Sıdk İle Sâdık Olmak
Tasavvufî bir terim olan “sıdk”; gerçeği ifade etme, dürüstlük ve güvenilirlik kavramlarını kapsayan derin bir ahlâkî erdemdir. Bu terim, bir şeyin objektif gerçekliğine uygun bir şekilde ifade edilmesi anlamına gelirken, aynı zamanda kişinin zihnindeki bilgiyle de uyumlu olmasını gerektirir.
Eğer bir kişi, gerçekte doğru bir bilgi verse bile, kendi zihninde yalan söylediğini düşünüyorsa, bu ifade yalan olarak kabul edilir. Sıdktan yani doğruluktan uzaklaşmış demektir. Bu durum, sözlerin bir yönüyle doğru, diğer yönüyle yanlış olabileceğini gösterir.
Sıdk, geçmiş, şimdi veya gelecekle ilgili haber ve vaatleri kapsar; aynı zamanda soru, talep ve duâ gibi dolaylı ifadelerde de bulunur. Sıdk, kâinatın düzeninin temeli olarak görülür ve doğruluğun bütün güzel erdemlerin kaynağı olduğu kabul edilir. Yalan söylemek, insanı insanlıktan çıkarır ve böyle bir kişi sözüne güvenilmez hâle gelir.
Bu sebeple, yalanla hareket edenler, hayvanlarla eşit bir konuma düşerler. Kur’an-ı Kerîm’de, doğru yoldan sapanların hayvanlara benzetilmesi, bu durumun ciddiyetini vurgular. Sıdk, hem bireysel hem de toplumsal ilişkilerde güvenin temelini oluşturan, insanın ahlâkî ve rûhsal gelişiminde kritik bir yer tutan bir erdemdir.[1]
Tasavvuf önderleri, sıdkı derin bir ahlâkî erdem olarak ele almışlardır ve bu kavramın rûhsal ve toplumsal yaşam üzerindeki etkilerini vurgulamışlardır. İşte bazı tasavvuf önderlerinin sıdk ile ilgili görüşleri şöyledir:
Sıdk, ilâhî hakîkatin bir yansıması olarak görülür. İbn Arabî, kişinin kendi içsel gerçeğiyle uyumlu olmasının, mânevî yükseliş için gerekli olduğunu belirtir. Mevlânâ, sıdkı kalbin saflığıyla ilişkilendirir. Gerçek sevginin ve bilginin, yalnızca sıdk ile elde edilebileceğine inanır.
Yalanın rûhu kirlettiğini ve insanı gerçeklikten uzaklaştırdığını ifade eder. İmam Gazzâlî, sıdkı, ahlâkî erdemlerin en üst seviyelerinden biri olarak değerlendirir. Ona göre, doğru sözlü olmak, kişinin Allah’a olan bağlılığının bir göstergesidir. Yalan, kalbi karartır ve insanın mânevî gelişimini engeller.
Hacı Bektaş-ı Velî’nin öğretilerinde sıdk önemli bir yer tutar. Doğruluk ve güvenilirlik, sosyal ilişkilerde de hayâtî öneme sahiptir. Hacı Bektaş-ı Velî, insanın kendisiyle barışık olması gerektiğini ve bunun ancak sıdkla mümkün olduğunu vurgular. Genel olarak sûfîler, sıdkı, Allah’a olan teslimiyetin ve samîmiyetin bir göstergesi olarak görürler. Sıdk, Allah’a yönelişin ve rûhsal arınmanın önemli bir parçasıdır.
Bu düşünürler, sıdkı sadece bireysel bir erdem olarak değil, aynı zamanda toplumsal yaşamın temeli olarak da değerlendirirler. Onlara göre, sıdk, rûhsal gelişim için vazgeçilmez bir unsurdur ve insanın kendisiyle, diğerleriyle ve Allah’la olan ilişkisini derinleştirir.
Ebû’l-Hasan el-Mâverdî, “İnsanlar sürekli olarak sıdkı aramalıdır. Sıdk ile vefâ, sabır ile de hilm ikiz kardeş gibidir ve bunlara riâyet eden dünya saâdetini büyük oranda tamamlamış olacaktır.” demiştir.
