Yaşadığımız Yüzyılda Çiğnenen İnsan Onuru
İnsanı diğer canlılardan ayıran en temel vasıf; konuşma, aklını kullanma, seçme özgürlüğü, yeryüzünün maddî ve mânevî îmârını üstlenme gibi kâbiliyetlerle yaratılmış olmasıdır. Hangi coğrafyada doğarsa doğsun, bütün insanlar hür, onurlu ve haklar bakımından eşit doğarlar. İslâmî bakış açısında böyle olan bir kimseyi köleleştirmek, ayrımcı muâmeleye tâbi tutmak ve hukûkî mânâda müstakil bir şahsiyet olarak tanımamak, ancak câhiliye zihniyetinin bir ahlâkıdır. Bundan dolayı İslâm, ilk günden itibaren câhiliye ile mücâdele etmiş, câhiliyenin kast sistemine dayalı ayrımcılığına karşı, Hak katında insanların eşitliği prensibini getirmiştir. İslâm, insanların birbirlerine karşı herhangi bir üstünlük unsurunu doğuştan beraberlerinde getirdikleri hurâfesini kesinlikle kabul etmez. Bütün insanlar Allah’ın birer yaratığıdır ve hepsinin kökü birdir.[1] İnsanların eşitliği prensibiyle ilgili olarak, “Veda Hutbesi”nde, “Hepiniz Âdem’in neslindensiniz. Âdem de topraktan yaratılmıştır. Arabın, Arap olmayanlar üzerinde veya Arap olmayanın Arap karşısında üstünlüğü yoktur. Bu üstünlük ancak Allah’tan korkmakla (takvâ ile) olur.”[2] buyurması buna delildir. Görüldüğü gibi, bu Nebevî hitâbede kanun önünde insanların eşitliği dile getirilmiştir. Şüphesiz bu ilkenin yerleşmesi, üstünün hukuku değil, hukukun üstünlüğünün bir zaferidir. İslâm tarihinde yasalar önünde eşitlikle ilgili birçok örnek uygulama mevcuttur.
İslâm’ın varoluş amacı, insan onurunu korumaktır. Hâlâ günümüzde birçok alanda insan onuru çiğnenmeye devam etmektedir. Çiğnenen değerlerden birisi de adâlettir. Adâlet, her türlü sapmanın ve haksızlığın karşıtı olup, “bir şeyi ait olduğu yere koymak, hakkını vermek, eşit ve denk yapmak” anlamlarına gelir.[3] Bu anlamda adâlet kelimesi; insaf, haklılık, söz ve eylemde doğruluk manalarını kapsayan bir denkleştirme olup; verilen ile hak edilen arasındaki dengeyi ifade eder. Bu sebeple hakkâniyet ölçüsü olan adâletin -ister mahallî, isterse küresel düzeyde olsun- gerçekleştirilmesi için mücadele vermek, insan onurunu korumanın doğal bir yoludur. Çünkü toplumda hakların gasp edilmesi çok büyük bir fâciadır. Bu sebeple, nerede ve ne şekilde olursa olsun bir hak ve hukuk gasbı olan her türlü ayrımcılıktan uzak durulmalıdır. Çünkü adâlet duygusunun yara aldığı bir düzende güven olamayacağı için toplumsal barış yara alır ve medenîleşme yolunda ilerleme akâmete uğrar.
Yine yaşadığımız dünyada bir başka onursuzluk örneği de cinsiyet ayrımcılığının yapılmasıdır. İslâm, gelişiyle birlikte her türlü cinsiyet ayrımcılığını ortadan kaldırmış, kadın ve erkeğin bir bütün olduğunu ortaya koymak sûretiyle her iki cinsin de Allah’ın teklifleri karşısında eşit düzeyde sorumlu olduğunu bildirmiştir.[4] Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) de bir insan hakları bildirgesi olan Vedâ Hutbesi’nde bizzat kadına karşı yapılan olumsuz ayrımcılığa son verilmesini istemiş ve bu konuda pozitif ayrımcılıktan yana evrensel ilkeler vazetmiştir; “Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah’ın emâneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır.”[5] Bütün bu uyarılara rağmen yaşadığımız çağdaş dünyada hâlâ kadınlara karşı şiddet uygulanıyor ve ayrımcılık yapılıyorsa bunun temel sebebi, câhiliye zihniyetinin gönül ve kafalardan silinip atılamamasıdır.
Irkçılık yapmak başka bir onursuzluktur. Kur’ân-ı Kerim’in getirdiği değerler sisteminde renklerin ve dillerin farklılığı, Allah’ın bir âyeti olarak nitelendirilmiştir.[6] Kur’ân’a göre insanlar, aynı kökten gelmişlerdir.[7] Ontolojik anlamda bir farklılık söz konusu değildir. Bu konuda Nebevî mesajın evrenselliğine ışık tutacak şu ilke çok önemlidir: “Allah sizin zenginliğinize ve fizikî şeklinize bakmaz; O, sizin gönlünüze ve davranışlarınıza değer verir.”[8] Dolayısıyla etnik köken ayrımcılığı, insan hakları bakımından bir zulümdür. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v.)’in uyarısı çok özlü ve anlamlıdır: “Irkçılık davasına kalkışan bizden değildir.”[9];”Sizin hepiniz Âdem’in neslindensiniz. Âdem de topraktan yaratılmıştır. Arabın, Arap olmayanlar üzerinde veya Arap olmayanın Arap karşısında üstünlüğü yoktur. Bu üstünlük ancak Allah’tan korkmakla (takvâ ile) olur.”[10] Görüldüğü gibi Nebevî mesajın söylemlerinde bütün insanlığı kucaklayacak düzeyde evrensel bir dil kullanılmıştır. Yaşadığımız dünyada hâlâ etnik çatışmalar yaşanıyorsa, bu bir onursuzluktur ve insanlığın müşterek ayıbıdır.
