Ümmetin Yaralı Yüzü: Tefrika ve Çözüm Yolları
Milâdî 610 yılında Mekke’de doğan İslâm’ın güneşi, insanlığa tevhîd esasına dayalı bir barış ve kardeşlik mesajı sunmuştur. Bu mesaj, arınmış ahlâk, saf bir dil, temiz bir rûh ve ıslâh edilmiş inançlarla bireyler arasında sağlam bağlar kurmayı ve toplumsal uyumu güçlendirmeyi amaçlamaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v.), bu idealleri kendi hayatında uygulayarak sahih bir örnek oluşturmuş ve ilk Müslüman topluluğu sevgi, kardeşlik, hasbîlik, hoşgörü ve barış temelinde şekillendirmiştir. İslâm’ın temel hedefi, yalnızca bireylerin itikâdî birliği değil, aynı zamanda toplumsal düzeyde bir tevhîd anlayışının tesis edilmesidir. Bu bağlamda, Allah’ın yolu tek ve doğru olmakla birlikte, günümüzde farklı metotları benimseyen, çeşitli mezhep ve meşreplere sahip Müslüman toplulukların aynı hedef doğrultusunda bir arada hareket etmelerine hiçbir engel söz konusu değildir.
Reel siyâset perspektifinden değerlendirildiğinde, İslâm ümmetinin büyük çoğunluğu tarafından ehl-i bid’at olarak nitelendirilen Hâricîlik gibi, aşırı yorumlara dayalı ve dışlayıcı bir anlayışa sahip gruplar, İslâm ahlakının doğasında bulunan cezbedici ve hoşgörülü niteliği kısa vadeli çıkarlar uğruna tahrip edebilmektedir. Bu tür sapmalar yalnızca bireyler arası ilişkileri ve toplumsal uzlaşıyı zedelemekle kalmaz, aynı zamanda İslâm’ın yayılma, toplumsallaşma ve kitleleşme süreçlerini de kesintiye uğratarak ümmetin birliğine yönelik ciddî bir tehdit oluşturur. Dolayısıyla, aşırılık ve dışlayıcılıkla mücâdele, hem İslâm ahlâkının doğru bir şekilde anlaşılması hem de toplumun uyum ve bütünlüğünün korunması açısından hayâtî bir önem taşımaktadır.
Bir başka açmaz, bazı Müslüman toplulukların kendi konumlarını mensuplarına “fırka-i nâciye” olarak tanıtması ve aynı İslâm yolunda yürüyen, ancak farklı metotları benimseyen diğer Müslüman toplulukları, geliştirdikleri dar zihniyetlere aykırı buldukları gerekçesiyle ehl-i bid’at olarak dışlamasıdır. Oysa böylesi çarpık ve hoşgörüden yoksun bir tutum, İslâmî bir tavır olamaz; çünkü bu üslûp birleştirici değil, aksine parçalayıcıdır. Kur’ân-ı Kerim’de, “Ben Müslümanlardanım.” diyen bir bireyin istikâmet sahibi olmasının gereği şöyle ifade edilir: “Yalnız O’na yönelin ve O’ndan korkun; namazı kılın ve Allah’a ortak koşanlardan olmayın. Dinlerini parçaladılar ve bölük bölük oldular. Her hizip, kendi yanındakiyle övünmekte ve sevinmektedir.”[1]
Maalesef günümüzde birçok Müslüman da, başkalarına tanıdığı hoşgörüyü Müslüman kardeşlerine karşı uygulamakta yetersiz kalmaktadır. Bugünkü İslâm dünyasının parçalanmışlığını da işte bu dar ve dışlayıcı zihniyette aramak gerekir. Burada altını özellikle çizmek gerekir ki, bütün İslâm düşmanları, Müslümanların tefrika kaynaklı bölünmüşlüğünden âzamî derecede istifade etmektedir. Hiçbir görüş farklılığı, Müslümanların birbirlerini kıyıma uğratmalarını meşrulaştıramaz.
