Bahara Muhtaç Olmayan Gonca
Fıtnat Hanım, Nâbî yolunda şiir söyleyen bir şaire olduğundan hikemî gazeller de kaleme almıştır. Şaire, hikmet vadisinde yazdığı gazellerde, erkek şairler kadar başarı göstermiş, diyebiliriz. Bir örnek olarak “olmaz” redifli gazelinde hikemî bir yolculuğa çıkalım.
Sipihr-i kec-‘atâdan râst-kârân behredâr olmaz
Gülistân-ı cihânuñ serv-i âzadında bâr olmaz
(Çarpık bahşişli felekten doğru insanlar pay almaz; dünyanın başı dik servisinde meyve olmaz.)
Ahmet Talat Onay, felek hakkında şöyle der: “Gök demektir. Cem’i eflâktir. Eskilere göre gök tabakası, yani felekler dokuzdur. Her semada bir yıldız tasavvur edilmiştir. Bu yedi seyyar yıldızdan her birinin dünyaya ve dünya üzerindeki canlı cansız her şeye hâkim ve müessir olduğu farz olunmuş, her yıldız az çok uğurlu, uğursuz sayılmış ve her birinin husûsî tâbiatları, hâkim olduğu iklimleri, hâkimiyet saatleri olduğu sanılmış, işte bu sebeple dünyada olup biten her şey feleğe isnad olunmuştur.
Çarh da bu mânâyadır. Kazâ ve kadere itiraz edemeyen şairler dünyada olup biteni feleğe ve yıldızlara isnad, rûhî tezâhürlerini böylelikle izhâr etmişlerdir.”[1]
Süleyman Uludağ’ın Tasavvuf Terimleri Sözlüğü’nde ise feleğe dair şu bilgiler verilir: “1. Gök, gökyüzü, semâ. 2. Talih, baht, kader. 3. Her gezegenin bulunduğu gök tabakası.
Batlamyus’un kozmolojik sisteminden kaynaklanan bu tasavvura göre, dünya evrenin merkezidir ve çevresinde iç içe geçmiş bir şekilde dokuz felek bulunur. Dünyadan dışa olmak üzere sırasıyla Ay, Utarit (Merkür), Zühre (Venüs), Şems (Güneş), Mirrih (Merih), Müşteri (Jüpiter), Zuhal (Satürn), felekleri yedi gezegen feleğini oluşturur.
Sekizinci felek sabit yıldızlar ve burçlar feleği, dokuzuncu felek ise atlas, en büyük felek (felek-i âzam) veya felekler feleği (felekü’l-eflâk) gibi isimler alır. Hükemâ felsefesine göre, sekizinci feleğe kürsî, dokuzuncusuna arş denilmiştir. Dokuz feleğe nüh felek denir…
Feleklerin dönüşünün insanların üzerinde çeşitli etkileri olduğuna inanıldığından, felekle kader düşüncesi arasında bir bağ kurulmuş, kimi zaman da (kahpe felek) gibi sözlerle şikâyet konusu olmuştur.”[2] Klâsik şiirimizde bu felek anlayışı sık sık karşımıza çıkar.
Bakıldığında gökyüzü kubbe gibi görünür. Fıtnat Hanım, bu özelliği felek kavramındaki “dönme” anlamını “döneklik”le birleştirerek “çarpık bahşişli” sıfatını uygun görmüş. Eski inanışa göre felekler döner. Bu aynı zamanda döneklik kavramını akla getirir.
Başa gelenlerden felek adındaki varlık sorumlu tutulmuştur. Bunun yıldızlarla ilgisi olduğu açıktır. Fıtnat Hanım, Nebatîlerden beri yıldızların ahvâlini çözmeye çalışan insanoğlunun, talih üzerinde yıldızların etkisi olduğunu varsayan inanışını geleneğe uygun olarak beytine taşıyıp eğri, çarpık karakterli felekten yakınıyor.
Bu, ilk bakışta genel mânâda dürüst insanların başlarına gelen felâketlerden yakınma gibi görünse de şairenin, kendi nasipsizliğinden üzüntü duyduğu sezilmektedir. Râstkârân, doğru iş yapan, düzgün tavırlı insanlar anlamına gelse de şairenin kast ettiği, ilk planda kendisidir.
Doğru, dürüst, sağlam karakterli insanı serviye benzeten Fıtnat, bu ağacın meyve vermediğine işaret ederek, böyle insanların dünyada umduklarını bulamadıklarını anlatmak istiyor. Dünya bir gül bahçesi, servi bahçeyi süsleyen dosdoğru, yüksek bir ağaç.
