Bir Gece
On dört asır evvel, yine bir böyle geceydi,
Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi!
Lâkin o ne hüsrandı ki, hissetmedi gözler;
Kaç bin senedir, hâlbuki bekleşmedelerdi!
Nerden görecekler? Göremezlerdi tabi
Bir kerre, zuhûr ettiği çöl en sapa yerdi;
Bir kere de ma’mûre-i dünyâ, o zamanlar,
Buhranlar içindeydi, bugünden beterdi
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!
Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zemînin,
Salgındı, bugün Şark’ı yıkan, tefrika derdi.
Derken büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada insanlığı kurtardı o masûm,
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!
Âlemlere rahmetti, evet, şer’-i mübîni,
Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünyâ neye sâhipse, onun vergisidir hep;
Medyûn ona cemiyyeti, medyûn ona ferdi.
Medyûndur o masûma bütün bir beşeriyet…
Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret.
Mehmet Âkif Ersoy (1873-1936)
14 asır önce yine böyle bir gecede çölün gözden ırak bir köşesinde bir çocuk dünyaya gelir. Çocuk yetimdir. Onu hiç kimse dikkate almaz. Doğduğu yerin sapa olması da bunda etkilidir. Hâlbuki tâ ne zamandan beri insanlık âlemi onu beklemekteydi. Çünkü dünya o zamanlar buhran içindeydi; o kadar ki bugünden daha beterdi. İnsanlar birbirine o kadar vahşice davranıyordu ki, yırtıcılıkta sırtlanları bile geçenler vardı. Bir kişi zayıfsa en yakınları bile onu yok etmeye çalışıyordu. Yeryüzü ufuklarında baştanbaşa kargaşa, anarşi hüküm sürüyordu. Bu durum, aynen bugün Şark dünyasını yıkan tefrika belâsına benziyordu.
Böyle bir ortamda kırk yaşına gelen Hz. Muhammed (s.a.v.), insanlığa doğru yolu göstermek için çalışır. Kayserler, kisralar yere serilir. Yüzlerce yıl süren bir hüküm vardı; zayıfların, âcizlerin hiçbir hakkı yoktu; onların hakkı ezilmekti. Bu düşünce Peygamber (s.a.v.)’le birlikte değişti. Peygamber (s.a.v.)’in şeraiti ve uygulamaları, hâsılı dünyaya gelişi büyük bir rahmetti. Adâlet özlemiyle yananlara adâlet getirdi.
Dünya iyilik namına her neye sahipse O’nun vergisidir hep. Evet, dünya medeniyete onun sayesinde kavuştu. Bütün insanlık, O’na borçludur. Sadece Müslümanlar değil, bütün beşeriyet borçludur. Çünkü O, bütün beşeriyete gönderilmiş bir Peygamberdir. Allah’ım bizi mahşerde bu inançla haşret.
Âkif, şiirini mahşer gününde Hz. Muhammed (s.a.v.) ile birlikte haşrolmayı dileyerek bitiriyor. “Bir Gece”de şair, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in doğumu, peygamberliği ve insanların peygamberliğe bakışını ele alıyor. Dîvân edebiyatındaki Peygamberimiz için kullanılan, kalıplaşmış “dürr-i yetîm” sözü yerine, Âkif, “öksüz” kelimesini kullanıyor. Bu kelime aslında “anasız” anlamındadır. Fakat halk arasında, babası ya da anası ölen biri için de bu kelimenin kullanıldığını biliyoruz. Âkif, kelimenin sözlük anlamını değil de halk arasında kullanılan şeklini tercih etmiştir.
