Sözüm Beni Bağlar
İnsanın imânını kemâlâta erdiren sorumlulukları iki başlıkta toplanabilir. Birincisi; Allah’a karşı görevleri, diğeri de kullara karşı görevleri... Hem Rabb’imiz hem de Rasûlullah bu iki görev çeşidi üzerinde hassasiyetler dururlar. Bu ikisiyle ilgili olarak, neler yapmamız gerektiğini ve nelerden kaçınmamız icap ettiğini bildirirler.
Rabb’imizin ve Sevgili Elçisinin buyrukları arasında ayırıma gidilemez. Yani ibâdetleri yapmamızı isteyen, emirlerin yerine getirilmesi zorunlu, kullara karşı görevlerimizi ise mecbûrî olmayanlar diye ayıramayız. Dolayısıyla Allah ve Rasûlü neyi emrediyorsa, aralarında fark görmeksizin başımızın tacı yaparız. Çünkü Allah ve Rasûlü, bir şeyi emrediyorsa veya kaçınmamızı istiyorsa bu uyulması gereken bir buyruktur.
Durum böyle olmasına rağmen, maalesef, bizden istenilen şeyler hususunda ayrıma gittiğimiz olmaktadır. Buyrukların bazısını önemsemekte, bir kısmını ise hafife almaktayız. Meselâ; namaz kılmaya dair emirleri yerine getirmek için çabalıyoruz ve vaktinde edâ edebilmek için her türlü sıkıntıya göğüs geriyoruz.
Ancak kullarla ilişkilerimize ve onların hakkını-hukukunu gözetmeye dair emirlere karşı ise gevşek davranıyoruz. Oysa her iki emir türü de Allah’tan veya Rasûl’ünden gelmektedir. İki emrin kaynağı da aynıdır. Bu sebeple aralarında ayrıma gidilmemesi gerekir.
Ayrıca, bu emirlerin bir kısmını yerine getirmek zorunludur. Diğerleri yapılmasa da olur veya vebâli fazla değil anlayışı da son derece yanlıştır. Her iki emir türü de yerine getirilmeye gayret edilmeli ve muhâlefetten kaçınılmalıdır. Çünkü hem Allah hem de Rasûlü bunları yerine getirmemiz için bizlere emretmişlerdir.
Bu yüzden emirler arasında fark gözetilemez. Nitekim namaz kılmayan insan büyük günah işlerken başkalarının hakkını gasp eden insan da büyük günah işlemektedir. Her ikisi de haramdır, Allah’ın ve elçisinin emrine boyun eğmemektir.
Günümüzde sözünü ettiğimiz bu hassasiyetin fazla gözetilmediğini görmekte ve üzülmekteyiz. Namaz, oruç ve benzeri ibâdetler ile içki, kumar, zina gibi fenalıklardan kaçınmak hususunda titiz davranılırken, kul hakkına yönelik davranışlarda gevşek davranılmaktadır.
İbâdetlerine önem veren bazı insanlar, kul hakkına girmeyi önemsiz bir husus gibi görmektedirler. Nitekim alışverişte yalan söylenmekte, hilekârlık yapılmakta, çirkin sözlerle insanların kalpleri kırılmakta, gıybet ve koğuculuk yoluyla başkalarının kötülüğüne gayret edilmektedir.
Oysa bunların haram olma açısından diğer haramlardan hiçbir farkı yoktur. Hâlbuki Allah’a karşı görevlerimizde gösterdiğimiz gevşeklikten daha çok kulların hakkına gösterdiğimiz gevşekliklerden korkmamız gerekir. Çünkü Rabb’imiz Rahmân ve Rahîm sıfatlarıyla bizi dünyada veya âhirette affedebilir, ancak bir kulun, hele de hesap gününde bizi affetmesi söz konusu olmaz. Bu yüzden önemsemediğimiz kul hakları kıyâmette en çok sıkıntı çekeceğimiz hususlar olabilir.
Önem verilmeyen hususlardan birisi de bir başkasına verilen sözü tutmamaktır. Meselâ; biriyle bir yerde buluşmak üzere söz verir, bir mâzereti olmamasına rağmen kendisini bekleyene bir telefon bile açmaz. Onu orada uzun müddet bekletir. Aynı şekilde bir işi yapmak üzere birilerine söz verir.