Gel gör ki bu ağacın meyvesi yoktur. Bir hüsn-i ta’lil güzelliği içinde düzgün insanların neden birtakım sıkıntılar yaşadıklarına dikkat çekiliyor. Beyit, hikemî bir şiire giriş için oldukça isabetli seçilmiş. Bir iddia ile gazel başlıyor. Bu iddia gelenekten gelen bir telâkkiyi yansıtsa da ifade biçimi oldukça etkili Fıtnat Hanım râstkârân ile serv-i âzâd arasında görünüş bakımından bir benzerlik düşündüğü gibi meyve vermeme açısında da bir ilgi kurmuştur.
Dil-i pür-ıztırâbuñ bîmi yokdur gamzeden zîrâ
Ki sîm-âba hezârân tîg urulsa zahmdâr olmaz
(Istırap dolu gönlün yan bakıştan korkusu yoktur; zira binlerce kılıç vurulsa da cıva yaralanmaz.)
Beyitte anahtar kelimelerden biri sîmâbdır. Bu kelime hakkında Ahmet Talat Onay şu bilgiyi verir: “Farsça jive sözünden bozarak dilimize aldığımız civadır. Arapçası zîbak, asıl Türkçesi sündük’dür. Civa, gümüş renginde mâyî hâlinde bir madendir. Tabiî halde iken sanayide ve mürekkebâtî ilaçlarda kullanılır. Sıfırın altında kırk derecede katılaşır. Bir menbâın suyunu kaçırtmak ve bir kuyuyu kurutmak için civa dökerler. Civa akıcı olduğu için bir yere bulaşmaksızın akıp gider.” [3]
Klâsik şiirde gamze kılıç, ok, katil gibi sıfatlarla anılır. Fıtnat, cıva gibi erimiş kalbinin gamze kılıcından korkusu olmadığını, çünkü bu eriyiğin, binlerce kez vurulsa bile kılıçtan yaralanmayacağını söylüyor. Gönül, sevgilinin aşkıyla erimiş, maddî varlığından arınmıştır.
Bu durumda gamzeden korkması için bir sebep kalmamıştır. Burada cıva ile kurulan ilgi “pür-ıztrâb” titreme ile ilgilidir. Cıva yerinde durmaz, sürekli titreme hâli içindedir. Şair, ıstıraptan kasılıp duran, titreyen kalbini cıvaya benzetiyor. Cıvanın, eriyik olduğundan, batırılan sivri oktan etkilenmesi düşünülemez.
Şaire ne demek istiyor? Fıtnat, sevgiliden gelecek gamze oklarından pervâsı olmadığını, aslında onları istediğini îmâ ediyor. Gönül o kadar ıstırap çekiyor ki yan bakış okları onun acısına yeni bir acı katamayacak, aksine mutlu edecektir.
Eger dâm itse de ümmîd-i sayda halka-i çeşmin
Yine şehbâz-ı ma’nî tab’-ı nâ-dâna şikâr olmaz
(Nâdân, eğer gözünün halkasını avlamak umuduyla tuzak yapsa, yine de mânâ şahini onun tab’ına, şairlik yeteneğine av olmaz.)
Göz halkası yuvarlağımsıdır. Kuşları avlamak için kurulan tuzak da halka gibidir. Şiirde mânâ bir doğana benzetiliyor. Bu vahşi kuşun yakalanması, elde edilmesi çok zordur. Gerçek şairler ancak mânâ doğanını avlayabilirler. Câhil, bilgisiz, yeteneksiz kişiler istedikleri kadar çalışsın çabalasın bu kuşu avlayamazlar.
Şair, şiirde mânânın önemine vurgu yapıyor. Mânâ, câhillerin ulaşabilecekleri bir av değildir. Bu, şairliğin bir yetenek meselesi olduğu görüşünü ifade ediyor. Kişi şairlik yeteneğine sahip değilse güzel mânâlara, gönül ürpertici renkli hayallere ulaşamazlar.
Bu beyitte vurgulanan kavram “mânâ”dır. Mânâ, hikemî şiir için olmazsa olmaz türündendir. Ancak mânâ, el değmemiş, kulak işitmemiş türden olmalı. Eskilerin ifadesiyle “bikr-i mânâ” olmalı. Böylesi mânâlara el uzatmak sıradan insanın kârı değildir.
İdüp sarf âb-ı rûyuñ umma lutf erbâb-ı hissetden
Ne denlü âb virsen nahl-i huşke mîvedâr olmaz
(Yüzsuyunu harcayıp hasis insanlardan iyilik umma; kuru ağaca ne kadar su verirsen ver meyve vermez.)
