Prof. Dr. Hikmet Atik İle Hulûsi Efendi Konulu Röportaj
- Kıymetli hocam öncelikle kısaca özgeçmişinizden bahsedebilir misiniz?
- 1967 Mersin/Anamur doğumluyum. Antalya İmam-Hatip Lisesi mezunuyum. Erzurum Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde lisans eğitimimi tamamladım. Farklı üniversitelerde çalıştıktan sonra son 10 yıldır da Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi ve Sanatları Bölümü Türk-İslam Edebiyatı Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi olarak görevime devam ediyorum. Çalışmalarım genellikle mutasavvıf şairler ve tasavvuf-edebiyat ilişkisi üzerinedir. Doktora tezim de zâten Nakşî Ali Akkirmânî üzerinedir.
- Nakşî Ali Akkirmânî hakkında kısaca bilgi verir misiniz?
- Bu zat, Yûnus Emre takipçisi olarak kabul ediliyor. Yani hece ve aruzu birlikte kullanan, tekkede mürîdânın irşâdıyla görevli, eğitici şiirler kaleme alan, gönül ehli bir şairdir. Sivas Divriği doğumlu, İstanbul’da eğitimi tamamladıktan sonra günümüzde Ukrayna sınırları içerisinde kalan Akkirman’da, yani Kırım bölgesine irşat göreviyle gittiği, orada vefât ettiği, kayıtlarda mevcuttur.
- Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri’nin Dîvân’ıyla nasıl tanıştınız?
- Hulûsi Efendi Dîvânı’yla tanışmam doktora çalışmamın bittiği bir döneme rast geldi. Hocalarım Hulûsi Efendi Dîvânı üzerine çalışmalar yapmışlardı. Darende’deki bir etkinliğe katılacaklardı. O program çerçevesinde bana ve iki meslektaşıma orada konuşma vazifesi verildi. Diğer hocalarımız Dîvân’daki Peygamber Efendimiz ve peygamber sevgisi konularını aldılar. Bir arkadaşımız, “Hulûsi Efendi Dîvânı’nda geçen tasavvufî ve edebî şahsiyetler kimlerdir?” konusu üzerine çalışmaya başladılar. Bana da aşk ve gönül kavramı düşmüştü.
Tabiî ki bir Dîvân’da neler vardır; hele hele mutasavvıf şair nelerden bahseder, mürîdânı eğitirken hangi temaları, hangi nasîhat ifadelerini kullanır, bunları öğrenmiştik. Mutasavvıf şairlerin dîvânlarında eğitici gayenin ön planda olduğunu, asıl olanın mürîdânı eğitmesi gerektiğini görmüştüm.
Zaten bizim edebiyatımız açısından baktığımız zaman da Orta Asya’dan başlayan atalarımızın serencâmında Ahmed Yesevî’nin hikmetleri çok önemli bir yer tutmaktadır. Yeni girilen dinin güzelliklerini, akîdelerini, kıymetini, dünyayı, hayatı anlamlandırma vesaire gibi konuları Ahmed Yesevî hikmetlerinden öğrenen dervişler, diğer insanlara anlatmaktaydılar. Hemen hemen mutasavvıf şairlerde hep benzer şeyleri görebiliriz. Ta ki 20. yüzyıla geldiğimiz zaman Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri’nin Dîvân’ında da benzer şeyleri görmekteyiz.
Yani tasannu’dan, sanat gayesinden uzak, içten bir peygamber sevgisi, Allah sevgisinin dile gelişi ve bunun mürîdâna aktarılışı… Geriye dönüp baktığımız zaman Ahmed Yesevî’yle başlayan geleneğin Hulûsi Efendi ile devam ettiğini görüyoruz.
- Dîvân’da “Aşk ve Gönül” konularını bir tebliğde sunmuştunuz.
- O zamanlar hocalarım bana Dîvân’ı tek cilt olarak, yanlış hatırlamıyorsam teslim ettiler; “Bu dîvândan çalışacaksınız.” diye. Çalışmaya başladım. Biraz üşengeçlik ya da bir zuhûrat mıdır bilemiyorum. Fakültedeki odamda, evdeki çalışma masamda çalışırken öyle bir hâl olmuş ki; ben çalışırken genelde bir tane kalem alırım, o kitabın arasına koyarım. O kitapla ve o kalemle önemli yerleri çizerim. Bir kurşun kalem tercih ederim.
