Değerlerimizi Kucaklamak
Müslümanı Müslüman yapan özellikler vardır. Hepsi bir araya geldiğinde kişi çok iyi bir mü’min olur. Bunlardan ne kadar eksiği varsa Müslümanlığı da o oranda zayıftır. Bu husûsiyetlerin bir kısmı yapılması istenenlerdir. Bunlar farz, vâcip, sünnet ve mendub gibi kısımlara ayrılır. Diğer kısmı da kaçınılması gereken şeylerdir. Bunlar da onun Müslümanlığını tamamlar. Bunlar da haram veya mekruhtur. Dolayısıyla kul istenilenleri yaptığı ve uzak durulması gerekenlerden kaçındığı oranda Allah’a yakın olur. Emirler ve yasaklara uyma oranı kişinin ne kadar iyi mü’min olduğunu belirler.
İslâmî hayatı rûhunda benimsemiş olan her hangi bir mü’min, değerlerinden uzaklaşmaya başladığında, ilk başlarda bu durum nefsine çok ağır gelir. Yüreği âdetâ kavrulur. Ancak tekrar ettiğinde nefsi alışmaya başlar ve içinde hissettiği acı öncekine göre hafif olur. Bir müddet sonra da yanlışlarından dolayı bir ürperti duymamaya başlar. Artık durumu kanıksamıştır. Öyle olur ki, kötü hâli kendisinin olağan hâli durumuna gelir. Haramlara alışır.
Toplumlar da bunun gibidir. Değerlerinden uzaklaşma yoluna girdiklerinde geçmişlerinden kopmaya başlarlar. Kötü gidiş karşısında değerlere sahip çıkılması gerektiğini düşünenler insanları bilinçlendirmeye çalışırlar, sürüklenişe dur demek için çırpınırlar. Toplum “Hakîkaten ne oluyoruz?” diye soracak olur, lâkin bir müddet sonra, on veya yirmi yıl öncesine göre “haram” veya “yapılamaz” diye düşündükleri şeyleri tabîî imiş gibi görmeye başlarlar. Durumun bu hâle gelmesi ve milletlerin ifsat edilmesi için özel gayret gösterenlerin çabaları unutulmamalıdır. Ancak mü’minlerin bu oyunlar karşısında ne kadar uyanık oldukları ve ailelerine ne derece sahip çıktıkları da son derece önemlidir. Bu nedenle ülkemizde herkese özellikle de cemaatlere büyük görev düşmektedir.
Önceleri sımsıkı yapıştığımız değerlerimizdeki çözülmeyi göstermek amacıyla bir örnek verelim. Bundan yirmi yıl öncesinde evli olmayanların birlikte yaşamaları toplumun aslâ benimseyeceği bir durum değildi. Ancak gençlere bu durum sanki tabîî bir durummuş gibi kabul ettirilmeye çalışılıyor. Bu sebeple de genç kuşakta, “Bize ne, kendi hayatları?” diyenler çoktur. Kezâ kadınların dışarıda sigara içmesi aklımızdan bile geçmezdi. Ancak bugün sokaklarda veya kahvelerde sigara içip oyun oynayan bayanlara öyle alıştık ki, sanki çocukluğumuzdan beri böyleymiş gibi düşünür olduk.
Sahâbeden Enes bin Mâlik şöyle demişti, “Siz kıl kadar bile önemsemediğiniz bir takım işler yapıyorsunuz ki, biz onları, Rasûlullah zamanında helâk edici büyük hatâlardan sayardık.”[1] Acaba bizi görseydi kim bilir ne derdi? Dememiz o ki, bizi yozlaştırmayı hedefleyen ithal anlayışlar değerlerimizi her gün eritmekte ve günümüz Müslümanını geçmişine yabancılaştırmaktadır.
Bu çözülme öyle hızlı ve kötü gitmektedir ki, bugün elimize yüz yıl önce yazılmış bir edep kitabını alsak veya bir zühd kitabında bir mü’minin nasıl olması gerektiğini okusak hayrete düşeriz. “Burada bahsedilen insan her hâlde başka gezegendedir.” veya “Böyle bir insan olsa olsa ancak peygamber olur.” deriz. Kitapta anlatılan ve güzel bir Müslümanın sahip olması gereken özellikler olarak zikredilenlerin bir insanın şahsında toplanmasının neredeyse imkânsız olduğunu düşünürüz. Çevremize ve dünyamıza baktığımızda böyle karamsar düşünmekte pek haksız da sayılmayız. Çünkü yaşadığımız çevre ve ortamda okuduğumuz kitaptaki güzel özelliklere sahip olabilmek gerçekten zordur.