Kuşeyrî ise; “Sıdk, helâk olunacak yerde hakk olanı söylemektir.” şeklindeki tanımlama yapmıştır. Cüneyd-i Bağdâdî, “Sıdk, yalandan başka şeyin seni kurtaramayacağını sandığın yerde bile doğru söylemendir.” diyerek sıdkın önemine dikkat çekmiştir.
Es-Sühreverdî, “Sâdık kişinin zâhirî halleri düzgündür, fakat bâtını bazı vakitler nefsin hazzına meyleder. Bunun alâmeti de, bazı tâatlarda ibâdetin tadını bulup, bazılarında bulamamasıdır.” şeklinde sıdkı tanımlamıştır. Doğruluk anlamına gelen sıdk, kalpte olan ile davranışa dökülen şeylerin aynı olmasını, amelin ve özün ise, hükmün meydana gelen şeye uygun olmasıdır.
Sıdk; mızrak, şecâat ve kuvvet anlamlarında da kullanılır. Yapılan iş ve amellerde dürüst ve doğru hareket etmek dinimizin de bir emridir. Sıdk, bir kişinin zarar göreceğini bilmesine rağmen doğru olanı söylemesi ve yapması olarak tanımlanır. Allah’a lâyık bir kul olmak ve ona teslim olmak demektir.
Sıdk insanı kötülüklerden uzak tutarak doğruya sevk eder. Doğruluk ve iyi niyetin özü olan sıdkla, samîmiyet ve dürüst bir kulluğun özü olan ihlâs, birbirlerinden güç alarak bütünlük kurarlar. Bu sebeple içinde doğruluk olmaksızın samîmiyetten söz edilemeyeceği gibi, samîmiyet olmaksızın da doğruluktan bahsedilemez. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.) şöyle buyurur:
Sıdk ile sâdık olana derdine lâyık olana
Aşk ile âşık olana gam-ı firâk n’eyler n’eyler[2]
(Doğrulukla hareket edene, bağlandığı yere sâdık bağlı olana, sıdka dikkat edene, aşkında sâdık olup, derdine lâyık olana, gönülden âşık olana, ayrılığın gamı ne yapabilir? Bir şey yapamaz.)
Bir âyette, “Allah’a ve Rasûl’üne iman edin; O’nun size emânet olarak verdiklerinden, başkaları için de harcayın. İçinizden iman edip böyle harcamada bulunanlara büyük mükâfat vardır.”[3] buyruluyor. Allah’a ve Rasûl’üne iman edenler “sıddîklar” olarak anılmıştır.
İlk dönem müfessirlerinden Mücâhid b. Cebr, bu âyetin herkesin Allah’a ve Rasûl’üne iman ettiğinde sıddîklar grubuna girdiğini ifade ettiğini belirtir. Mukâtil b. Süleyman, sıddîklar terimini, “verdikleri haberler konusunda peygamberlere kuşku duymayanlar ve onları yalanlamayanlar” şeklinde tanımlarken, Dahhâk b. Müzâhim ise, “Allah’a iman edip peygamberleri tasdîk edenler” olarak açıklamıştır.
Nisâ Sûresi’ndeki (4/69) kullanımında ise müfessirler, genel olarak Allah’a, Rasûl’üne ve İslâm’ın mânevî otoritesine itâat edilmesi gerektiğini vurgularlar. Münâfıkların ikiyüzlülüğünü eleştiren ve bir anlaşmazlık durumunda Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hakem olmasını isteyen ifadelerin ardından, “Allah’a ve Rasûl’üne itâat edenler, Allah’ın lütfuna mazhar olan peygamberler, sıddîklar, şehitler ve sâlih kimselerle birlikte olacaktır. Bunlar güzel dostlardır.”[4] şeklindeki ifadeyi incelemişlerdir.