Fakat o zaman, nasıl olduysa bir kırmızı kurşun kalemle okuyorum Dîvân’ı. Çünkü şöyle yapmam gerektiğini biliyorum: Aşk ve gönül kavramları nerede geçmiş, nasıl geçmiş, hangi tamlamayla geçmiş, hangi bağlantıyla geçmiş? Yani aşkı da gönlü de tabiî kelime anlamlarıyla biliyoruz, ama farklı şairlerde farklı yansımaları var.
Bir de ben, şairlerin hissettikleri ilâhî sevgi, peygamber sevgisinin şiirlerinde kalıcı izler bıraktığına inanan bir insanım. Yani ne kadar Allah ve Peygamber sevgisi varsa, o şairin şiirleri de o derece kalıcıdır.
Tabiî ki, bunu Hulûsi Efendi Dîvânı’nda fazlasıyla gördüm. Çiziyorum ya da başka bir işaret koyuyorum gönül ve aşk kavramlarının geçtiği yerlere ki, daha sonra bunu defterime ya da bilgisayara aktararak bunlar arasındaki bağlantıyı, geliş gidişi göreceğim. Hazırladım, sanırım 12-13 sayfa civarında hâliyle bir metin hâline geldi. Daha sonra tekrar bakarken gördüm ki, oralarda hep kırmızı kırmızı yazmışım. Bana enteresan geldi. Yani böyle kırmızı kırmızı işaretlemiş olmam bir tebessüm bıraktı bende en azından. Dedim ki; “Kırmızı kalem almışım.”
Tabiî ki daha sonra Darende’ye gittiğimiz zaman Tohma Vadisi’nin kenarında, köşkte bizi ağırladılar. İnsan bir mekâna geldiği zaman ne yapacak, bakacak etrafına, kim var kim yok diye... Orada Hamideddin Efendi’yi gördük, mütebessim, diz çökmüş oturuyor. Bize, “Hoş geldiniz.” dedi. Bir müddet Hamideddin Efendi sükût hâlinde bekledi. Biz alışmışız, hoş geldin dedikten sonra “Merhaba” deyip bir konuşma yapmaya, ama öyle bir şey olmadı. Oturuyoruz, çay ikram ediliyor, onu içiyoruz. Dedim ki; “Tam burası bana göre; burası susmuşların, tefekkür ehlinin olduğu bir yer.”
Arkadaşları görüyoruz etrafımızda; bize “Çay ister misiniz, bir şey ister misiniz?” diyorlar. Semaverler zaten ilk gözüme ilişen şeylerdi. Ertesi gün program başladı tabiî ki. Sadece ilmî olarak değil, halkın da iştirak edeceği çok farklı etkinliklere ev sahipliği ediyordu. Mûsikî şölenleri oluyor, törenler, açılışlar yapılıyor. Valimiz, bir milletvekilimiz vardı; onların konuşmaları, bir mini konser, sonra bizim program geldi.
- Hocam hatırladığım kadarıyla tebliğinizde dikkat çeken bir tespitte bulunmuştunuz. Sizden dinleyelim.
- Ben “aşk ve gönül” kavramlarını anlatacağım, en son konuşmacıyım. Ben şuna inanıyorum: Bu gibi toplantılarda yemek saati gelince bir hareketlilik olur, gerek izleyicilerde gerek katılımcılarda. Son konuşmacıyım, herkes konuşuyor ve zamanımız gittikçe kısalıyor. Bize yarım saat konuşmamız söylenmişti, “10 dakikada bitirebilir misiniz?” dediler. Ama ben o kadar çok çalıştım ki, bir araştırmacı olarak o zamanın şartlarında didik didik etmişim Dîvân’ı; aşk ve gönül nerede geçmişse hepsini not almışım. Duâ ediyorum: “Allah’ım, bir de ilk akademik toplantım. Allah’ım, bana öyle bir kapı aç ki çok güzel şeyler söyleyeyim; millet şu kıpırdanış esnasında kalkıverecek gibi otururken beni daha iyi dinlesinler diye duâ ediyorum.”
Sonra aklıma geldi, dedim ki; “Şöyle bir şey paylaşayım.” Çünkü bu konuşma yayınlanacakmış. Diğer hocalarımız Zülfikar Güngör Hoca konuştu, Mehmet Akkuş Hoca oturum başkanıydı, Ali Öztürk Hoca konuştu, şimdi İstanbul İlahiyatta profesör kendisi. En son sıra nihayet bana geldi. Ben dedim ki oradaki hâzırûna; “Ben yazdığım her şeyi anlatmaya kalkmayayım, zaten Dîvân’ı sizler biliyorsunuz. Ben sizinle bir anımı paylaşayım, böylece de bitireyim. Hem insanların sabrını zorlamayayım.” dedim.
