RIZA GÖZÜ İLE BAKABİLMEK
“Sûfîlerin yolu, kim olursa olsun, Allah-u Teâlâ'nın bütün yarattıklarına hürmet ve tazim etmektir.”[1] Zira Yunus Emre’nin “Yaratılanı severiz yaratandan ötürü.” deyişiyle ifade ettiği gibi her kul, Rabb’ine ve Rabb’imize nispetle hürmete layıktır. Çünkü kişi imansız da olsa münafık da olsa fasık da olsa müşrik de olsa günahkâr da olsa kulluk sıfatını kaybetmez. Allah’ın Hayy, Rezzâk ve Rahmân sıfatları her kulda tecellî eder. Allah (c.c.), kendisini inkâr eden de, kendisine düşmanlık edene de, sövene de isyan edene de hayat ve rızık verir. Sûfî de bu ve benzeri esmânın tecellîgâhı olması hasebiyle hiçbir kula kem nazarla bakmaz, cem nazarıyla bakar. Cem nazarı ile bakan, bütün kulları Allah’ın mülkü ve tasarrufunda görür. İnsanların, sebepler âleminde iyilik ve kötülüğün vesilesi olduğunu düşünür. Başına gelenleri insanlardan değil Allah’tan bilir. İmâm-ı Gazzâlî (ö. 505/1111) de mü’mini diğer insanların ayıplarını ve kusurlarını görmekten, onları tenkid etmekten alıkoyan rıza gözünden söz eder.[2] Rıza gözü ile bakan yaptıkları kötü işlerde insanları mazur görür ve affeder, yapmadıkları iyilikler için onlara hüsn-i zan eder. İnsanların salih amellerini tenkid etmez. Kusur görmez, görürse gizler. Kendisini incitenleri affeder. Kalbinde insanlara karşı kin, nefret, haset ve öfke gibi kötü hasletlere yer vermez. Daha ötesi bütün insanlara Allah’a vasıl olmuşlar gibi bakmaktan söz edilir.[3] Böylelikle kişi nefsini en aşağı nefis olarak görür ve insanları değerlendirmek yerine kendini terbiye etmekle meşgul olur. Zira sûfîlere göre nefsini Firavun’dan aşağı görmeyen kemâle eremez. “Eller yahşi ben yaman, eller buğday ben saman.”[4] gibi tasavvuf geleneğinde ser-levha olmuş sözler mürîdin kendini noksan başkasını kâmil görmesi gerektiğine işaret eder. Hatta İmâm-ı Rabbânî (ö. 1034/1624) bu hususta o derece ileri gitmiştir ki kendisini yeryüzündeki tüm insanların en şerlisi olarak vasfetmiştir.[5] Zira manevî derecesi yükseldikçe kişinin ayıpları kendi nazarında büyümelidir.[6] Böyle düşünen sâlik, nefsi ile mücadeleden fırsat bulup da başkasının ayıbını görmeye imkân bulamaz. Bahsi geçen nazara ve nazariyeye sahip olmayan mü’minler sâir insanların ayıplarını, günahlarını ve inançlarını sorgulayacak ve yargılayacaklardır. Bununla da kalmayacak mü’minlerin sâlih amelleri ve ibadetleri için terazi kuracaklardır. Hâlbuki mücrimler, mü’minlerin başına bekçi gönderilmediği gibi[7] mü’minler de münâfıkların, kâfirlerin, mücrimlerin ve mü’minlerin başına bekçi gönderilmemiştir. Tabi bununla mü’minlerin birbirlerine karşı Hakk’ı, iyiliği ve sabrı tavsiye etme vazifelerini ifa etmekten geri durmalarını kast etmiyoruz. Bilakis bu vazifenin sınırına işaret etmek istiyoruz. Zira Allah (c.c.) “Ey Rasûl’üm! Sana düşen sadece tebliğ ve davettir. Hesap görmek bize aittir.”[8] âyeti ile Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şahsında bütün Müslümanlara hitap ederek davet ve tebliğin sınırlarını belirlemiştir. Dolayısıyla davet ve tebliğ kula, hesap ve hüküm Allah’a aittir. Nitekim Efendimiz (s.a.v.)’in Ebû Zer el-Gıfârî’ye yaptığı nasihatlerden biri şöyledir: “Kendinde bulunan kusurlar seni, insanların kusurlarını araştırmaktan ve yaptığın işleri onlarda da bulmaya çalışmaktan uzak tutsun. Senin, kendinde olan kusurları görmeyip onu insanlarda araman ve kendi yaptığını onlarda da bulmaya çalışman sana ayıp olarak yeter.”[9] Sana ayb olmuş iken gayrının aybın görmeklik Gör ayb-ı nefsin gayra bakıp ma‘yûb arama[10] [1] Ahmed İbn Acîbe, el-Bahru’l-medîd fî tefsîri’l-Kurâni’l-mecîd, Beyrut: Darü’l-Kütübü’l-İlmiyye, 2010, VII, s. 169. [2] Ebu Hâmid Muhammed b. Gazzâlî, Âdâb Kitabı, (Çev: Osman Güman), İstanbul, İlke Yayınları, 2007, s. 86. [3] Şeyh Abdullah Salâhaddin Uşşâkî-Şeyh Abdurrahmân Sami-yi Uşşâkî, Tuhfetü’l-uşşâkîyye, Hzl: Mahmud Erol Kılıç, İstanbul, Sûfî Kitap, 2016, s. 81. [4] Mevlânâ Ali Sâfî,, Reşehât/Hayat Pınarlarından Can Damlaları (Sadeleştiren: Mustafa Özsaray), Semerkand, 2013, s. 45. [5] İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fâruk Sirhindî, Mektûbât-ı Rabbânî, (Çev: Orhan Ençakar) İstanbul, Yasin Yayınevi, 2017, I, s. 17. (11. Mektup). [6] Muhammed b. Abdullah Hânî, Âdâb, (çev. Ali Hüsrevoğlu), İstanbul: Erkam Yayınları, 2011, s. 130. [7] Bk. 83/Mutaffifîn, 33. [8] 13/Ra‘d, 40. [9] İbn Hıbban, Sahîh, II, s. 70. [10] Es-Seyyid Osman Hulusi Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, hzl. Ali Yılmaz-Mehmet Akkuş, Nasihat Yayınları, İstanbul: 2006, s. 11.
Hamit DEMİR
Yazar17.yüzyıl şairlerinden Nâ’ilî’nin biyografisi, kendi Dîvân'ından elde edilen bazı verilere dayanır. Şairin hayatı hakkındaki bilgiler kısıtlıdır ve adı devrin önemli olayları içinde geçmemektedir. Şii...
Yazar: Hamit DEMİR
1809 yılında İstanbul’da doğan Şeref Hanım, Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Osman Selâhaddin Dede’nin müridlerindendir. Şiirlerinden hareketle hiç evlenmediği anlaşılan Şeref Hanım, 1861 yılında vefat et...
Yazar: Hamit DEMİR
Antalya’nın Elmalı ilçesinde doğan Ümmî Sinan, 17. yüzyıl sûfî şairlerinden biridir. Halvetiyye Tarikatı’nın Ahmediyye şubesine intisap ettiği bilinen şair, Halvetî-Ahmedî silsilesinin önemli simaları...
Yazar: Hamit DEMİR
Hayatı hakkında neredeyse hiçbir bilgi bulunmayan Muhammed adlı şair, mesnevî türünde yazdığı Işknâme adlı eseri ile bilinmektedir. Bu eserden anlaşıldığına göre 14 veya 15. yüzyılda yaşayan ve sıkınt...
Yazar: Hamit DEMİR