Öte yandan, İslâm dünyasının bölünmüşlüğünün bir başka kaynağı da zihinsel tekelciliğe dayanmaktadır. Kur’ân perspektifine göre, aynı yolda yürümek şartıyla; yöntemi, metodu ve anlayışı ne olursa olsun bütün mü’minler birbirinin kardeşidir. Dolayısıyla, mecâzî anlamda aynı caddede yürüyen her mü’min -ister bisikletle, ister otomobille, ister kamyonetle, ister yaya olarak- bu yolu kullanma hakkına sahiptir. Hiç kimsenin bu yolu diğerlerine kapatma hakkı yoktur. Çağımızın mücâdeleci âlimlerinden birinin ifadesiyle, “Bizim yolumuz ve metodumuz doğrudur.” demek, başkalarına o yolu kapatmak anlamına gelmez. Doğrusu, bir Müslüman kendi metodunun hak olduğunu ifade edebilir, ancak bu metodun tek ve mutlak doğru olduğunu iddia edemez. Her muvahhid Müslüman, yalnızca kendi grubunu ehl-i tevhîd olarak gören anlayışlara karşı, Hz.Peygamber (s.a.v.)’in, “Müslümanların Allah’a en yakın olanları selâmı önce verenlerdir.”[2] sözünü hatırlatmalıdır. Buradaki selâm, Müslümanların birbirleriyle iletişim kanallarını kapatmaması gerektiğini simgeler ve toplumsal birlik ile kardeşliğin korunmasına işaret eder.
İstikâmetten sapmanın ve bölünmenin bir diğer sebebi, Müslüman toplulukların liderlerini hatâsız ve masum kabul etme eğilimidir. Bu tür bir inanç, beraberinde itikâdî sapmaları da doğurur. İmam Şâtıbî’nin, “Kim de kendisi hakkında ismet iddia ederse, peygamberliğini iddia eden yalancının yaptığını yapmış olur.”[3] şeklindeki görüşü, bu noktada önemli bir uyarı niteliğindedir. Şâtıbî, herhangi bir Müslümanın günah işlemekten korunmuş olduğunu iddia etmenin, peygamberlik iddiasıyla eşdeğer bir yanılgı olduğunu vurgular. Zira ismet sıfatı yalnızca peygamberlere aittir ve onların Yüce Allah’ın inâyetiyle günah işlemekten korunmuş olduklarını ifade eder. Dolayısıyla, herhangi bir kişinin kendisini günah işlemeye karşı korunmuş olarak görmesi, peygamberlik iddiasıyla aynı düzeyde bir hatâdır. Aslında, hiç kimse doğrudan kendisi hakkında ismet iddiasında bulunmaz; bu genellikle aşırı sevgi besleyenler tarafından yapılır. Aşırı sevgi gözü kör eder; kişi, yoğun muhabbet duyduğu kimsenin eksik ve kusurlarını göremez hâle gelir. Benzer şekilde aşırı nefret de gözü kör eder; kişi, sevmediği kimsenin yalnızca olumsuz yönlerini görür ve olumlu taraflarını fark edemez. Her iki uç da taassup olup yanlıştır; doğru olan, dengeyi bulmaktır. Bu bağlamda yapılması gereken, sağlam bir dinî bilgiye, bilinçli bir anlayışa ve doğru bir istikâmete sahip olmaktır. Aksi takdirde, iki milyara ulaşmış bir Müslüman nüfus, ne uluslararası ilişkilerde ne de Müslümanların haklarını savunmada anlamlı bir ağırlığa sahip olabilir. Ne yazık ki, Gazze’de yaşanan soykırıma karşı birlik olamıyor oluşumuz, insanlığın ortak vicdanının karşısında yürek burkan bir acıyı gözler önüne seriyor.