Âb-ı rû: Yüzsuyu, namus, şeref, haysiyet mânâlarına kullanılan Farsça bir terkip. Hısset ise cimrilik, tamahkârlık, nekeslik demektir. Fıtnat, cimri insanlardan bir şey istemenin doğru olmadığını çarpıcı bir teşbihle anlatıyor. Kuru ağaca su vermek faydasızdır.
İstediğiniz kadar sulayın ağaç yeşerip meyve vermez. Hisset sahipleri de böyledir. Onlardan çevrelerine bir yarar yoktur. Dünyaları kendilerinden ibarettir. O hâlde haysiyet sahibi kişi, böylelerinden çok muztar kalsa bile bir şey istememeli, şerefini ayaklar altına almamalıdır.
Fıtnat Hanım, böyle birisinden rahatsız olmuş, düşüncesini bu beyitle dile getirme gereği duymuş olabilir. Kaldı ki bu, genel geçer bir durumun ifadesidir. Onurlu insan başkasına yüzsuyu dökerek meramına ermeyi düşünmez; bunu aklının ucundan bile geçirmez. Şerefli bir insan bile bile cimrilere ihtiyacını arz etmez, izzetini ayaklar altına alıp istekte bulunmaz.
İder mi bir pûla nâ’il felek erbâb-ı ‘irfânı
Bu bâzî-hânede mâdâm derd ü gamla zâr olmaz
(İrfân sahipleri bu oyun evinde dert ve üzüntüyle ağlayıp sızlamadıklarından felek , (onları) bir pula (hiç) nail eder mi?)
Fıtnat Hanım, yukarıdaki beyitte söylediklerini başka bir düzlemde sürdürüyor. Ârif inanlar ağlayıp sızlayarak insanlara dertlerini izhâr edip isteklerde bulunmazlar. Ârif kimdir sorusuna cevap arayalım: “1. Bilen, vâkıf, âşina, anlayışlı, kavrayışı mükemmel, irfân ve mârifet sahibi. 2. tas. Allahu Teâlâ’nın kendi zâtını, sıfatlarını, isimlerini ve fiillerini müşâhede ettirdiği kimse. Müşâhede ve temâşâdan hâsıl olan bilgiye mârifet, bu bilgiye sahip olan şahsa da ârif denir.
Âlim aynı hususları yakîn yoluyla bilir. Keşf ve müşâhede yoluyla, yani mânevî ve rûhî tecrübelerle Allah hakkında zevkî ve vecdî bilgilere sahip olana ârif-i billâh veya yalnızca ârif; ârifin bu yolla tanıdığı Allah’a mârûf denir. “Ârif, kendisi sustuğu hâlde diliyle Hakk’ın konuştuğu kimsedir.
“Ârif su gibidir, içinde bulunduğu şeyin rengini ve şeklini alır.” “Ârifi hiçbir şey bulandırmaz, her şey onunla durulur. “Ârif kendi varlığından fânî, Hak ile bâkîdir.” “Ârif, Allah’a cehennemden kurtulmak veya cennete girmek için değil, Cenâb-ı Allah’ın hakkı olduğu için O’na ibâdet eder.”[4]
Klâsik şiirimizde şair rint ve âriftir. Fıtnat Hanım, beyitte bu hususa dikkat çekiliyor. Ârif, dert ve sıkıntı içinde bulunsa bile insanlara arz-ı hâcet etmez. Sırrına başkalarını ortak etmez. Böyle olunca da sıkıntı içinde yuvarlanır gider. Dünyayı bir oyun evi, bir oyun meydanı, dünyevî işleri de bir oyun olarak telâkkî eden ârif, bu oyun için başkalarına el açmaz.
O, el açmadığı için kimseler hâlini bilmez. Felek de kendisine minnet etmeyen ârifi âdeta cezalandırır. Fıtnat bunu feleğin bir tür intikamı gibi yorumluyor. Dünya bir oyun yeridir. Bu oyunun kuralları vardır. Bu kurallara uymayanlara felek güler yüz göstermez.
Şaire, açıkça ifade etmiyor ama sıkıntı içinde bulunduğunu tahmin etmek mümkündür. Beyte genel anlamıyla baktığımızda haklı olduğunu söyleyebiliriz. Zira irfân ehli, tarihin her devrinde sıkıntı çekmiştir. Maddî refahla irfânın barıştığı pek söylenemez.