Ancak sözü havada kalır. Yerine getirmez. Umutlandırdığı insanların kalbini kırar ancak umurunda olmaz. Kezâ bir malın teslimi için size bir tarih verir ancak o gün gelip çatınca ortada bir şey yoktur. Aynı şekilde bir daireyi, bir mobilyayı veya benzeri bir şeyi özelliklerini belirleyerek almak üzere anlaşırsınız lâkin teslimat gününde sizi üzecek pek çok eksikle karşılaşırsınız.
Borcunu ödemek için size bir tarih verir, ancak alacağınızı tahsil edene kadar annenizden emdiğiniz sütü burnunuzdan getirir; sizi sürekli oyalar. Anlaştığınız bir usta evinizdeki tamiratı zamanında bitirmez. Çünkü araya başka işler alır. Sizi kendisine mahkûm ettiğinden çektiğiniz sıkıntıyı önemsemez. Veyahut da geçenlerde bir arkadaşımın başına geldiği gibi verdiği sözden cayar.
Kamyonete ihtiyacı olan arkadaşım internetteki sitelerde yaptığı araştırma sonunda aradığı aracı başka bir ilde bulur. Firmayı arar. Pazarlık sonunda fiyatta anlaşırlar. Firma sahibi işi sağlama almak için önden kapora ister. O da arabayı kaçırmamak için istenen parayı havale eder.
Otobüse atlayıp o şehre gider. Sabah işyerine vardığında bir de bakar ki, galeri sahibi aracı bir başkasına satmış. Mazeret olarak da daha yüksek fiyat veren birini bulduğunu söyler. Yaptığının kul hakkı, ahlâk boyutu umurunda olmaz. Arkadaşıma havale ettiği parayı teslim eder ve birbirlerine bağırıp çağırarak ayrılırlar.
Hâlbuki namaz, oruç gibi ibâdetler, nasıl ki Müslümanların ayrılmaz vasıflarıysa, verdikleri sözü tutmak da aynı şekilde ayrılmaz özellikleridir. Çünkü mü’min eşittir sözünde duran insan demektir. Bir mü’min söz verdi mi onu yerine getirmek için çırpınır. Eğer bunlar olmuyorsa Allah’ın ve Rasûl’ünün emirleri arasında ayrıma gidildiği ve kullarla ilgili buyrukların önemsenmediği sonucu ortaya çıkar.
Hâlbuki Allah ve Rasûl’ünü önemseyen bir mü’min onların her emrini hayatında tatbik etmeye gayret eder. Eğer bir mâzereti varsa karşısındakine durumu anlatır ve ondan anlayış göstermesini istirham eder. Bunu yapmayıp da verdiği sözü basit bir şey demiş gibi savsaklamaya çalışmaz. Zira söz vermek ve bu sözü yerine getirmek İslâm’ın sembollerindendir.
Nitekim Rabb’imiz Kur’ân’ında biz mü’minleri verdiğimiz sözler hususunda uyarmaktadır: “Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir.”[1] “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir kusur ve kabâhattır.”[2] “Ey iman edenler! Akitlerin gereğini yerine getirin.”[3]
Bu âyetler Rabb’imizin buyruklarıdır. Hiçbirimiz, (hâşâ) bunları basite alamayız veya önemsiz olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü Allahu Teâlâ gereğini yapalım diye bu emirleri bize buyurmuştur. Peki, biz ibâdetlere dair emirlere gösterdiğimiz hassasiyeti bu emirlere karşı da gösteriyor muyuz?