Mehmet Âkif Ersoy’un bütün şiirlerinde İslâm’ın ve Müslümanların kaygısını taşıyan bir rûh hâlinin izlerini buluruz. Onun münâcatları, naatları Dîvân şairlerinin klâsik kalıplarının dışına çıkar. Meselâ o, Kur’ân’ı, mukaddes olmasının yanında, Müslümanlara bir rehber olarak görür. Kur’ân’ın mezarlıkta okunmak için yahut fal bakmak için değil dirilere can, saâdet ve nizam vermek için gönderildiğine inanarak bu düşüncenin mücâdelesini verir.
Mehmet Âkif Ersoy’un Peygamber sevgisi de şuurludur. Peygamber yaşantısı, Peygamber tavrı, Âkif’in hayranlıktan çılgına döndüğü bir yoldur.
Mehmet Âkif Ersoy’un Peygamber sevgisini dile getiren bir başka manzûmesi de “Necid Çöllerinde” başlığını taşıyor. Osmanlıların son zamanlarında (Mayıs 1915) Teşkilât-ı Mahsûsa’nın da başkanı olan Kuşçubaşı Eşref Bey ile resmî görevli olarak Arabistan’a, Necid Bölgesine, yapılan bir ziyaretin hikâyesidir bu. Yıllarca Osmanlı’nın idaresi ve emâneti altında olan toprakların İngilizlere peşkeş çekilmesinin getireceği büyük vebâli anlatmak, İngilizlerle anlaşılarak Osmanlılara karşı yapılacak bir isyanın İslâm birliğine vereceği zararı önlemek için böyle bir yolculuğa çıkar Âkif. Bu vesileyle Medine’yi de ziyâret etme fırsatı bulur.
“Necid Çöllerinde” şiiriyle Âkif, bir Sûdanlının şahsiyetinde bütün Müslüman hacılarının duygularını terennüm eder.
Buralarda çöl sıcağı insanı çok etkiler; “Nâr-ı beyzâ mıdır nedir, öğle zamanında güneş?/Tepesinden döküyor beynine ateş/Yıldırım yağmuru şeklinde inen huzmesine/Siper olmuş yanıyor çöldeki çıplak sîne.” Şiire bu mısralarla başlayan Âkif uzun uzun çöl sıcağını, bütün bu dayanılmaz sıcağa rağmen, içlerine aşk ateşi düşmüş mü’minlerin Kâbe’ye akın akın gelişlerini tasvir eder. Buradaki insanları ateşli dalgalar üzerinde yüzen bir mahşer kalabalığına benzetir. İnsanların bitmek tükenmek bilmeyen bu çölde aradıkları ve arzuladıkları yeşil bir toprak; ama ne gezer… Çölde bir ay kadar süren bu yolculuk insana hiç bitmeyecek gibi gelir. “Bir ılık gölge, İlâhî… O da olmazsa eğer/Kalmıyor sâhil-i maksûda vusûl imkânı” İşte böyle uzun ve meşakkatli bir mücâdeleden sonra, Tur Dağı misâli yükselen Kubbe-i Hadra’yı gören mü’minler çölde vaha görmüşçesine sevinirler. Âkif, Kâbe’yi görmenin verdiği bu sevinç, hayranlık ve şaşkınlığı şu mısralarla dile getirir: “O cehennem gibi vâdîde bu cennet ne güzel!/En büyük şi’r tezâdın mıdır, ey Hüsn-i Ezel?/Sana bir mısra-ı bercestedir etmiş ki sünûh/Duyar amma varamaz yükselen âhengine rûh.” İşte, artık insan çektiği bütün sıkıntıları unutacak bir mekâna gelmiştir. Burası “Cânânın yeşil yurdu”dur. Burada insan, kendini kaybeder. Varlığını sevdiğinin uğrunda yok eder. Âkif’in de gözü kararır, bu câzibenin coşkusuyla cemaati yarıp atılır sevgilinin kucağına. Fakat biraz sonra o heyecan yerini şaşkınlığa bırakır; çünkü burada koskoca bir âlem vardır. Tunuslu, Afganlı, Çinli, Sûdanlı...
