Bazı Şeyler Yarım Kalır
Otuzlu yaşların başında bir ara “aşk” üzerine bir şeyler karalamış, aşkın ıstıraplarla olan birlikteliğini kendimce anlatmaya çalışmıştım. Bazı dönemlerde aşkın insanda onulmaz yaralar açtığını, kapanmaz sanılan o yaraların zamanla kuruduğunu fakat mutlaka bir iz bıraktığını anlatmıştım.
Doğrusu benim aşk üzerine söyleyecek pek fazla bir sözüm yoktu. Yine de bu konuda neler söyleyebileceğimi merak ediyordum. Hem sonra içimi kurcalayan sorulara belki yazarak cevap bulabilirdim. Zira yazarken farkına varıyordu insan çoğu şeyin.
Mesela şu dert meselesi, acı çekmek, ıstırap duymak… Bunlar üzerinde yoğunlaşmanın tabiatıma uygun bir tarafı vardı. Belki de kendime bir teselli arıyordum. Ya da yaralı bir kuşa teselli olabilir miydim? Aşkın insanı götürdüğü yeri ona tarif edebilir miydim? Acaba bir şekilde konuyu asıl meseleye getirebilir miydim?
Asıl meseleyi İmam-ı Rabbani Hazretleri şöyle ifade ediyor: “Asıl maksat aşk ve muhabbet değil kulluktur. Aşk güzel kulluk yapılsın diye verilir. Velayet mertebelerinin en sonu kulluk makamıdır. Ondan daha üstün bir makam yoktur.” (Mektubat, c.1, 30. Mektup)
Teselli arayışı
Madem teselli peşindeydim, o halde meseleyi kader bağlamında ele almalıydım. Bu yazgının başrolünde oynayan insanın her şeyden önce bilmesi gereken şey, görünmeyen bir elin her şeyi yönettiğiydi. Takdirin nice işleri vardı ki bunlara akıl sır ermezdi. Onlar sadece sessizce izlenirdi.
Belki de âşığa düşen; “Dostun takdiridir” deyip çektiği acıları gül diye koklamak ve onların kıymetini bilmelkti. Hem sonra acılar sürekli hep aynı kalmıyordu ki. Hayat zıtlıklarla devam ediyordu. Fakat aşkın mantığı Aristo mantığına benzemiyordu. Birbirine zıt duyguları bir arada yaşamak pekâlâ mümkündü.
Aslında çelişkiler pek problem değildi, fakat aşk üzerine konuşmanın benim haddim olmaması gibi daha ciddi bir sıkıntı karşımda duruyordu. Haddim değildi çünkü Ebû Abdullah El-Kureşi’nin de dediği gibi; “Hakiki muhabbet, sana senden hiçbir şey kalmamak üzere her şeyi sevdiğine hibe ve feda etmektir.” Bu sözden anlaşıldığına göre gerçek aşkın standartları epeyce yüksekti. Bizim gibileri ise Yunus Emre anlatıyordu:
İçin dışın murdar iken,
Dost neylesin senin ile?!.
Gönlün gözün nefs ü hevâ,
Aşk neylesin senin ile?!.
Bir ucu cennette
Bir ara dilime; “Bir ucu cennette davamız var bizim” diye bir söz takılıp kalmıştı. Dava gibi, gerçek aşkın da bir ucu cennette olmalıydı. Çünkü aşk ve davanın kıymeti; onların bu dünya ile sınırlı olmaması, öte dünya ile alakalı olmalarındandı. Ne zaman ki dava, bu dünyadaki göstergelere endekslendi, ne zaman ki aşk öte dünya ile bağlarını kopardı; tılsımını da kaybetti.
Neden aşk konusu üzerinde bu kadar fazla düşünüyordum ki? Bu canavarlaşan çağda insanı masumlaştıran bir duygu olduğu için miydi ona bu kadar takılmamın sebebi? Oysaki Mevlana Hazretlerinin de dediği gibi; aşkı anlatmak için ne söylersem söyleyeyim asıl aşk belirdi mi sözlerimden utanacaktım.
Acaba; “İstanbul’u sevmezse gönül aşkı ne anlar” diyen Yahya Kemal haklı mıydı? Ama benim içimdeki sorular öyle hemen bitecek gibi değildi. Mesela bir insan bir parçasını Kastamonu’da bırakmışsa ya da Konya’da ya da Sivas’ta bırakmışsa artık o insan iflah olabilir miydi?