Bu âyetin inmesine sebep olan olayda, bir sahâbî, Rasûl-i Ekrem’e olan sevgisini ve onun ölümünden sonra cennetteki yüksek makamı dolayısıyla kendisinden uzak kalmaktan duyduğu kaygıyı dile getirmiştir. Fahreddin er-Râzî, âyetteki sıddîkların kimler olduğunu açıklarken üç farklı görüş öne sürer:
Bu son görüşe göre, İslâm’ı ilk benimseyenlerden Hz. Ebû Bekir (r.a.), “sıddîk” unvanına en çok lâyık olan kişidir. Râzî, sıddîkın bir basamak yukarısında nübüvvetin olduğunu belirtir ve bu sebeple Ebû Bekir (r.a.)’in vefâtında, ashâb tarafından Rasûlullah’ın yanına defnedildiğini ifade eder.[5]
Atîk olursun refîk olursun
Sıddîk olursun yârın unutma[6]
(Atîk (soylu, çok köle bağışlayan) olursun, refîk (yoldaş) olursun, sıddîk (güvenilir) olursun; (ne olursan ol sen gerçek) sevgilini unutma.)
Hulûsi Efendi (k.s.), bu beytinde bilinçli olarak Hz. Ebû Bekir (r.a.)’in vasıflarını sıralanmıştır. O hem soylu hem cömert hem saf (atîk), hem yoldaş (refîk) hem de güvenilir (sıddîk) idi. Onun için edebiyatımızda ve İslâm dünyasında o Atîk, Refîk ve Sıddîk lâkabları ile anılır.[7]
Yüce Allah, gerçek iman eden mü’minlere “sıddîklik” ve “şehitlik” gibi yüksek dereceler verir. Bu makamların âhiretteki karşılıkları da büyüktür. Sıddîklik, inananlar için ulaşılabilecek en yüce gayedir ve bu hedefe ulaşma arzusu, kişiyi sâdık olmaya motive eder. Sadâkat, âhiretteki ödül ile ebedî bir fayda sağlar; âyette, Allah’a ve elçilerine inananların sıddîk ve şehitlerle beraber olacağı belirtilmiştir.
Sıddîk, Allah’a ve Elçi’sine derin bir sadâkate sahip olan kimseyi tanımlar. Bu kişiler, peygamberin öğretilerini tasdîk eden ve onun yolunda mücâdele edenlerdir. Hem şehitler hem de sıddîkler, cennette bol mükâfat alacaklardır. Sıddîk kelimesinin kullanımı, bu kişilerin söylediklerine kendilerinin de inandığını gösterir; sıddîk, dürüst ve samîmî olan, vicdanına göre hareket eden kişidir.
Yüce Allah, sâdıklarla dostluk kurmayı ve onlarla iletişimde bulunmayı teşvik etmiştir. Sâdık kalmanın yolu, Allah’a ve Peygamber’ine itâatten geçer. Doğrunun ölçüsü, Allah ve Peygamber’i tarafından belirlenmiştir. Bu doğrulara uyanlar, sâdık olarak adlandırılır.
Aynı zamanda, her devirde peygamberler ve onlarla birlikte iyi özelliklere sahip insanlar vardır. İtâat edenler, bu kişilerle birlikte olacak ve onların iltifatlarına mazhar olacaklardır. Sıddîk, doğruluğu çok iyi benimseyen ve uygulayan kişidir; bu, hem davranışlarda hem de iç dünyada kendini gösterir. Sıddîklar, inançlarını kuşku duymadan benimseyen ve uygulayan, adâlet ve hakkın yanında duran kimselerdir. Hz. Ebû Bekir (r.a.) gibi sahâbîler bu unvanı taşırlar ve herkes tarafından adâlet beklentisi içinde olurlar.
İnsanın sâdık kalması için güçlü bir motivasyona ihtiyaç vardır. Özellikle Allah’a ve O’nun değerlerine sâdık kalmak, sabır ve fedakârlık gerektirir. Eğer kişi, Allah’ın her an kendisini gördüğünü bilirse, sâdık olmayı anlamlı bulur ve bu konuda motive olur. Sâdık kalan kişi, belki insanlar tarafından takdir edilmese bile, Allah’ın takdir edeceğine inanır ve sonuna kadar sâdık kalmaya çalışır.