Dedim ki; “Ben sizinle şunu paylaşayım: Ben Dîvân’ı okurken aşkı, gönlü tamam mı diye bakarken bir kırmızı kalem -bir zuhurattır belki- onunla başladım. Çizmişim “aşk”, çizmişim “gönül”. Sonra geriye dönüp baktığım zaman dedim ki; “Bir gül bahçesi gibi gördüm Hulûsi Efendi’nin Dîvân’ını.” Ki az önce söylemiştim; şairlerin kalıcı olmasındaki sebeplerden birisi de hissettikleri peygamber sevgisidir, Allah sevgisidir.
Edebiyatımızda gül, malum, Peygamber Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’ı temsil eder. Lâle de Cenâb-ı Allah’ı, tek olması hasebiyle. Tabiî ki orada şu da var: Lâle kelimesinin Osmanlı Türkçesindeki yazılışındaki harflerle “Allah” da yazılır. Yani ebced karşılığı 66’dır; bunu birçok arkadaşımız bilir. Ve “hilâl” kelimesi de aynı harflerle yazılır.
Tohma Vadisi’nin kenarında, güller şehrinde, güllerin Efendisi Peygamber Efendimiz’e duyulan aşkın gönülde tecellîsinin dile gelmiş hâli olarak Dîvân’ı karşımda buldum. Ve tabiî ki oradaki hâzırûn çok mutlu oldu. Yanlış hatırlamıyorsam, en önde bir tane amca da tekbir getirmişti. Konuşuyorsunuz, dinleniyorsunuz, hatta rûhlara, gönüllere dokunuyorsunuz; bir titreyişe vesile oluyorsunuz diye düşünmüştüm.
Sonra birkaç tane de Dîvân’dan “gönül”le ilgili şiir okuyunca, artık öyle bir hâl oldu ki, benim söylediğim her şiir alkışlarla bölünüyordu. Bir genç akademisyen olarak benim için hakîkaten çok enteresan bir hâtıradır. Yani, “kırmızı kalemle çizdiğim sayfalara bakınca aslında kırmızı güllerin Dîvân’da açtığını görmüş oldum.”
Evet, aslında bunlar o günkü hâlin, belki de Dîvân üzerine ilk yaptığımız o ihlâslı niyetin yansımasıdır. Kırmızı biliyorsunuz, aşkın rengidir aslında; tabiî ki muhabbetin rengidir. Kırmızı aynı şekilde bayrağımızın rengi; o da bir kutsal değerdir.
- Hulûsi Efendi Kültür Etkinliklerinde gönül ve aşk konularını işlediniz. Onlarla ilgili açıklamalar yapar mısınız?
- Tabiî, gönül kelimesinin geçmişinden biraz bahsedelim: Orhun Âbideleri’nde gönülden bahsedilmiş, Kutadgu Bilig’de gönülden bahsedilmiştir… Yûnus Emre’de “Gönül Çalab’ın tahtı”, yani Allah’ın tahtıdır. Cenâb-ı Allah’ın sevgisinin, her şeyinin tecellî ettiği yer gönüldür.
Tabiî ki bu, kalp; “fuâd” Arapçası, “dil” Farsçasıdır. Mutasavvıf şairlerde de, mutasavvıflarda da “cilâ’ül-kulûb”, yani kalbin parlatılması vardır. Çünkü kalp, bir ayna gibidir. Cenâb-ı Allah’ı ya da onda olan şeyleri yansıtması gerektiği için evrâd ve ezkârla kalbin parlatılması gerekir.
Bu, hissedişle olacak, duyuşla olacak bir şeydir. Gönülde tecellî nasıl olacak? Ancak hissederek olacak. Ondan bahsetmiştik tabiî ki, birçok yerde. Şimdi gönülle ilgili şunu söyleyebilirim: Bende çok etki bırakan, hatta o dergide yayımlandığı zamanda da kullanılan gönül redifli çok güzel bir şiir var.