“Aşk sevip sevip kavuşamamaktır” diye bir söz duymuştum bir vakit. Onun insana dert vermesi, zaten hep böyle yarım kalmasından dolayı değil miydi? Dünya belli ki her istediğini vermiyordu insana. Bunun için ahiret vardı ve öte dünya kollarını açmış bekliyordu.
Yarım kalan hikâye
Dünyada her şey yarım kalır demişken size bununla iligili güzel bir hikâyem var dostlar; onu anlatmak isterim. TRT’de yayınlanan “Ömür Dediğin” programında, 2018 yılında vefat eden Sivaslı Âşık İsmetî hayatında yarım kalan bir hatırasını şöyle anlatmıştı:
“Eskiden çok yokluk çektik. Hanımımla elli senedir evliyiz, şimdiye kadar hiç problemimiz olmadı. Çok vefalı bir insandır. Eskiden bir gün hanıma annesi iki tane portakal vermiş. O zamanlar köye portakal senenin bir günü ya gelir ya gelmez. Hanım benimle birlikte yemek için kendi payını da yememiş, bir beze sarıp ikisini de sandıkta saklamış.
Bir yere yirmi dokuz günlüğüne çalışmaya gitmiştim. Döndüğümde dedi ki: ‘Annem portakal verdi, sandıkta sakladım.’ Ben de: ‘Hadi getir de yiyelim öyleyse’ dedim. Portakalları aldı geldi, sargıları açtık bir de baktık ki ikisi de bozulmuş. İşte eşim böyle vefalı bir insandı.”
Efendim, şair İbrahim Tenekeci Abi’nin de dediği gibi; “Burası dünya burada her şey yarım kalır.” Burası eksiklikler, noksanlıklar âlemidir. Bizim oralarda; “Fırın tava gelir hamur biter. Akıl başa gelir ömür biter” diye bir laf vardır. Hani bir de şarkı vardır; “Elbet bir gün buluşacağız, bu böyle yarım kalmayacak” diye…
Yeter ki niyetler halis olsun, filmin tamamı belki daha güzel bir ortamda daha güzel bir şekilde yaşanacak. Biz o saflığı, o samimiyeti, o temizliği koruyabilirsek, umuyorum ki nice buluşmaların devamına şahit olacağız. Tabiî ki bir de mutlu olmak için değil, mutlu etmek için yaşamak ne demek; bunun üzerinde biraz düşünelim olur mu?
Merhum Âşık İsmetî’nin bu hatırasında yarım kalmışlığın hüznünü bulabiliyoruz. Eşi için sandıkta portakal saklayan bu annemizin safiyeti beni çok etkiledi, bilmiyorum sizleri de etkiledi mi? Cenab-ı Hak bu hatırayı yıllar sonra duygulanarak anlatan merhum Âşık İsmetî’ye o portakalları ve daha güzellerini eşiyle birlikte cennet bahçelerinde yemeyi nasib eylesin.
Aydın BAŞAR
Yazar1930’lu yıllarda Ali Ulvi Kurucu Bey’in babası İbrahim Efendi mahalle camiinde imamlık yapmaktadır. Din eğitiminin baskı altında tutulduğu yıllardır. Bir gün sabah namazı öncesi görev yaptığı camide ç...
Yazar: Aydın BAŞAR
“Kötü giden bir hayat içerisinde ya da istemediği şekilde devam eden hayatının ilerde nasıl olacağını merak etmek bazen insanî gibi durabilir. Ama bugün adına fal dediğimiz ya da başka isimlendirmeler...
Yazar: Erol AFŞİN
Gülşenî pir-i sânisi,Hak aşığı gönül eri.Rasûllulah’ın enîsi,Şeyh Sezâî Hazretleri.Arayıp bulunca dostu,Serçeşmeden dolmuş testi.Edirne’ye sermiş postu,Şeyh Sezâî Hazretleri.Gülşende kızarınca gül,Söy...
Şair: Satılmış ŞEN
Oturup kalkmasını bilmeyen, nerede ne konuşması gerektiğini tâyin edemeyen, büyüklerine ve küçüklerine nasıl davranacağını kestiremeyen, zaman zaman kaba ve agresif hareketler sergileyen, edep ve erkâ...
Yazar: Aydın BAŞAR