ÖZGÜRLÜK
Özgürlük, ne güzel, ne büyülü bir sözcüktür! İçimizi ferahlatır, ufkumuzu aydınlatır. Soluduğumuz hava, yediğimiz yemek, içtiğimiz su gibidir. Onun peşinde nice dağlar aşar, nice ırmaklar dolanır, nice hendeklerden atlarız da yine bırakmayız peşini. Peki, nerededir bu özgürlük, nasıl bir şeydir? Yıllarca önce bir hikâye dinlemiştim. Gerçek, yaşanmış bir hikâye. Geçmiş zamandır. Bir Amerikalı merak eder, Çin’e gider. Çin’i çok sever. Orada yaşamaya karar verir. Orada evlenir, bir ailesi olur. Çin’i gezmek isteyen Amerikalılar için turlar düzenlemeye başlar. Yaşamı böyle devam ederken, o dönemde casus diye tutuklanır. Hapse atılır. Dokuz yıl kalır hapiste. Bu arada eşi de zaman zaman gelir. Bir gün hapishanenin kapıları açılır ve bütün mahkûmlar serbest bırakılır. Eşini bulur, devam eder Çin’de yaşamına. Yine turlar düzenlemeye başlar. Bu arada çocukları da olmuştur. Bir gün yine tutuklanır. Bu sefer uzak bir hapishaneye götürülür. Eşiyle, ailesiyle bağlantı kuramaz. Kimse nerede olduğunu bilmemektedir, haber de alamazlar. Bu sefer on dört yıl kadar kalır hapishanede. Bir hücrededir ve dış dünyayla bağlantısı tamamen kesilmiştir. Sonunda serbest kaldığında önce Amerika’daki ailesine ulaşır. Dönmesini isterler Amerika’ya. Eşini, çocuklarını bulur. Çocukları büyümüştür, tanımazlar tabii kendisini. Eşi evlenmemiştir, beklemiştir. Bir süre sonra Amerika’ya yerleşir. Yine turlar düzenlemeye devam eder Çin’e. Gazeteciler onu bulur ve şu soruyu sorarlar: “Böyle zor bir duruma nasıl dayanabildiniz, nasıl sağlıklı kalabildiniz?” Çünkü suç işlemediği halde neyle suçlandığını bilmeksizin yıllarca hapiste kalmak, dış dünyadan tecrit edilmek insanın psikolojisini altüst eder. Bütün bunları yaşamış bir kimseden beklenen, hapisten çıktığında bir psikiyatri kliniğine yatmasıdır. Ama bunların hiç birisi olmamıştır. Onun ruhî ve zihnî melekeleri tamamen sağlıklıdır. Bizler özgürlük deyince, fiziksel engellerden kurtulmuş olmayı anlıyoruz çoklukla. İster bir hapishanenin, ister içinde yaşadığımız evin, çalıştığımız iş yerinin dört duvarı olsun; o duvarların ötesine geçemiyorsak, ayaklarımızın, ellerimizin ulaşabileceği yerlerde bir kısıtlanma ile karşılaşıyorsak, arzularımızın yerine gelmesinde bir engele maruz kalıyorsak, istediğimiz gibi yaşayamıyorsak tutsak olduğumuza hükmediyoruz. Elbette öyledir. Elle tutulur, gözle görülür tutsaklıklardır bunlar. Ama asıl tutsaklıklar, asıl hapishaneler şartlanmışlıklarımızdır, koşullanmışlıklarımızdır. Neden buradayım, bu niye benim başıma geldi, buna katlanmak mecburiyetinde miyim, benim suçum ne, neden böyle bir yerde, böyle bir durumda yaşamaya mahkûm ediyorlar beni? Buna benzer soruları çoğaltabiliriz. Hikâyemize geri dönelim. Gazetecilerin sorularına şöyle cevap vermiştir adam: “Ben zor şartlarda değildim ki. Yapmak istediğim şeyleri yapmakla meşguldüm.” Gerçekten de hapishaneye ilk atıldığında, kaldığı