Zaten ben hâlâ oradayım; baştan sona dil, gönül ve aşkın dîvânıdır Hulûsi Efendi Dîvânı. Ama şöyle bir şey var: Bilinçli ya da bilinçsiz olarak şairler hissetmişler, duymuşlar ilâhî aşkın neşvesini ve bunu şiirlerine yansıtmışlardır. Ve bunu yaşamışlardır.
Etrafta, insanlarda, tekke çevresinde özellikle hep evrâd, ezkâr vardır. Cenâb-ı Allah’ı hatırlama vardır, ihvânı hatırlatma vardır. Peki, şiirde niye sanat yoktur? Çünkü onların sanat yapma gayesi yoktur. Malum, Dîvân edebiyatında Fuzûlî’de, Bâkî’de, Nedim’de alabildiğine bir sanat vardır. Ama tasavvuf şairlerinde bu yoktur.
Mutasavvıf şairler kasîde yazmazlar. Hulûsi Efendi’nin kasîdesi yoktur, öyle değil mi? Yok, çünkü kasîdede bir “fahriye” bölümü vardır; şairin kendisini öveceği bölüm. Orada, “Ben ne kadar güzel şiir yazdım, ne kadar kıymetli sözler söyledim.” anlamında sözler söyleyeceği için mutasavvıf şair onu yapmaz. Kasîde yazmaz. Yazarsa da bir bölümü eksik olur. Çünkü tasavvufta tevâzu esastır, merhamet esastır, paylaşmak esastır.
Dolayısıyla tevâzuun olduğu bir yerde, az olan, hissedilen, duyulan, doğuşlarla gelen şiirleri görürüz. O şiirlerin ihtivâ ettiği; dinle, ahlâkla, ibâdetlere devamlılıkla, evrâd ve ezkâra devamlılıkla ilgili neler varsa bunların anlatılması gerekir. Gaye budur.
O yüzden mutasavvıf şairlerde hep bunu görürüz. 20. yüzyılın bir mutasavvıf şairi olarak da Hulûsi Efendi, Dîvân’ında aşk ve gönlü bir nakış gibi bütün şiirlerde işlemiştir. Belki bazı gazellerde yoktur diyebilirsiniz ama anlamın içerisinde, derinlemesine araştırdığınız zaman ya da kelimelerden hareketle bir çözümleme yaptığınızda orada aşkı ve gönlü göreceksiniz.
Diyor ki bir gazelinde;
Gönülden başka sevdâ çıkarsa
Mekânı maksada aksâ görünür.
Mâsivâ dediğimiz şey tasavvufta, sizi Allah’a götüren şeylerin dışındaki her şeydir; ondan “mâsivâ” denir. “Çıkarsa mekânı maksada aksâ...” “Maksada aksâ” nedir? Bir mü’minin, bir ihvânın maksada aksâsı ne olmalıdır? Fenâ fi’llah olmalıdır, fenâ fi’r-rasûl olmalıdır, fenâ fi’ş-şeyh olmalıdır.
Yani mutlak güzeli... Çünkü şairlerde hep ne var? Arayış vardır. Mutlak güzeli ararlar. Bütün etrafta, kâinatta gördüğümüz güzelliklerin kaynağı kimdir? Cenâb-ı Allah’tır. İşte Hulûsi Efendi’nin de Tohma Vadisi’nde, o gürül gürül akan suyun etrafında, güller şehrinde, o samîmî ihvânın çay sohbetlerinde dile getirdiği maksad-ı aksâ, asıl maksat budur.
Ulaşılması gereken nedir? Gönülde olması gereken sadece Allah’ın rızâsını kazanma gayesi olmalıdır. Ve onun dışındaki şeyler çıkarılarak bu maksada ulaşılmalıdır. Yani onun dışındakiler bir ağırlıktır. Tasavvuf bir seyr ü sülûktur. Sülûk, bir yolculuktur. Ağırlıklardan ne kadar kurtulursanız, o kadar rahat bir şekilde asıl maksadınıza ulaşabilirsiniz.
Meselâ;
Hudâ’nın mahremi, râzı gönüldür.
Makâm-ı kuds, şehbâzı gönüldür.