Câhiliye döneminde “emin” sıfatıyla anılan Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de sözünde durmayı Müslümanlığın alâmeti olarak belirlemiştir. Söz verip yerine getirmemeyi ise münâfıklık işareti olarak tarif etmiştir. Dolayısıyla verdiği sözü yerine getirmeyen ve bunu önemsemeyen insan, münâfıklara ait bir özelliği taşıyor demektir. En kısa zamanda kendisini düzeltmelidir. Çünkü Allah ve Rasûl’ünü memnun etmemektedir. Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır:
“Münâfığın alâmeti üçtür: Konuşunca yalan söyler. Söz verince sözünde durmaz. Kendisine bir şey emânet edilince hıyânet eder. Oruç tutsa, namaz kılsa, Müslüman olduğunu söylese de.”[4]
Hz. Peygamber (s.a.v.) bir başka hadislerinde de şöyle buyururlar: “Dört huy kimde bulunursa, o kişi tam anlamıyla münâfıktır. Bir kimsede bu huylardan biri bulunursa, o huydan vazgeçinceye kadar o münâfığın özelliklerinden birini taşıyor demektir. Onlar şunlardır: Kendisine bir şey emânet edilince hıyânet eder. Konuşunca yalan söyler. Bir antlaşma yapınca sözünde durmaz. Düşmanlık yapınca da aşırı gider.”[5]
İslâm’ın yüce ahlâkî değerlerini önemsemeyen insanlar saygınlıklarını kaybederler. Meselâ bir işveren iş yaptığı esnafa sürekli sözler verip bunları yerine getirmiyorsa, sıkıştığı zamanda etrafında dost bulmakta zorlanır. İnsanlar onun sözüyle kuyuya inilmeyeceğini bildiklerinden dolayı yanına bile uğramak istemezler.
Bu şekildeki insanlar kendilerine verdikleri büyük zarar yanında, dindar biri olarak görülmeleri durumunda dine de zarar verirler. Etraflarında bulunanlar, dini yaşantıları sebebiyle onlardan daha fazla titiz olmalarını beklerler. Onlar ise tam tersini yaparak din ve dindarlar aleyhinde sözler söylenmesine sebep olurlar. Dolayısıyla yaşantıları ile İslâm’ın tebliğ edilmesi önünde engel olurlar. Neresinden bakılırsa bakılsın, bu şekilde olan insanlar büyük zarardadırlar. Kıyâmette de hüsrana uğrayacaklardır.
Bize düşen görev, önceki din mensuplarının yaptığı gibi, Allah ve Rasûl’ünün emirleri arasında aslâ bir ayrıma gitmemektir. Elimizden geldiği kadar hem ibâdetlerimizi hem de kullara karşı görevlerimizi yerine getirmektir. Çünkü her ikisini de bizlerden Rabb’imiz ve sevgili elçisi istemektedir. Kurtuluşumuz da ikisi sayesinde olacaktır.
Sonuç olarak, bizler hem ibâdet hem de insanlarla ilişkilerimizde güzel kullar olmaya gayret edelim. Böylece etrafımızdakiler de İslâm’ın güzelliklerini bizim üzerimizde görerek dinimize ısınsınlar.
[1] 15/İsrâ, 34.
[2] 61/Saff, 2-3.
[3] 5/Mâide, 1.
[4] Buhârî, 33; Müslim, 109 (59).
[5] Buhârî, 34.
Enbiya YILDIRIM
YazarBeşiklerden mezarlara giderken,Günden güne katlanıyor günahım,Ömrümüze yıllar vedâ ederken,Kulluğunla gönenir mi sabahım?Tövbemizi kabul eyle Allâh’ım!..Yâ Rab bizi, kenetlenmiş saf eyle,Affa lâyık ol...
Şair: Halil GÖKKAYA
Bȋ-nȃm-ı Hudȃ suhende te’sȋr olmazBȋ-reh-ber-i hamd söz cihȃn-gȋr olmazTeshȋr idemez kalem-rev-i tahsȋniDestinde anun ki böyle şemşȋr olmaz ...
Yazar: Mahmut KAPLAN
Gündelik hayatta bazı kelimeleri, ne anlama geldiklerini ve ağırlıklarını düşünmeden çok rahat bir şekilde söyleriz. Bunlar dilimizde sıradanlaşmıştır ve mânevî bir ağırlığı kalmamıştır. Meselâ karşım...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
İslâm mü’minlerin her türlü kirlerden temizlenmesini ister. Mânevî kirler insanın rûhunu karattığından kulluktan uzaklaştırır. Bu yüzden kalbin ibâdetler, zikrullah ve güzel yaşamla her zaman temiz tu...
Yazar: Enbiya YILDIRIM