Çok basit bir örnek olması ve geçmişimizden kopuşumuzun vehâmetini göstermesi açısından edep kitaplarımızdan bir örnek zikredelim. Söz konusu kitaplarımızda insanın yediği yemeği başkalarının gözü önünde yememesi gerektiği zikredilir. Çünkü bizi yerken gören ve maddî durumu yerinde olmayanların üzülmelerine ve hasede düşmelerine sebebiyet verebiliriz.
Bir de günümüzdeki lokantalara bakalım. Masalar bazı mekânlarda neredeyse caddeye konmakta ve gelip geçen herkes yiyip içenlere bakarak yollarına devam etmektedir. Onlar âfiyetle yerken kim bilir kaç kalp tamah ederek oradan geçmektedir. Oysa bu üzüntüyü başkalarına yaşatmaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Ancak insanlar buna o kadar alıştırılmışlardır ki, dindarlarımız bile caddedekilerin doğrudan seyrettikleri masalara ailece oturmayı tercih etmektedirler. Gerekçeleri de hazırdır; manzara seyretmek. Peki, oradan geçenlerin göz hakkı, o yemeğin parasını kazanmak için bir hafta çalışmak durumunda kalan gençlerin, fakirlerin, yaşlıların göz hakkı ne olacak? Üzüntülerini nereye koyacağız? Donatılmış masayla, buralara gelemeyen nice gencin hırsızlık ve benzeri suçlara teşvik edildiğini düşünen yok. Görüldüğü gibi bir edebin noksanlığı ne kadar büyük ve kötü sonuçlara sebep olabilmektedir. Hâlbuki ilk bakışta sıradan bir yemek gibi duruyor ama sonuçları hiç de sıradan olmuyor. Televizyonlarda ve toplum içinde görülen nice benzeri durumlar özellikle gençlerimizin ahlâkını bu açıdan bozmaktadır.
Edep kitaplarımızın yemek bahislerine baktığımızda, basit gibi duran bir başka şey daha görürüz: Çarşı-pazarda ayakta yemek hoş görülmez. İslâm ahlâkı başkalarının kalbini aslâ kırmama üzerine inşâ edildiğinden, bundan haberdar olmayan bir insan böylesi satırları okuduğunda, “Bunda niye mahzur olsun ki?” der. Oysa çarşı pazarda gezinerek yarım ekmek döneri, simidi veya başka bir şeyi yemek, bizi görenlerin iştahını kabartması yanında kırıntıların ayaklar altına dökülmesine de sebep olur. Bu ise gıdaya saygısızlıktır. Nitekim sofradaki kırıntıların, kaplarda yemek bırakılmamasının istenmesi de bununla ilgilidir. İslâmî gelenekten yoksun kalan birinin bunu anlaması gerçekten zordur.
Yemekle ilgili zikrettiğimiz bu hususlar esasında bir bütünün parçalarıdır. Hepsi Müslümanların edep anlayışını oluşturur. Bu sebeple dondurmaları yalayarak sokaklarda gezenler ile başka şeyleri atıştıra atıştıra kalabalıklar arasında yürüyenlerin biraz daha dikkatli olmaları gerekmektedir. Unutmamamız gerekir ki, toplum içerinde gerçekten de çok muhtaç insan var. Ceplerinde birkaç kuruşla gezinenlerin sayısı hiç de az değil. Bu dertlilerin kalp kırıklıklarına bir katkı da bizim yapmamız yakışık almaz.
Görüldüğü gibi bizi biz yapan değerlerden toplumumuz uzaklaşmaktadır. Bizler bile bunların bir kısmından etkilenmekte ve zamanla alışmaktayız. Oysa başkaları bir yana, bu değerlerimize sahip çıkması gereken insanlar öncelikle biziz. Çünkü bu şuur ve bilinçte olan kişiler olarak üzerimizdeki sorumluluk fazladır. Kendimizi ne kadar hakir görürsek görelim, yük omuzlarımızdadır. Bu belki de rabbimizin bizlere bir lütfudur. Zor zamanlarda güzel işler yaparak büyük sevaplar kazanacak ve milletimizin ahlâkî değerlerini kaybetmesinin önleyeceğiz. İnşallah bunlar bize âhiret sermayesi olarak geri dönecektir.