Yani Cenâb-ı Allah’ın gizli kelimelerinin, kavramlarının ifade edildiği yer gönüldür. Meselâ, doğuşlar bile buna benzetiliyor; yani Cenâb-ı Allah’ın bir ilhamıdır. Çünkü mutasavvıf şairler farklı bir âlemde yaşarlar. Biz onu hissedemeyiz, onlar hissederler. İlâhî aşkla, peygamber aşkıyla, peygamber sevgisiyle…
Bazen de Yûnus Emre’nin eserlerinde, şiirlerinin bazılarında bir öfkesini dile getiren ifadeler vardır, öyle değil mi? Dîvân edebiyatında da bu görülmüştür. Bir sevincini dile getiren şiirler vardır, bir ihvâna kızgınlığını belirten şiirler vardır. Bu hep böyledir. O şey gerek bir ihtar, gerekse bir yanlışlığı düzeltme olarak gönülden, Hudâ’nın gizli sırlarının hissedilmesidir.
Çünkü ilhamla şiir yazılır. Bazen “Şiir yazayım.” dersiniz, tengehte filan şiir yazamazsınız, gelmez. Çünkü o, tak tak tak diye olmaz. Bir duyuş, bir hissediş, bir doğuş olması lazım bana göre.
Meselâ;
Gönül kim lâmekânî bir mekândır,
Mekânsız lâ mekân illâ gönüldür.
Hiçbir mekâna sığmayan Cenâb-ı Allah’ı öyle düşünmek lâzım. Gönül de hiçbir mekânda durmaz aslında. Yani gönlümüz bazen burada, bazen başka bir yerde, bazen gençliğimizde, eski hayatımızda olabilir; yani orada olmak isteyebilirsiniz.
Bu, Yûnus Emre’ye de benzeyen bir şeydir. Yûnus Emre de, “Gönül, Cenâb-ı Allah’ın Kâbe’sidir.” Gönül, O’nun tecellî ettiği yerdir. “Çalab’ın tahtıdır.” Evet, yani gönül dediğimiz şey bir Kâbe’dir. Allah’ın evi malum Kâbe’dir.
Meselâ; bir beyitte de şöyle sesleniyor gönlüne:
Her biri yâr’in yolunda bâğını eyler fedâ,
Ey gönül, senin dahi yâr’ine kurbânın nedir?
Tabiî mutasavvıf şairlerde, “varlığını fedâ etme” ya da “sevgiliye kurban olma” anlayışı da vardır. Aslında yegâne sermayesi bedenidir, varlığıdır bazı şairlerin. Çünkü dünya malına çok meyletmezler. Az önce bahsettiğimiz gibi o Cenâb-ı Allah’a giden yolda bir ağırlıktır, ondan kurtulmak gerekir.
Buradaki “yâr” Cenâb-ı Allah’tır. Hatta şöyle de denebilir: Sanki Hulûsi Efendi’nin şiirlerinde bir âdeti vardır. Öncelikle ondaki yegâne sevgili Cenâb-ı Allah’tır, ikincisi Hazret-i Peygamber (s.a.v.)’dir, üçüncüsü de mürşididir. Malum, tasavvufta “fenâ fi’l-ihvân”, “fenâ fi’ş-şeyh”, “fenâ fi’r-rasûl”, “fenâ fi’llâh” makamlarından bahsedilir ki bütün gönül erbabı da bunları yaşayarak göstermişlerdir.
Bir de, “Ey gönül, senin kurbanın nedir?” derken, “Sen neyi de bilebilirsin?” anlamında söylüyor. Çünkü biz tabiî ki Cenâb-ı Allah’a, gerçek sevgiliye, mutlak güzele ancak ve ancak kul olarak bir şey hediye verebiliriz, sunabiliriz. Mutlaka Cenâb-ı Allah’a verecek bir şeyimiz olmalı. Bu, Cenâb-ı Allah’ın ihtiyacı olduğundan değil, bizim böyle bir şeye ihtiyacımız olduğundandır.
Evet, o yakınlık... Tabiî yakınlık, kurbandan bakarsak Allah’a yakınlıktır.
Bir de şuraya bakalım: Hulûsi Efendi, mürîdânı eğitme gayesiyle yazdığı için şöyle diyor:
Dil Kâbe’sini ey dostlar, diller tavâf ederken
Nâgâh ol, gamzelerin cânı şikâra çıkmış.
Aslında buradaki “şikâr” çok enteresan bir şey. “Şikâr” aslında “av avlamak” demektir. Bunu şairler de hep böyle kullanırlar. Sevgilinin kaşını yaya, kirpiklerini oka benzetirler; bir avcıya benzetirler yani. Şairi avlamıştır.