Burada herkes aynı sevdâ aynı gaye ile yola çıkmıştır. Bu yüzden aralarında birlik beraberlik vardır. Dünya yıkılsa bu vahdet yerinden oynamayacaktır. Çünkü herkes bir olan Allah’a iman etmiştir.
“Necid Çöllerinde” şiiriyle Âkif, sâdece bir hac yolculuğu ve orada gördüklerini anlatmakla kalmaz. Müslümanların bugün içinde bulundukları tehlikenin, geriliğin, fitnenin İslâm âlemine kimler tarafından musallat edildiğini düşünür ve bu durumdan Müslümanları kurtarması için Allah’a duâ eder. Bir nur ister Âkif. Öyle bir nûr ister ki karanlıktan bunalan İslâm milletine bir güneş gibi doğsun:
O nûru gönder, İlâhî, asırlar oldu yeter!
Bunaldı milletin âfâkı, bir sabah ister.
İnâyetinle halâs et ki, dalga dalga zalâm
İçinde kaynamasın çarpınıp duran İslâm!
…
O azmi sen vereceksin ki eylesin sereyan,
Soluk benizlere kan, inleyen göğüslere can.
O rûhu ver ki, ilâhî, kıyâm edip dînîn,
Zemîne feyzini yaysın hayât-ı mâzînin…
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in “Kabrimle minberim arası Cennet bahçelerinden bir yerdir.” dediği mahalde Âkif duâ ederken, Bâbü’s-Selâm tarafından Sûdanlı bir kâfile gelir. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in “Ümmetim bana selâm gönderirse bana ulaşır; huzurumda selâm verirse cisme bürünür, selâmını alırım.” sözüne muhatap olmanın vecdine kapılan insanların coşkunluğu dikkat çeker. Bu Sûdanlı kâfilenin içinde biri vardı ki herkesten farklıdır.
- Yâ Nebî, şu hâlime bak!
Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca, sahrânın;
Benim de rûhumu yaktıkça yaktı hicrânın!
Harîm-i pâkine can atmak istedim durdum;
Gerildi karşıma yıllarca âilem, yurdum.
“Tahammül et!” dediler… Hangi bir zamana kadar?
Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var!
Gözümde tüttü bu andıkça yandığım toprak;
Önümde durmadı artık ne hânümân, ne ocak…
Üç ay boyunca çileli bir yolculuğa katlanan insanın imdadına Hz. Muhammed (s.a.v.)’in kabrini görme arzusu yetişiyordu. Onca yolu sevgili dîdârını görme hevesiyle tüketmiş; fakat mezar-ı şerifin etrafındaki demir örtüyü görünce kahrolmuştu. Sûdanlı kemiklerine kadar işleyen yangına tahammül ederek buralara kadar gelmişti. Hiçbir mânevî hazza ulaşmadan helâk olma endişesiyle serzenişe başlar;
Kemiklerim bile yanmıştı belki sahrâda;
Yetişmeseydin eğer, yâ Muhammed, imdâda:
Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin;
Akar sular gibi çağlardı her tarafta sesin!
…
Yanıp tutuşmadan aylarca yummadım gözümü…
Nücûma sor ki bu kirpikler uyku görmüş mü?
Azâb-ı hecrine katlandım elli üç senedir…
Sonunda alnıma çarpan bu zâlim örtü nedir?
Bu serzeniş bir müddet sonra yalvarışa döner. Bu yaşına kadar O’ndan ayrı kalmanın verdiği ıstırap… Üç ay boyunca çöl sıcağıyla mücâdele… Şimdi de bu demir engel… Belki O’nun şefaati ile bu engel kalkacaktı; “Demir nikâbını kaldır mezâr-ı pâkinden/Bu hasta rûhumu artık ayırma hâkinden!” Bu kadar hulûs-ı kalp ile Allah’a ve onun sevgili Rasûl’üne yalvaran bu Müslümanın bütün istekleri kabul edilir. Sonunda gözüne neler göründü kim bilir;
Nedir o meş’ale? Nûrun mu? Yâ Rasûlallah!