Sıdk, ahlâkî olgunluğun en yüksek derecesidir. Yüce Allah, mü’min olmayı ve sâdık kalmayı eşit derecede değerli görmüştür. Bir kişinin belirli değerleri benimsemesi, onun nefsiyle mücâdele etmesine sebep olur ve bu değerlerin karşıtlarıyla yüzleşmesini gerektirir. Dolayısıyla, değerlere bağlılık, fedakârlık ve sabır gerektirir.
Allah, samîmî mü’minleri ilâhî değerleri yaşama konusundaki gayretleri sebebiyle “sıddîklar” olarak nitelendirir. Allah’a verdiği sözde durmayanlar ise “münâfıklar” olarak tanımlanır. Bu bağlamda, mü’minlerden bazıları Allah’a verdikleri sözde durarak ya şehit olmuş ya da şehitlik için mücâdele eden karakterleri sergilemiştir. Bu sâdık mü’minler, dinin yücelmesi için zorluklara karşı sabır ve dayanıklılık gösterirler. Verdikleri sözün gereğini yerine getirenler, “sâdık” olarak tanınır.
Yüce Allah, “muttakîler” olarak tanımladığı kişilerin erdemli karakterlerini açıklar. Bu özellikler, bireysel ve toplumsal niteliklerin en iyi yanlarını içerir. İslâm, insanları bu erdemlerle donanmaya çağırır. Muttakîlerin en belirgin özelliklerinden biri, özlerinde ve sözlerinde doğru olmalarıdır. Onlar, sadâkatlerini sözlerinde, fiillerinde ve niyetlerinde gösterirler. Doğruyu söyleyip uygulamak, doğruyu bulma azmi taşımak ve inandıkları değerleri yerine getirmek için sabırlı olurlar.[8]
Sadâkat, güzel ahlâkın önemli bir parçasıdır; hem bireyin başkalarına güven vermesini hem de başkalarına güven duymasını kapsar. Bu sebeple, ahlâk ile sadâkat arasında sürekli bir ilişki vardır. Ahlâkî ve tasavvufî eserlerde sadâkat, erdemlerden biri olarak kabul edilir ve diğer ahlâkî değerlerle bağlantılıdır. Meselâ, âdil, güvenilir, tutarlı ve vefâlı olmak gibi nitelikler, sadâkat ile doğrudan veya dolaylı olarak ilişkilidir.
Sadâkat, bireyin inandığı değerlerle kurduğu duygusal ve mânevî bağdaki samîmiyetini ifade eden bir erdemdir. Sadâkat bilincinin gelişimi ve sadâkat ahlâkının oluşması, hayatın her aşamasında eğitimle sağlanır.
Sadâkat ile bağlı olunan cemiyet bilinci de belirli bir süreç içinde oluşur. İslâm tarihinde, Hz. Ebû Bekir (r.a.), sadâkatin en güzel örneklerinden biridir. İlk halîfe ve ilk Müslümanlardan biri olan Hz. Ebû Bekir (r.a.), doğru sözlü, güvenilir ve her zaman sözünde duran biri olarak “Sıddîk” unvanıyla anılır.
İsrâ ve Mîrâc olayının ardından bu unvan kendisine verilmiştir. Müşrikler, mîrâcı duyunca Hz. Ebû Bekir (r.a.)’e giderek alaycı bir şekilde anlatmışlardır. Ancak Hz. Ebû Bekir (r.a.), Peygamber (s.a.v.)’in sözlerine güvenerek “Eğer o söylüyorsa, bu mutlaka doğrudur.” demiştir. Bu olay, onun Hz. Peygamber (s.a.v.)’e olan güveni ve sadâkatinin çarpıcı bir örneğidir.[9]
Âşık olan sevgisini içinde besledikçe ayrılığın gamı ona tesir etmez. Sevgi, bir kişi veya nesneye karşı derin bir ilgi ve bağlılık gösteren bir duygu olarak tanımlanır. Bu bağlamda, sevginin iki yönü vardır; seven ve sevilen. Sevgi, bağlılık içerdiği için, bir kişi ya da değerlere yönelik bir duygusal bağ oluşturur.