Edep kitaplarımızdan bir başka örnek daha verelim ve geçmişimizle kendimizi bir karşılaştıralım. Sorumuz şu: “İnsan okuya okuya eskittiği, sayfaları yıpranıp dağılmış olan mushafı ne yapmalıdır?” Çöpe atamaz çünkü Allah’ın kitabına büyük saygısızlık olur. Başka şeylerde de kullanamaz, yüreği kaldırmaz. Peki, sobaya atıp yakabilir mi? Kitaplarımız der ki; “Ateşle azap etmek Allah’a mahsus olduğu gibi Allah’ın âyetlerini yakmak da doğru değildir. Bu da bir nevi hakarettir.” Peki, ne yapacak bu insan? Kitaplar der ki; “Ayakaltı olmayan bir yerde küçük bir çukur kazmalıdır. Mushafı içine koyup üzerine doğrudan toprak atmak hürmetsizlik olacağından ya çukurun içine kabirde olduğu gibi yanlamasına bir oyuk açar veyahut da mushafın üzerine çalı çırpı koyar. Böylece toprağın doğrudan üzerine dökülmesini engeller. Bu şekilde önlemi aldıktan sonra üzerini toprakla kapatır.
Bu satırları okuduğumuzda belki aklımıza, “Bu yazar neden bahsediyor, bu dediği de neyin nesi?” demek gelebilir. Çünkü yazdıklarımız bize çok yabancı gibi duruyor. Ancak unutmamak gerekir ki, bu edeplerin yoğunluklu olarak yaşandığı ve insanların çok dikkat ettiği dönemleri geçmiş büyüklerimiz yaşadılar. Kitaplarda bu yüzden yer alıyorlar. Lâkin biz bunlardan koptuğumuz için yazdıklarımız sanki başka bir âlemden bahsediyormuş izlenimi uyandırıyor. Bize garip gelse de, geçmiş büyüklerimiz böyleydi. Bunlardan uzaklaştığımız için ucûbe şeyler okuyor gibi hissediyoruz.
Biz ne zaman ayrılmaz parçamız olan değerlerimize döner ve kendimiz olmaya başlarsak, Allah’a yakınlığımız da o derece fazlalaşacaktır. Çünkü hayatımızın her alanını İslâmî değerlerle bezemeye başlamış olacağız. Meselâ toplum içinde yiyip içmemeye dikkat eden bir insan hem kul hakkını düşünmekte hem de ahlâkını güzelleştirmeye çalışmış olmaktadır. Onun sadece yemekle ilgili bu tutumu başka davranışlarına da sirâyet edecek ve hepsi bir araya geldiğinde ortaya güzel bir mü’min çıkacaktır. Bu sebeple medeniyetimizi ve kültürümüzü oluşturan değerlerin hiç biri boş değildir. Hepsinin doldurduğu bir yer vardır. Bunlar binanın yapı taşlarıdır. Sökülmeye başlandığında binâ da yıkılmaya yüz tutar. Günümüzdeki durum bunun yansımasıdır.
Görüldüğü üzere, sadece edeplerimiz üzerinden bile kendimiz olup olmadığımızı veya kendimiz olmaya ne kadar yakın olduğumuzu anlama imkânına sahibiz.
Bir başka örnek daha vererek bizim değerlerimizin ne kadar hassas ve erdem yüklü olduğunu daha doğrusu asaletimizi bir görelim.
Edep kitaplarımızda güvercin besleyenlerin şâhitlikleri hususunda hassas olunması istenir. Çünkü denir ki, güvercin besleyenler kuşları yakalamak veya takip etmek için çatılara çıkarlar. Böyle olunca da başkalarının evlerine gözleri uzanabilir. Zamanla da mahremiyet duygusu zayıflayabilir. Bu sebeple mahkemelerde şâhitliklerinde muhtemel zaafiyetleri göz önünde bulundurulmalıdır.
