek insanı olgunlaştırmaz. Yokluk ile sıfatlan ki yüceleri erişesin. Sözünün gerçek olması, her söylediğinin Hulûsi’nin dilinden söylenmiş gibi hakîkat olması demektir. Bana tercümen olmak istiyorsan her sözünde doğru konuş, doğruluktan ayrılma)
Tasavvufta fenâ, Allah’ta yok olmak anlamına gelir. Kul, Allah’ta yok olunca, kendi yokluğunu da fark eder ve fânî olur. İbn Arabî’ye göre, fenâ hâlinde kul, Allah’a ulaşır. Fenâ hâli, kulun kendi benliğinin kaybolması ve tevhidin gerçekleşmesidir. Bu durumda, kul, tüm nefsi arzularını terk eder ve Allah’ın iradesine teslim olur. Bu durum, tevhidin en yüksek derecesidir. Fenâ terimi, müridin kötü alışkanlıklarını bırakıp iyi hasletler kazanması anlamında kullanılır. Özellikle ilk dönemlerde, cehâletin yok edilip yerine ilmin, gafletin yerine zikrin, zulmün yerine ise adâletin gelmesi olarak anlaşılırdı. Bâyezîd-i Bistâmî’ye göre, sâlik, sürekli bir çaba ve nefis mücadelesi ile fenâ ve bâkî olmaya erişebilir. Hasan Harakânî, bir sûfîyi tanımlarken, yamalı elbise veya seccade ile değil, belli kurallar veya âdetlerle de değil, “yok olan” bir kişi olarak tanımlar. Harakânî, müritlerini kendi benliklerinden geçip Allah’a ulaşmaya, kendilerini fânî kılmaya ve sadece Allah'ın varlığına bâki olmaya çağırır. Başka bir tespitinde, sûfînin güneşe veya yıldızlara ihtiyacı olmadığını, varlık kisvesine ihtiyaç duymayan bir kimlik olduğunu vurgular.
“Yok Olursanız, Allah Var Olur.”
Allah’ın eşsiz kudretiyle her şeyi yarattığı gerçeği, bilginlerimizi ve gönül hekimlerimizi daima coşturan en büyük gerçeklerden biridir. İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Efendi gibi tasavvuf erbabı, “Yok olunuz. Yok olursanız, Allah var olur.” diyerek yok olmanın tasavvuf yolunda önemli bir aşama olduğunu ifade eder. Hakîkatin varlığına ulaşarak fânî varlıktan sıyrılan bir derviş, tamamen ihtiyaçsızlık mertebesine ulaşır ve nihâî saadete erişir. Bu, dünya ve dünyaya dair her şeyden vazgeçmekle gerçekleşir. Sevgili Peygamberimiz’in sık sık yaptığı dua da bu yolu izleyecek Müslümanlara rehberlik etmektedir: “Allah’ım! Beni sana karşı muhtaç (fakir) kılarak müstağni eyle. Kendinden başkasına muhtaç (fakîr) etme.” Kasas Sûresi’nin 88. âyetinde ifadesini bulan Hakk’ın buyruğunu takip eden bir derviş, Allah’tan başka hiçbir şeyin gerçek varlık olmadığını anlar ve rûhunu dünyevî bağlardan arındırarak yokluğa teslim eder. Hulûsi Efendi gibi, Hakk’ın nuruyla dolan ve bunu başkalarına da yaymak için ömrünü adayan kutlu insanlar, öğrencilerine şu tavsiyede bulunur: “Varlığından boşal ki yokluğa erişesin;/Sözünü gerçek söyle Hulûsi’nin dili ol.” Bu tavsiyeyi yapan, gerçeğin yolunda yürümeyi kendine şiar edinen ideal insanların son temsilcilerinden biridir
Gerçek arayanların yöntemi, Hakk’ın şeriatıdır. Bu yolun rehberleri, Allah’ın yiğit erleri olan kutlu kişilerdir. İnsanın düşük benliği, on sekiz bin âlemleri bile tüketse, yine de tamamen yok edilemez. Ancak bu benliğin terbiyesi ve mücâdele ile mümkündür. Bu ise ilâhî bir doktorun tedavisi ve Allah’ın yolu ile yolunu bulmuş tam bir bilge rehberin nazik bakışları ve tedbirleriyle gerçekleşir. Allah’ın yolunda ilerleyen bir kişinin bağlı olduğu, doğuştan gelen bir şekilde kabul edilmiş olan bir mürebbi ve hakîkî bir rehberin olması gerekir. Böyle bir kişiye bağlanmış olan bağ, varlıkların tümünü bir araya getirerek çözmekten çok, hatta onları harekete geçirmekten bile acizdir. Çünkü bu bağlanma, insan bedeninden yapılmış açık dört unsurdan oluşan bir aracılıkla, ilâhî elin üstünde olduğu işaret ettiği manevî alışveriştir.
Müslümanlık, öncelikle Allah’a iman ve ardından özünde sözünde doğruluktur. Bir insan Allah’a iman eder ve “Rabbim Allah’tır.” der, ancak bu imanını doğrulukla pekiştirmezse, o zaman gerçek selâmete ulaşamaz. Çünkü Allah’a tam mânâsıyla iman eden ve doğruluğu elden bırakmayan bir kişi, dinin rûhunu yakalamış demektir. Hud Suresi’nin 114. âyetindeki “Emrolunduğun gibi doğru ol!”emr-i ilâhisi bize nasıl davranmamız gerektiğini belirler. Kalbi, düşüncesi, sözü ve işi doğruluktan ayrılmayan bir Müslüman, Allah’a olan imanını yaşamının her alanına yansıtır. İstikâmet sahibi olan bir Müslüman, Allah’a, kendi nefsi ve diğer insanlara karşı sorumluluklarının bilincindedir ve bu sorumluluklarını yerine getirir. İstikamet, doğrulukla aynıdır. Müslümanlık, içiyle dışıyla bir olan, hakka ve hukuka saygı gösteren, dürüst ve âdil bir hayatı gerektirir. Müslümanlık, sadece ibâdetlerde değil, tüm yaşantıda doğrulukla anılmayı gerektirir. Allah’a iman eden ve doğrulukla hareket eden bir Müslüman için dünya ve âhirette korku yoktur, çünkü onlar ebedî olarak cennetle müjdelenmiştir. Hulûsi’nin dili olmak, sözü gerçek söylemekle mümkündür.
Oğuzhan AYDIN
YazarBir şehir düşünün ki, Osmanlı’nın yükselişine tanıklık etmiş, sultanların hayallerine mekân olmuş, fetihlerden önce mânevî hazırlıkların yapıldığı kutlu bir durak… Evet, bahsettiğimiz şehir Edirne’dir...
Yazar: Kemal DEMİR
Masallarda, mitolojilerde küheylânlarının sudan çıktığına ya da gökten indiğine inanılan atın ilk olarak Asya’da evcilleştirildiği, evcilleştiren kavmin Türkler olduğu konusunda birçok yabancı ve Türk...
Yazar: Oğuzhan AYDIN
Özbekistan bizim hem maneviyat otağımız hem de ata yurdumuzdur. Türk birliği açısından yüksek ehemmiyete sahip Özbekistan’a yapmış olduğumuz bir ziyaretimizi sizlerle paylaşacağım.Bu ziyaretim sırasın...
Yazar: Oğuzhan AYDIN
“Kötü giden bir hayat içerisinde ya da istemediği şekilde devam eden hayatının ilerde nasıl olacağını merak etmek bazen insanî gibi durabilir. Ama bugün adına fal dediğimiz ya da başka isimlendirmeler...
Yazar: Erol AFŞİN