dört duvarı başka ortamlara dönüştürmeyi becerebilmiştir. Her günü yeni bir gündür. Kimi zaman bir kütüphaneye, bir çalışma odasına dönüştürmüş hapishane odasını, istediği kitapları okumuş, dilediği yazıları yazmıştır. Kimi zaman bir bahçeye dönüştürmüştür dört duvarla çevrili hücreyi. Toprakla uğraşmış, istediği bitkileri yetiştirmiştir. Kimi zaman da dünyayı dolaşmıştır. İkinci kez atılıp da dış dünyadan tamamen tecrit edildiği hücre hapsindeyken, zihniyle yaptığı şeyler arasında öncelik sonralık bağlantısı kurarak korumuştur zaman mefhumunu. Kendimizi meşgul edemiyorsak, geleceğe yönelik hedeflerimiz yoksa, bu dünyanın sınırlarını aşan bir gayeden mahrumsak, bu, içinde bulunduğumuz koşulların tutsağı haline geliyoruz demektir. Bir tutsaklıktan kurtulup başka bir tutsaklığın içine düşüyoruz. Evdeki baskıdan kurtuluyor, sokağın tuzaklarına düşüyoruz; zalimin zulmünden kurtuluyor, nefsimizin arzularına esir oluyoruz; çalışmanın sıkıntısından kurtuluyor, tembelliğin yeteneklerimizi yok eden boşluğuna, zararlı alışkanlıkların ağına düşüyoruz. İçinde bulunduğumuz koşulları belirleyemeyebilir, değiştiremeyebiliriz. Ama onlara karşı nasıl tutum sergileyeceğimiz bizim elimizde. Korkularımız, çaresizliklerimiz, ümitsizliklerimiz, arzularımız, öfkelerimiz, nefretlerimiz, kıskançlıklarımız, önyargılarımız, kaygılarımız, şartlanmışlıklarımız, asıl hapishanelerimizdir bunlar. Bunların hiçbiri bize dayatılan bir şey değildir. Hepsinin kökleri bizim içimizdedir. Bu kökleri yok edemeyiz elbette ama bu kökleri besleyip beslememek bizim elimizdedir. Bunların üzerine yükselebildiğimizde, içinde bulunduğumuz koşulları hedefimize, gayemize ulaşmak için engel olarak görmek yerine onları imkâna dönüştürme konusunda çaba sarf ettiğimizde özgür oluruz. Karamsarlığı umuda, çaresizliği çareye, imkânsızlığı mümküne, korkuyu cesarete, nefreti sevgiye dönüştürmek bizim elimizde. Şartlanmışlıkların olmadığı bir dünyadır özgürlük.
Halide YENEN
YazarFeridüddin-i Attar anlatır: “Bir saka, yolda giderken başka bir sakayla karşılaşır. Ona der ki, ‘Ey kardeşim, çok susadım. Bana kırbandan bir tas su ver.’ Öbür saka şaşırır ve hayretle şu cevabı verir...
Yazar: Halide YENEN
Âmine Hatun Annemizin kız kardeşi olup Hazreti Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in teyzelerindendir. O Mekkeli’dir ve Esved İbni Abdiyeğus’un kızıdır. Annesi Âmine binti Nevfel’dir. Hâlide, Abdullah...
Yazar: Nagehan Nida DURAN
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in kızı Zeynep’in oğlu hastalanmıştır. Ölmek üzeredir. Peygamberimiz’e haber gönderir, mutlaka gelsin, der. Peygamberimiz, yanındaki sahabelerle birlikte kızının evine g...
Yazar: Halide YENEN
Aile ve şiddet; son zamanlarda bu iki sözcüğü ne kadar da sık kullanmaya başladık; üstelik de yan yana. Sevgi, güven, sadakat temeli üzerinde yükselen, içine aldığı bireylerine huzur bahşeden, cennett...
Yazar: Halide YENEN