Bu yazdığımızı bir de günümüz ile kıyaslayalım. Şâhit mahkemede yemin ettikten sonra her şey biter. Ahlâkî değerler ve insanın yaşantısının hiç önemi yoktur. İslâm açısından en kötü ve haram işlerin içinde yer alsa da, kişi mahkemede namus ve şerefi üzerine yemin ettiğinde sorun kalmaz ve muteber biri hâline gelir. Bu durumun İslâmî ahlâkın ve erdemin hâkim olduğu geçmişimizden ne kadar uzak bir durum olduğu ortadadır. Bir anlamda kendimizden kopuşumuzun acı göstergesidir.
Olay sadece burada yazdıklarımızla sınırlı değil elbette. Çocuklarımıza güzel isim vermek, eve girerken ve çıkarken aileyi selâmlamak, sağ ayakla içeri adım atmak, elbisemizi sol taraftan çıkarmaya başlamak, suyu üç yudumda içmek… Bizi biz yapan bu liste uzayıp gider.
Her ne zaman bu değerlerimizi kendi hayatımıza hâkim kılmaya gayret ederiz, o zaman Peygamberimiz (s.a.v.)’in istediği kıvama gelmeye başlarız. Ayrıca İslâm’ın bu âdet ve geleneklerini ne kadar çok yapmaya gayret edersek, bizi biz yapan ve bizleri ayakta tutan değerlerimize o kadar hayat vermiş, daha doğrusu kendimize ve ailemize, çevremize o kadar iyilikte bulunmuş oluruz.
Yazdıklarımızdan anlaşılacağı üzere, bizim dünyamızda küçük ve önemsiz bir şey yoktur. İyi bir şey başka iyi bir şeyi, kötü bir şey de başka kötü bir şeyi tetikler. Bu sebeple hayatımızı güzelleştirecek unsurları çoğaltmamız gerekir. Zira hayatını Allah ve Rasûl’ünün rızâsı doğrultusunda güzelleştiren insanın ibâdetleri de hayatı da bir başka lezzetli olur. Çünkü yaşamının her alanından mânevî bir haz alır. Bu insan her hâlükârda şükürdedir ve mutludur. Ne mutlu böyle olabilenlere ve etraflarına da örneklik sergileyebilenlere.
Son sözümüz büyüklerimize gelsin. Ne olur, ama ne olur, değerlerimize sahip çıkalım. Bize ait hiçbir şeyi önemsiz görmeyelim ve onu canlandıralım. Biz böyle yaparsak etrafımız da bizden etkilenecek ve bu değerler halka halka topluma yayılacaktır. Meselâ adım attığımız bir iş yerine veya bir mekâna “merhaba” veya “selâm” diyerek girmek yerine “selâmün aleyküm” ile girelim. Hem selâmı yaymış hem de sevaba nâil olmuş oluruz. Çünkü Peygamber Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Aranızda selâmı yayın.”[2]
Velhâsıl, değersiz hiçbir değerimiz yoktur.
[1] Buhârî, 6492.
[2] Müslim, 93 (54).
Enbiya YILDIRIM
Yazar
Bundan 30 yıl kadar önce ülkemizde yaşayan insanların dinlerini öğrenmek istediklerinde mürâcaat edecekleri eserlerin sayısı oldukça azdı. Mevcût kitapların pek çoğu Arap dünyasından veya Pakistan’dan...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
Etrafımızda tanıdığımız pek çok insan vardır; hayatları sıradan bir şekilde devam ederken birden değiştiklerini ve Allah’a yöneldiklerini görürüz. Bazen bir Cuma sohbeti buna vesile olur. Vâizin insan...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
Günümüz Müslümanları kendi Müslümanlıklarını koruma endişesi yanında bir de çocuklarının Müslümanlığını koruma endişesi taşımaktadırlar. Hatta çocuklarına yönelik endişeleri kendi Müslümanlıklarını ku...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
Gündelik hayatta bazı kelimeleri, ne anlama geldiklerini ve ağırlıklarını düşünmeden çok rahat bir şekilde söyleriz. Bunlar dilimizde sıradanlaşmıştır ve mânevî bir ağırlığı kalmamıştır. Meselâ karşım...
Yazar: Enbiya YILDIRIM