Olur üşküfte feyz-i kudret-i Hakla gül-i hâtır
Bu bâguñ gonca-i ra’nâsı muhtâc-ı bahâr olmaz
(Hatır gülü, Allah’ın kudretinin feyziyle açılır; bu bahçenin gül-i ra’na goncasının bahara ihtiyacı yoktur.)
Felekten ve hisset ehlinden yakınmadan sonra her hikmet sahibi gibi Fıtnat da yüzünü Allah çeviriyor. Gönül, beytullahtır. Onun gerçek sahibi, onu yaratandır. Kâinata sığmayan yaratıcı mü’min kulunun kalbine sığar. Gönlün açılması, feyizlenmesi de doğrudan Allah’tandır.
Fıtnat gönlü bir güle teşbih ediyor. Gül, açılmak için bahar mevsimine, nesime muhtaçtır. Oysa gönlün böyle bir ihtiyacı yoktur. Allah’ın feyziyle, bahara muhtaç olmadan gönül gülü açılır, mânevî güzelliklere mazhar olur. Mânevî güzellikleri müşâhede edebilir.
Kâinat Allah’ın kudret elindedir. O, dilediği kulunun gönlünü kendi feyz ile şenlendirir. Gül-i ra’na, dışı sarı, içi kırmızı renkteki güldür. Gönlün gül-i ranâya teşbihinde, kalbin ıstırap ve sevince mekân olması etkili olmalıdır. Çünkü gönül sürekli inkılâp hâlindedir.
Şair bu yüzden ilk beyitte civaya teşbih etme gereğini duymuştu. Gönül içine düştüğü tutulma, sıkıntı hâlinden ancak Allah’ın bağışladığı feyizle kurtulup açılabilir. Allah, dilediği ârif kulunun kalbine feyziyle ferahlık, genişlik bağışlar. Tasavvufta Allah’a iki türlü yaklaşmadan söz edilir: Biri sâlikin zikir, ibâdet ve riyâzetle ona yaklaşması, buna kurbiyet; diğeri de Allah’ın kendi lutuf ve inâyetiyle kula yaklaşmasıdır ki buna da akrebiyet denir.
Fıtnat’ın kast ettiği açılma bu ikinci yakınlıkla ilgili olmalı. Allah, ârif kulunun gönlüne feyziyle, zamana ve mekâna bakmaksızın açılma, genişleme bahşedebilir.
Kalur tâ subh –ı mahşer neşve-i şevk ü mahabbetle
Şarâb-ı ‘aşkı Fıtnat nûş iden dilde humâr olmaz
(Ey Fıtnat, aşk şarabını içen gönülde baş ağrısı olmaz; mahşer sabahına kadar aşk ve sevgi neşesiyle kalır.)
Bu beyit tamamen tasavvufî remizlerle örülmüş: Mahşer, neşve-i şevk, neşve-i mahabbet, şarab-ı aşk, dil ve humar… Neşve, “1. Sevinme, keyiflenme, sevinç, keyif, (şetâret, şettârlık) hafif sarhoşluk, yetişme, yeniden meydana gelme. 2. tas. mânevâ hazları ve rûhî zevkleri yaşamaktan hâsıl olan bir hâl, bast ve üns hâli.”[5]
Şevk, “Arapça, iştiyak ve özlemi ifade eden bir kelimedir. Kalbin, sevgilisine kavuşmak üzere çekilişine veya sevgili anıldığında kalbin heyecanlanmasına şevk denir. Kalbdeki şevk, lambadaki fitile, aşk da ateşteki yağa benzer. Allah’a iştiyak duyanın O’na yakın olacağını ve yakın olanın neşeleneceğini, neşelenenin de vuslata ereceğini kayd ederler.
Vuslatta derinleşenler için, müjdeler ve güzel bir varış yeri söz konusudur. Şevk ile iştiyak arasında fark vardır. Şevk sahibi, kavuşma durumunda sükûn üzere iken, aynı durum iştiyak sahibi için söz konusu değildir.”[6] Humâr, Arapça sarhoşluk mânâsına gelen bu kelime tasavvufta vuslat makamından kesiklik yolu ile değil, kahır yoluyla geri dönme hâlini ifade eder.[7] Bu kavramlarla kurulan beyte baktığımızda şöyle bir manzara ile karşılaşırız:
Aşk şarabını içen, yaşadığı sarhoşluktan ancak kıyamet sabahı uyanır. Bu uyanışta baş ağrısı çekilmez. Çünkü bu aşk, kâinatı yaratan ezel ve ebed sultanı Cemil-i mutlaka, onun esma-i hüsnasına, isim ve sıfatlarına duyulan aşktır. Bu şarapta keder, bulanıklık, karışıklık yoktur ki uyanınca baş ağrısı yapsın.