Ama “Dil Kâbe’sini ey dostlar, diller tavaf ederken...” Yani gönül Kâbe’sinin yine gönüller tavaf edecek. Ve o gamzeler, tabiî sevgiliye söylüyor, “çıkmış” derken, yani onu avlayıp hakîkate uyandırma, aşka uyandırma, kendisine âşık etme ya da bir mânâda bir bağlantı kurma... Yani sinsi bir yakalama, dostluğu yakalama olarak bunu düşünebiliriz.
Bazı şiirlerde şöyle bir şey vardır: Her okuyana onun bir mesajı vardır. Olur ya, dostlar dinlerken “Burada şu var.” derlerse; “Evet, benim göremediğim ama sizin gördüğünüz o vardır. Bazen de sizin göremediğiniz, benim gördüğüm o vardır.” demek daha doğrudur. Bu bağlamda son dönemde Hulûsî Efendi Dîvânı’nın dört cilt olarak nesre çevrilmiş olması da çok güzel ve takdire şayandır.
"e’sini ey dostlar, diller tava- Bu tür çalışmaların günümüz insanına etkileri nedir? Edebiyatımıza sağladığı faydalar nelerdir? Son olarak Hulûsî Efendi Dîvânı’nın nesre çevrilmesi hakkında neler söylersiniz?
- Evet, bu çalışma öncelikle takdire şayan bir çalışmadır. Nihat Öztoprak Hoca’nın emeğidir. Ben de inceledim; zaten Dîvân’a daha önce âşinâlığımız vardı. Elimize geçince tekrar baktık, hakîkaten çok güzel olmuş. Burada şunu da söylemeden geçmeyeyim: Aslında bütün bu şiirler, irfan sofrasındaki birer lezzet gibidir. Herkesin oradan alacağı bir tat, bir nasip vardır. Hele ki mutasavvıf bir şairin dilinden; aşk ve gönül kavramlarıyla yoğrulmuşsa… Cenâb-ı Allah’ın tecellî ettiği yer gönülse, her ihvânda da bir gönül varsa, o hâlde “gönlü incitme” demesinin anlamı büyüktür. Çünkü orada Cenâb-ı Allah tecellî etmiştir. Sen farkında olmadan Allah’ı üzebilirsin, O’nun samîmî bir kulunu incitebilirsin.
“İncitme gönül, gönül yıkma, ger uslu ger, deli ol.”
Yani ister deli, ister akıllı ol, ama gönül yıkma. Çünkü Cenâb-ı Allah’ın tecellî ettiği bir yere dikkatli davranmak gerekir. Bunların hepsi edepten, âdâbdan geçer. Darende’ye vardığım zamandan bahsetmiştim; orada gördüğüm edepli, âdâblı duruş, misafirleri karşılama biçimi, hakîkaten gönül ehli insanların orada olduğunu bize göstermişti.
Dîvân’ın şerhine gelecek olursak: Malum, her şairin hayranları vardır; onun şiirlerinden haz alan insanlar bulunur. Ancak mutasavvıf şairler biraz farklıdır. Kendilerinden sonra gelen müritleri, halîfeleri, sevenleri ondan istifade edeceklerdir. Ondan güzellikleri, tarîkat âdâbını, Müslümanlık inceliklerini, zikir ve sosyal davranış âdâbını öğreneceklerdir.
Böyle bir gaye olunca burada eğiticilik, yani didaktizm ön plândadır. Tasavvufî şiirde sanat arayışı değil, irşad amacı vardır. Çünkü insanların eğitilmesi, nasîhatle olgunlaştırılması gerekir. Bu bazen doğrudan bir sohbetle, bazen dolaylı bir öğütle olur. Ben irfan meclislerini “demlenme”ye benzetirim. Nasıl ki semaverde çay demlenir, insan da sohbet ortamında olgunlaşır, olgunlaşarak dem kazanır.
Hayırhah insanlar birbirlerine iyiliği tavsiye eder, fedâkârlığı öğütler. Bu sebeple tasavvuf çevrelerinde sohbet âdâbı çok önemlidir. Sohbette insanın ilgisini, dikkatini uyandırmak gerekir. Çünkü bu toplantılara gelen insanlar bir arayış içindedir; hakîkati bulunca da oraya bağlanırlar. Bu, tıpkı çölün ortasında su bulmak gibidir. Bir insan susuzken bir pınar bulsa, onun başına konaklar, avuç avuç içer. İrfan sofraları da böyledir.