…
Sükûn içinde bir an geçti, sonra bir kısa “ah!”
Sudanlı, bir pervane misali rûhunu o nura teslim etmiştir.
Âkif, toplum içinde yaşayan bir aydın tipidir. Aydındır, fakat millete hor bakmaz. Gaflette olanları, câhilleri hırpalayan; ancak bu toplumun ferdi olduğunun şuurunda olan bir aydındır Âkif. Milleti her bakımdan kalkındırmak, ona ulvî bir gaye vermek peşindedir. Naat türü şiirlerinde bile sadece Hz. Muhammed (s.a.v.) sevgisini işlemekle kalmamış bugün için Müslümanları içten içe kemiren tefrikanın, meselâ, koskoca ve muhteşem bir geçmişi olan Osmanlı Devleti’ni ne hâle getirdiğine dikkat çekmiştir.
Mehmet Âkif, dine bağlılığı yönüyle Dîvân şairlerine benzese de dine bakışı ve aksiyoner yapısı bakımından onlardan ayrılır. O, Dîvân şairleri gibi İslâm’ı fert bazında düşünmez; cemiyet hayatına aksettirir, sosyal bir müessese olarak görür. Dîvân şairlerinin -kendilerini rind kabul edenler dâhil- üzerinde çok durdukları cennet-cehennem telâkkîleri onda yok gibidir. Dini sadece âhiret hayatı için lüzumlu görmekten ziyâde yaşarken insanlara nizam veren, onların yaşayışlarını düzenleyen bir yol olarak görür.
Âkif’in şiirleri gerek kendinden önceki kuşaktan gerekse çağdaşlarından farklı bir üslup özelliği gösterir. Yani okunduğu zaman “Bu Âkif’in şiiridir.” diyebileceğimiz nev’-i şahsına münhasır bir özellik taşır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, konuşma diliyle, duygularını şiir diline rahat bir şekilde aktarabilmektedir. Türk şiirinde dizgine zor gelen bir küheylân olan aruz, onun altında uysal bir tabiata bürünür. Hülâsa şiir dilinde maksadı beyana ve vezne bu denli hâkimiyet kuran Âkif, kendine has duruşuyla edebiyatımızda müstesnâ bir yer kazanmıştır.
Vedat Ali TOK
YazarNeccarzâde Şeyh Rızâ (1679-1760)Bâb-ı keremin Cennet-i Rıdvâna değişmemHâk-i kademin kuhl-i Sıfahân’a değişmem Bir mûr-ı zâifim reh-i aşkında HabîbâDergâhını bir mülk-i Süleymân’a değişmem S...
Yazar: Vedat Ali TOK
Şehri lâtif kılan şey nedir? Tarihi mi? Kurulduğu mekân mı? Doğal güzellikleri mi? Havası, suyu mu? Mâbetleri, mimarî yapısı, köprüleri veya çeşmeleri… Nesi? Hangi yönü?Elbette bütün bunlar ve burada ...
Yazar: Bilal KEMİKLİ
Ali Ekrem Bolayır (1867-1937)Yâ Muhammed, büyük Peygamberimiz,Biz seni tâ cân evinden severiz!Her çocuğun küçük kalbi senindir,Mâsum olan Rasûlullah’ı bilir.Biz mâsumuz, kalbimizle anlarız,Senin dünya...
Yazar: Vedat Ali TOK
Salâhî-i Uşşâkî (1705-1782)Gönül fikr-i hayâlinle sabahlar yâ RasûlallahOlur şem’-i cemâlinle sabahlar yâ Rasûlallah Alîl-i pister-i hicrin enîn ü zâr edip dildenTemennî-i visâlinle sabahlar yâ R...
Yazar: Vedat Ali TOK