Kur’ân-ı Kerim’e göre insanoğlunu büyüklük taslamaya sürükleyen sebepler arasında, kendisini ‘seçkinci’ görmeye dayalı sınıf ayrımcılığı gelmektedir.[11] Bilindiği gibi İslâm’ın ilk yıllarında Hz. Muhammed (s.a.v.)’in çevresinde toplanan inananlar arasında az sayıda varlıklı kimseler olmasına rağmen, çoğu, kölelikten gelme yoksul Müslümanlardan oluşuyordu. Kureyş’in ileri gelenleri, statü ve değerler açısından bu kişileri küçümsüyor, yoksul Müslümanlarla birlikte aynı statüde değerlendirilmeyi uygun görmüyor, kendileri geldiğinde onları çevresinden uzaklaştırmayı Hz. Peygamber (s.a.v.)’e teklif ediyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah, Elçisini şöyle uyarmıştı: “Rablerinin rızâsını isteyerek sabah akşam O’na duâ edenleri (fakirleri, yoksulları), yanından kovma. Onların hesabından sana bir şey yok, senin hesabından da onlara bir şey yok ki, onları kavasın. Eğer kovarsan zâlimlerden olursun.”[12] Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şahsında bu uyarı, bütün Müslümanlar için geçerli takip edilmesi gereken temel bir ilke olmuş, insanlara statü ve ekonomik farklılıklarından dolayı ne imtiyaz tanınmış ve ne de farklı muâmele uygulanmıştır. İslâm’da değer ölçüsü, Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşımak olarak görülmüştür.
Sonuç, birey ve toplumlar, şahsî kaprislerini ilahlaştırdığı, Allah’a rağmen bir hayatı yaşadıkları takdirde, dün olduğu gibi bugün de her türlü sömürü, kavmiyetçilik, tarafgirlik, güçlülerin zayıfları ezmesi, cinsiyet ayrımı, dışlanma, ötekileştirme, zorbalık, zulüm ve insan hakları ihlâlleri yaşanmaya devam edecektir. İnsan onurunu koruma, ancak ilâhî öğretiye inanma ve yaşama ile sağlanabilir. Zira tevhîde dayalı bir dünya görüşü ve yaşam tarzını benimseyenler, gerçek anlamda adâletin ve merhametin sözcüsü olabilirler. İnsan onurunu korumanın tek yolu, izzeti, yeniden Allah ve Rasûl’ünün getirdiği değerler sisteminde görmek ve bu değerler sistemine her hâl ve şartta hayâtiyet kazandırmaktır.
[1]Bkz. 49/Hucurât, 13.
[2] M. Hamidullah, İslam Peygamberi, (çev. S. Mutlu- S. Tuğ), İstanbul, 1969, II, 66.
[3] Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât fİ Garîbi’l-Kur’an, İstanbul, 1986, s. 487.
[4] 9/Tevbe, 71.
[5] M. Hamidullah, el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, Beyrut, 1987, s. 360; a.mlf., İslam Peygamberi, I, 275.
[6] Bkz. 30/Rûm, 22.
[7] Krş. 4/Nisâ, 1.
[8] Müslim, “Birr”, 33; İbn Mâce, “Zühd”, 9.
[9] Müslim, “Imâre”, 53, 54, 57.
[10] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 411.
[11] 92/Leyl, 8-11.
[12] 6/En’âm, 51.
Ramazan ALTINTAŞ
YazarTohum koymuş meyvesinin özüneAğaçları çekirdeğe saklamışÂlemleri ol Resulün yüzüneHalk eyleyip, nuru ile paklamışArzı dünya döner ismin anarkenLeylü nehar aşkı celil yanarkenZalim nefis imtihanla sına...
Şair: Ramazan PAMUK
Rûh, sözlükte, “rüzgâr, koku, kuvvet, can, nefes, canlılık, öz”, mânâlarına gelir. Istılahta ise rûh, “insan bedeninde bulunan hayatın temeli, maddî olmayan yalın bir cevher, h...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Eyledüm yâ Rab senün hamdünle buna ibtidâBilmeyince tâ senânı kimse bulmaz çün bekâTâ tecelli kılmadun mirʾât-ı dil pes tîredür Sıklet...
Yazar: Mahmut KAPLAN
Hayra değil bu gidişler,Yeniden insan olalım.Sarpa sardı cümle işler,Yeniden insan olalım.Batıl hakkı bastırıyor,Yalan, bizi susturuyor,Karanlık kan kusturuyor,Yeniden insan olalım.Gökdelenler göğü de...
Şair: Bestami YAZGAN