Günümüzde, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in sünnetine bağlı olduklarını iddia eden kimi Müslüman mezhep ve dinî gruplar, çoğu zaman doktrinel veya siyâsî farklılıkları gerekçe göstererek birbirlerini tekfir etmekte ve hatta birbirlerinin canlarına kast etmektedirler. Oysa Peygamberimiz döneminde, münâfıklar İslâm toplumunun en olumsuz örneklerini teşkil etmelerine rağmen, Hz. Peygamber (s.a.v.) onları ne tekfir etmiş ne de İslâm dairesinin dışına çıkarmış; onlara karşı şiddet veya dışlayıcı bir tavır sergilememiştir. Bu bağlamda, herhangi bir Müslüman grubun diğerini tekfir etmesi veya yaşam haklarını ihlâl etmesi, hangi gerekçe öne sürülürse sürülsün aslâ kabul edilemez. Bu tür tutum ve davranışlar, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ilke ve uygulamalarına açıkça aykırıdır ve İslâm’ın özündeki hoşgörü ile kardeşlik anlayışıyla bağdaşmamaktadır.
Sonuç olarak, Müslümanların birliğinin sağlanması, ümmetin yeniden dirilişi ve itibarının yeniden kazanılması, iki temel ilkeye dayanmaktadır. Birincisi, her mezhep ve grup, diğerlerinin inanç ve kanaatlerine saygı göstermeli; dinî ritüellerini yerine getirme hakkını tanımalı ve bütün Müslümanlar arasında kamu yararına dayalı, olumlu bir arada yaşama ve iş birliği anlayışını benimsemelidir. İkincisi, ahlâkî değerlerin hem bireysel hem toplumsal düzeyde özümsenmesi ve geliştirilmesi, bu değerlerin zirveye ulaşmasını temin etmelidir. Bu ilkeler hayata geçirildiğinde, inanç özgürlüğü ve bireysel bağımsızlık güvence altına alınacak, insan onuruna dayalı ortak amaçlar gerçekleştirilebilecek ve toplumda kalıcı, faydalı sosyal, siyasal ve ekonomik yapılar oluşturulabilecektir. Dolayısıyla, Müslümanların birliği ve ahlâkî değerlerin güçlendirilmesi, yalnızca ümmetin dirilişi ve itibarının yeniden inşâsı için değil; aynı zamanda dünya üzerinde adâletli ve sürdürülebilir bir toplumsal düzenin kurulması için de en temel çözüm yolunu teşkil etmektedir.
[1] 30/Rûm, 30-32.
[2] Ebû Dâvûd, Edeb, 133; Tirmizî, İsti’zân, 6.
[3] eş-Şâtıbî, Ebû İshâk, el-İ’tisâm, Mısır, ts. III, 200-202.
Ramazan ALTINTAŞ
Yazar
İslâm’ın temel inançlarından birisi kazâ ve kadere imân etmektir. Kader, Yüce Allah’ın ezelden ebede kadar olacak olan olayların, zamanını, mekânını ve niteliklerini bilmesidir. Yüce Allah’ın bi...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Gölge olur hatıralar,Uzar geceden geceye.Yitik yılların vebali,Sızar geceden geceye...Ay büyürken sini sini,Rüzgar fısıldar ismini.Tüller camlara resmini,Çizer geceden geceye...Gönül aralayıp dehri,İm...
Şair: Satılmış ŞEN
Adı Ahmed olan şair, Maraşlı bir ailenin çocuğu olup Niğde’nin Bor ilçesinde dünyaya gelmiştir. Babası İbrahim Efendi, Nakşbendiyye meşâyıhından âlim bir zâttır. İlim ve irfan yolculuğuna babasının ri...
Yazar: Hamit DEMİR
YükselmekMevkî ve makam çok kişinin renkli düşü,Çok can göze almakta bu yüzden dövüşü.Bir tek günün de beyliği beylik, derler;Yükseldiği nispette olurken düşüşü.GüçEy kendini güçlü zanneden ahmak, dur...
Yazar: İsmail Adil ŞAHİN