Arapçada “mahabbet” ve “meveddet” terimleriyle ifade edilen sevgi, kişinin iyi olduğunu düşündüğü şeyleri istemesi anlamına gelir ve bu istek, lezzet, fayda ya da fazîlet arayışına dayalı olabilir. Dinî değerlere bağlılık açısından, fazîlet için olan sevgi, sadâkat bağlamında özel bir anlam taşır.
Kur’ân-ı Kerim’de sevgi ile ilgili çeşitli ifadeler bulunmaktadır. Allah’ın insanları sevmesi, iyilik yapanlar, tevbe edenler, temizlenenler, muttakîler, sabredenler ve adâletle davrananlar gibi belli sebeplere dayandırılmıştır. Sadâkatin gelişiminde sevginin etkisi büyüktür.
Sevgi, inanç konularında korkutma veya zorlamadan daha etkilidir; çünkü sevgi insanı birbirine yaklaştırırken, korku uzaklaştırır. Sevgiye dayalı itâat, içten gelir ve korkuya dayalı itâatten daha değerlidir. Korkuyla oluşan itâat, sadece dışsal bir boyun eğme iken, sevgiyle oluşan itâat samîmî bir bağlılığa dönüşür ve bu bağlılık sadâkat olarak adlandırılabilir. Dolayısıyla sevgi, sadâkatin oluşumunda ve sürdürülmesinde kritik bir rol oynamaktadır.[10]
[1] Mustafa Çağrıcı, “Sıdk” Maddesi, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 2009, c. 37, s. 98-100.
[2] Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz: Mehmet Akkuş- Ali Yılmaz), Nasihat Yayınları, İstanbul, 2006, s. 75.
[3] 57/Hadîd, 19.
[4] 5/ Nisâ, 69,
[5] Mustafa Çağrıcı, “Sıddîk” Maddesi, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 2009, c. 37, s. 91-92.
[6] Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, s. 10.
[7] Nihat Öztoprak, 20. Yüzyıl Mutasavvıf Dîvân Şairi Seyyid Osman Hulûsî Efendi Dîvânı (İnceleme-Metin-Nesre Çeviri), Nasihat Yayınları, İstanbul, 2020, c. 1, s. 251.
[8] Abdurrahman Kasapoğlu, “Bir Kişilik Özelliği Olarak Kur’an’da Sadâkat”, İ.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Bahar 2010/ 1(1), s. 119-155.
[9] Ahat Taşcı, “Din ve Ahlak Bağlamında Sadâkat”, Rumeli İslam Araştırmaları Dergisi, 9 (Nisan 2022): 151-170.
[10] Taşçı, a.g.m, s. 158-159.
Musa TEKTAŞ
YazarGün gibi dağların sivri başındanZafer muştusunda doğmadık mı bizÇanakkale, Dumlupınar, Gelibolu’daDüşmanı denizde boğmadık mı bizKin kustu haçlının soysuz askeriYedi düvel olmuş, Hindu’dan beriNice şe...
Şair: Ramazan PAMUK
İnsan topraktan yaratılmıştır, toprak tabiatlı olarak tevâzu gösteren her zaman kazanır, kibri yener, iç dünyasına tevâzu hâkim olur. Artık onun alacağı kararlarda, hareketlerde tevâzua uygunluk söz k...
Yazar: Musa TEKTAŞ
1909 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Babası bir subaydı; hem Osmanlı Ordusu’nda hem de TBMM’nin kurduğu Düzenli Ordu’da önemli görevlerde bulundu, birçok savaşa katıldı.Nezahat, çocukluk çağını hiç...
Yazar: İsmail ÇOLAK
İhlâs, "arınmak" ve "saflaşmak" anlamına gelen hulûs kökünden türemiş bir terimdir. İslâmî anlamda, ibâdet ve iyi eylemleri yalnızca Allah için yapmayı ifade eder. İhlâs, kalbi şirk, riyâdan, kötü duy...
Yazar: Musa TEKTAŞ