Dîvân’ın nesre çevrilmesi günümüz gençleri için büyük bir kolaylıktır. Çünkü bugünkü nesil dîvân edebiyatı geleneğine biraz uzak kalmıştır. Kelimeler ve kavramlar artık aslî anlamlarıyla değil, yüzeysel biçimde anlaşılmaktadır. Bu yüzden böyle bir çalışma çok faydalıdır. Ancak ben bir edebiyatçı olarak, şiirin, gazelin, beytin orijinal hâlini daha kıymetli bulurum. Çünkü orada şairin dili, duyuşu, içsel ritmi vardır. Daha önceki panellerde ve çalışmalarda meslektaşlarımız da dile getirdi; Hulûsî Efendi Dîvânı’nda aşk, gönül, Hz. Peygamber sevgisi, Ehl-i Beyt sevgisi, Veysel Karânî sevgisi gibi konular çokça işlenmiştir. Bu kadar derli toplu bir şekilde ele alınması kolay olmayan bir iştir. Zira bazen bir kelimeye yanlış anlam vermek, bütün şiirin mesajını boşa çıkarabilir. Nihat Hoca için böyle bir hata söz konusu değildir; kendisi çok titiz bir bilim insanıdır.
Dîvân şiiri geleneğinde “aşk”, “şarap”, “sevgili” gibi kelimeler geçer. Bunu bilmeyen biri beşerî anlamda yorumlayabilir. Oysa mutasavvıf şairin dilinde aşk, ilahî aşktır. Şarap, mürşidin verdiği feyzdir; yani hakîkate uyandıran rehberdir. Kelimelerin bu mânevî karşılığını iyi yakalamak gerekir. Bunu bilmeyen biri, şiirlerde şarap içen bir profil canlandırabilir; ama “şarap” kelimesini mürşidin sözü olarak anlarsa, o zaman ilâhî aşkın kalpte uyandırdığı cezbe ve titreyişi fark eder. Bu sebeple Dîvân’ın nesre çevrilmesi, özellikle gençler için iyi bir çalışmadır; titizlikle yapılmıştır, kıymetlidir.
Son olarak şunu da eklemek isterim: Biz şiiri genellikle dîvân şiiri, tekke şiiri ve halk şiiri olarak tasnif ederiz. Fakat Hulûsî Efendi Dîvânı’nda bu üç geleneği bir arada bulmak mümkündür. Dîvân şiirine âşinâ birisi orada klâsik gazel mazmunlarını görebilir; halk şiirine yakın biri, sade bir söyleyiş bulabilir; tekke şiiri geleneğine âşinâ biri ise tasavvufî derinliği hisseder. Nitekim eski hocalarımız şöyle derdi: “Halk, dîvân, tekke; duvar, kemer, kubbe gibidir. Nasıl ki bir yapının duvarı, kemeri, kubbesi olur, şiirin de bunlar üç temel ayağıdır.” Benim anladığım şekliyle, tekke şiiri hepsini kapsar. Hulûsî Efendi Dîvânı’nda da bunların tamamını görmek mümkündür.
- Hocam, sağ olun. Allah razı olsun.
- Ben teşekkür ederim.
Musa TEKTAŞ
Yazar
Saçlarına aklar dolduBoyuyorsun deli gönülGün ağardı sabah olduUyuyorsun deli gönülGerçeğe kör olmuş gözünÇizgilerle dolmuş yüzünKısa ömrü uzun uzunSayıyorsun deli gönülŞakiler keser yolunuMihrican vu...
Şair: Ramazan PAMUK
Osmanlı ilim ve irfan geleneğinin en müstesnâ simalarından biri olan Beşiktaşlı Yahyâ Efendi, tarih sayfalarında yalnızca bir müderris, bir şeyh veya bir şair olarak değil; ilmiyle amel eden, gönüller...
Yazar: Kemal DEMİR
1. Yumup göz gayrıdan var dal hayâtın aynına Hızr ol O fercâm-ı zülâli içmeyen hayy ü kadîm olmaz2. Koyup mâl ü menâli âr u ırzından ümîdin kes Hudâ’dan gayrı bir...
Yazar: Nihat ÖZTOPRAK
Allah’a yakın olabilmek için iyilik yolunda yürümek, iyiliğe gönül vermek, gerekirse can vermek gerekir. Sahâbe-i kirâm bütün hayatını, malını, canını Allah’ın dinine ve Rasûlullah’ın emri üzere fedâ ...
Yazar: Musa TEKTAŞ