Bu aşka giriftar olan dehrin hay u huyundan el yur, kemerbeste-i ubûdiyet olarak sabah-ı haşre kadar bu aşkın coşkusu ile yaşar. Bu sarhoşluk hâli demirin ateşte kızgın kor hâline gelmesi gibidir. Âşık, kendi benliğinden geçmiş bekâbillah zevki içinde eriyip yok olarak gerçek mânâda var olmuştur
Gazele bir bütün olarak baktığımızda Fıtnat’ın, tefekkür aşamasından sonra gönle yöneldiğini ve kalbinin ilâhî aşkla derûnî bir feyiz hâli içinde gerçek anlamda saâdete erişini ifade ettiğini, en azından dilek ve temenni plânında böyle bir arzusu olduğunu anlıyoruz.
Gazelde, önce akıl ve hikmet yolunda bir yolculuk; sonra gönlün bu akıl ilişkisi içindeki ıstırap hâli, arkasından şairliğin herkeste bulunmayacağı hususu vurgulanmış, sonra gelen iki beyitte ise aklın ve mantığın ulaşamayacağı gönül yolu ile sürdürülen bir seyir, bir gönül yolculuğu okuyucuyu sarmalıyor.
Akıl belli bir noktaya kadar sâliki taşır. Onun rehberliğinde düşünce, kitap ve prensipler söz konusudur. Üstelik akıl sınırlıdır. Yolun bu noktasında gönül, rehberliği ele alıp yolcusunu, fıtratının gereği olan aşkla tanıştırıp pişirerek amacına ulaştırmak gibi bir rol üstlenmektedir.
Akıl yolunda zaman zaman bulanıklık ve humâr vardır. Gönül yolunda ise sahibini yüceliklere taşıyan daimi bir neşve hâli vardır. İlk beyitlerde hikmet, şairane övünme ve son iki beyitte akrebiyet tecellîleri okuyucuya yeni ufuklar açıyor. Zaten tasavvuf, kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-ı ruhânî olarak tarif edilmiyor mu?
Gazel, felek ve dünya; akıl ve kalb uyumunun şairi nasıl bir başarıya yükselttiğinin örneğidir. Fıtnat Hanım, bir tezat atmosferi içinde “olmaz” redifinin peşine taktığı düşünce ve duygu ve hayallerini beytin kanatları arasında pervaz ettiriyor. Gazelde ses ve mânâ mükemmel bir uyum hâlindedir. Fıtnat’ın Nâbî yolundaki en başarılı örneklerinden biri ile karşılaştığımızı söylemek mümkündür.
[1] Ahmet Talat ONAY, Açıklamalı Divan Şiiri Sözlüğü, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı, haz. Cemal KURNAZ, İstanbul 2009, s.192.
[2] Süleyman ULUDAĞ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul 2001, s.134.
[3] ONAY, age.,s.418.
[4] ULUDAĞ,age., s.44.
[5] ULUDAĞ,age., s.276.
[6] Ethem CEBECİOĞLU, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, İstanbul 2009,s.608.
[7] CEBECİOĞLU, AGE.,S.284.
Mahmut KAPLAN
YazarDün olduğu gibi bugün de dünyanın en muhteşem şehirlerinden biri olan İstanbul deyince hepimizin aklına, bu şehri Bizans'tan kurtararak İslâm toprağı yapan II. Mehmed, nâm-ı diğer Fâtih gelir. Fakat h...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ
Şehir kültürü… Şehrin değerlerini ortaya çıkarmak, tanıtmak.Şehri merkeze dönüştürmek…Bayramîlik… Devlet, kültür ve tarîkat.15.yüzyılın önde gelen ilim ve irfân sahibi ulemâsından, mutasavvıf ve evliy...
Yazar: Bilal KEMİKLİ
Osmanlı padişahları yoğun devlet işlerinden fırsat buldukça, belki de saltanat ve idare işlerinden bunaldıkları zamanlarda şiir limanına sığınmış; nazmın ürpertici dünyasında ağır siyasî sorunlarını b...
Yazar: Mahmut KAPLAN
Çocukluk günlerim dün gibi hafızamda. Hiç büyümemişim, yaşlanmamışım, yetmişi devirmemişim sanki. Oysa ömür, yokuştan iner gibi, bir bulut geçer gibi elden uçup gidiyor. Dönüp bakıyorum dün; sisli bul...
Yazar: Mahmut KAPLAN