Vefâ
Üniversite yıllarında bir süre aynı evi paylaştığımız bir arkadaşımın telefonunu bir tevâfuk sonucu öğrendim ve kendisini aradım. Önce tanıttım kendimi, beraber kaldığımızı söyledim. Beni hatırlayamadı, tanımadı. Çok üzüldüm. Ben onu unutmamıştım fakat o beni hatırlamıyordu bile!
Aradan elli yıl geçmiş, hayal kırıklığına uğradım, üzüldüm, ne diyeceğimi şaşırdım. Hatırlamamasında garipsenecek bir durum yoktu oysa. Ben vefâsızlığına verip gücendim. Sonra düşündüm, ben onu hiç aramış değildim. Benimki de vefâsızlık değil miydi? Ona hak verdim sonra içimden. Bu kez onu ithâm edişime üzüldüm. İnsan zamanla unutuyor demek ki… Vefâ kelimesi zihnime takılıp durdu.
Sözlükte, sözünde durma, sözünü yerine getirme, dostluğu devam ettirme gibi mânâlarda kullanılan vefâ kelimesini şairler güzel kokuya benzetmişler. Günlük konuşmalarda da sık sık kullanırız bu kelimeyi. Atalarımız, “Bir acı kahvenin kırk yıl hatırı vardır.” demiş. Kırk yıl dile kolay… Vefâlı insan, deriz bizi hatırlayıp arayana. Vefâ göstermiş, sağ olsun deriz. İnsanımız vefâ kelimesini o kadar sevmiş ki ölümsüzleştirmek, sürekli hatırlatmak için İstanbul’da bir semt adı olarak tescil ettirmiş.
Vefâ insan için bir ihtiyaç mı bir zarûret mi diye sorulduğunda farklı cevaplar verilebilir. Aslında ihtiyaçla zarûret çoğu kez bir noktada kesişir. Vefâ insanî bir özellik, bir haslet, yaşayabilen için büyük bir nimet. Hâlimizin hatırımızın sorulmasını isteriz. Dostlarımızın, arkadaşlarımızın bizi hatırlamalarını isteriz. Bizden de vefâ beklendiğini kimi zaman unutuveririz. Oysa önce bizim vefâlı olmamız gerekir.
Binlerce ihtimâl arasından bizi insan olarak yaratana, sonra kendimize vefâ göstermeli değil miyiz? Taş, toprak, bitki, hayvan değil de büyük bir lütuf eseri insan olarak yaratıldık. Duygu, düşünce ve bunları ifade edecek dil ile donatıldık. Bütün varlıkların üzerinde bir değerde konumlandırıldık. Bize, “varlıkların en şereflisi” payesi verildi. Bu nimete de vefâ gerekmez mi?
Önümüze kâinat kitabı açıldı; bakın okuyun, hikmetini düşünün; sahibine vefâ gösterin diye. Râh penceresinden bu kitabın sayfalarına dalarken yazarını aklımıza getirmek de vefâ gereği değil mi? Bir gözetleyici, bir nâzır olarak önümüze serilen muhteşem manzaraya bakarken sahibini hatırlamak, yâd etmek vefâ gereği değil mi? En önemlisi ten kafesine rûhu bağışlayıp hayat verene vefâ göstermek insan olmanın gereği değil mi?
Vefâ çağrışımları daldan dala atlamama sebep oluyor, hoş görün! Vefâ sözünde durmak, dostları, dostlukları hatırdan çıkarmamak; ihtiyaç olduğunda değil, hasbî olarak aramak, sormaktır. Günümüz şartlarında daha çok işimiz düştüğünde dostları hatırlar olduk.
Oysa irtibat kurmak, hâl hatır soruşmak o kadar kolaylaştı ki zahmeti, sıkıntısı yok denecek kadar. Ceplerimizdeki telefonun tuşlarına dokunmak kâfi.... İndelhâce değil indel-muhabbet dostlarımızı, arkadaşlarımızı aramak zamanı değil mi? Aklımıza düştüğü anda tuşlara dokunmak çok mu zor? Bir dost sesi duymak, o sesin çağrıştırdığı hayal âlemine yelken açmaktan, hatırlara dalmaktan güzel ne olabilir.
İnsan önünde çok uzun bir zaman varmış vehmine kapılmaya çok hevesli. Hâlbuki zaman kısa, sınırlı ve ne zaman nokta konulacağı meçhûl! Bugün akla gelip de aramayan dostun yarın arandığında ulaşılabileceğinden nasıl emin olabilir insan! Bir bakarsınız madenî bir ses kulaklarınızda çınlıyor: “Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor!” Bu kadar basit…
Aynı şey bizim için de geçerli; dün geçti, şu an varız. Yarın çalan telefona cevap verebilecek miyiz? Meçhûl. Bir bilinmezlik içindeyiz. O hâlde fırsatı fevt etmeden sevdiklerimizi, dostlarımızı, arkadaşlarımızı arayıp sormayı, vefâlı olmayı unutmayalım. Şikâyet etmeyi de bırakalım; biz vefâlı olalım önce. Kendi âleminde haklı olsa da biz iğneyi kendimize batırıp; Fasîhî gibi, “Ömrümü verip vefâ umduklarım bana dünya gibi vefâsızlık etti.” diye sızlanmayalım:
Nakd-i ‘ömrüm verüp ümmîd-i vefâ itdüklerüm
Bîvefâlık eyledi âhir baŋa dünyâ gibi
Mahmut KAPLAN
YazarMü’minin Rabb’ine yönelik yaptığı her şey ibâdettir. Namaz kılmak, oruç tutmak gibi taat dediğimizde hemen aklımıza gelen her şey yanında kul hakkına dikkat etmek, gıybetten kaçınmak gibi hususlar da ...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
Tasavvuf edebiyatımızın en çok konuşulan, tartışılan şairlerinin başında gelen Mısrî’nin şiirindeki asıl hava tasavvufî aşk, neşve ve edâdır.” Mısrî’nin, Ahmet Yesevî, Yunus Emre çizgisini sürdür...
Yazar: Mahmut KAPLAN
Bazı eserler vardır ki asırlar da geçse üzerinden, değerinden bir şey yitirmez. Yûsuf Has Hâcib’in neredeyse bin yıl önce kaleme aldığı Kutadgu Bilig de böyle ölümsüz eserlerden biridir. Bu yazımızda ...
Yazar: Mahmut KAPLAN
Osmanlı edebiyatında; insanları iyiye, güzele ve doğruya, başka bir ifadeyle hayra yönlendirmek, topluma ve devlete yararlı, İslâmiyet’in erdemlerini şahsında yaşayan ve yaşatan iyi ahlâklı örnek ins...
Yazar: Mahmut KAPLAN