Nüsha-i Kübrâ: İnsân-ı Kâmil
Asıl adı Abdu’l-Gaffâr olan Hâmî, aslen Buharalı olup 19. yüzyılda Maraş’ta yaşamış sûfî bir şairdir. Hayatı hakkında eldeki bilgiler sınırlı olmakla birlikte, şiirlerinde yer alan bazı ipuçları biyografisine ışık tutmaktadır. Nakşbendiyye Tarîkatına mensup olan Hâmî, bir süre Maraş’taki Çarşı Tekkesi’nde mesnevîhanlık yapmıştır ve 1309/1891-92 yılında Maraş’ta vefât etmiştir. Şairin şiirlerinde hem Nakşbendiyye hem de diğer tarîkatlara ait unsurların zikredildiği, özellikle Ehl-i Beyt sevgisinin öne çıktığı görülmektedir. Arapça ve Farsçaya vukûfiyetini ortaya koyan Hâmî, bütün şiirlerini aruz vezniyle ve klasik Türk edebiyatının nazım şekilleriyle kaleme almış; daha çok dinî ve tasavvufî muhtevalı eserler vermiştir. Bununla birlikte bazı şiirlerinin halk tarafından anlaşılmaması, onun zaman zaman tepki ve eleştirilere maruz kalmasına yol açmış; nitekim yazımıza konu olan na‘tın taç beytinde de bu duruma işaret ettiği görülmektedir. Bilinen tek eseri Dîvân’ıdır.
Hâmî-i Mar‘aşî’nin Dîvân’ında yer alan, terci‘-i bend nazım şekliyle kaleme alınmış müsebbâ‘ bir na‘t-ı şerîften seçilen bazı kısımlar, kısa açıklamalar eşliğinde yazımıza konu edilecektir. Şairin üslubuna bakıldığında, müsebbâ‘ların beşinci dizelerinde kulluğunun zayıflığını betimleyen ifadeler serdettiği; vasıta beyitlerinde ise tekrarlanan şekilde “Ve seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” âyetini, nâkıs lafzî iktibasla derc ederek şefaat talebini yinelediği görülmektedir. Bu noktada özellikle “rahmet” ve “şefaat” kavramları arasındaki derin tenasübe de işaret edilmelidir.
Ey şeh-i her dü-serâ ey kıble-i İslâm u dîn
Ey habîb-i Kibriyâ nûr-i semâvât u zemîn
Nüshâ-i kübrâ imâm-ı enbiyâ u mürselîn
Hâk-i râhın tûtiyâ-yı çeşm-i erbâb-ı yakîn
Sensin ol sultân-ı dareyn ü şefî‘ü’l-müznibîn
Dergeh-i ihsâna geldim zâr u hayrân u hazîn
Kıl şefâ‘at el-amân ey rahmeten li’l-‘âlemîn
(Ey iki sarayın şâhı, İslâm ve dinin kıblesi… Ey Cenâb-ı Hakk’ın sevgilisi, yerin ve göğün nuru; insân-ı kâmil, nebîlerin ve rasûllerin imamı. Senin yolunun toprağı, yakîn ehlinin gözüne sürmedir. Sen iki cihanın sultanı ve günahkârların şefaatçisisin. Ağlayarak, hayranlıkla ve hüzünle ihsan kapına geldim. Ey âlemlere rahmet. Senden aman dilerim, bana şefaat et.)
Ekberî gelenekten neşet eden ve sûfiyye taifesinin çoğunluğunca da kabul gören anlayışa göre, varlığın sebebi Hz. Peygamber (s.a.v.)’in nurudur. Bu düşünceyi benimseyen şair, aynı zamanda insân-ı kâmil telakkisine de işaret etmektedir. Hem ontolojik olarak Cenâb-ı Allah’ın bütün isimlerine ayna olmak bakımından hem de ahlâkî bakımdan insân-ı kâmil, Peygamber Efendimiz’dir. Üçüncü dizede geçen nüsha-i kübrâ terkibi, tasavvuf ıstılahında insân-ı kâmili anlatırken bunun zıddı olan nüsha-i suğrâ ise âlemi imgelemektedir. Zâhiren bakıldığında ise âlem nüsha-i kübrâ, insan ise nüsha-i suğrâdır. Cenâb-ı Hak, âlemde sanatını âdemde ise Zât’ını izhar etmiştir.
Çünki sensin nur-ı şems ü şu‘le-i Zât-ı Kadîm
Yüzlerindir şüphesiz âyine-i vech-i Kerîm
A‘zam-ı deryâna derler sensin ey hulk-i azîm
Mu‘cizâtın azheri Kur’ân’dır ey kalb-i selîm
Evvel âhir erhamü’l-‘usâtsın lütfun amîm
Dergeh-i ihsâna geldim zâr u hayrân u hazîn
Kıl şefâ‘at el-amân ey rahmeten li’l-‘âlemîn
(Kadîm olan Zât’ın tecellî güneşinin nuru sensin. Senin vechin, hiç şüphe yok ki Kerîm olan Zât’ın aynasıdır. Senin en büyük deryana yüce ahlâk derler. Ey kalb-i selîm sahibi, mucizelerin en açık olanı Kur’ân’dır. Sen, başta da sonda da isyankârlara en merhametli olan ve lütfu en geniş bulunansın. Ağlayarak, hayranlıkla ve hüzünle ihsan kapına geldim. Ey âlemlere rahmet. Senden aman dilerim, bana şefaat et)
Yukarıdaki dizelerde Peygamber Efendimiz’in ontolojik kemaline nüsha-i kübrâ terkibiyle işaret eden şair, burada konuyu Zât tecellisine taşımaktadır. Beyitte geçen vech ifadesini Zât olarak yorumlamamızın sebebi, “O’nun zatından başka her şey yok olacaktır.” âyeti ve benzerlerinde geçen vech kelimesinin Zât olarak tefsir edilmesidir. Çünkü bir kişinin kim olduğu, yüzünden anlaşılır. Üçüncü dizede ise insân-ı kâmil telâkkisinin ahlâkî yönüne işaret edilmekte ve Kalem Sûresi’nin “Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” mealindeki âyetinde geçen huluk-ı azîm ifadesi, Osmanlı Türkçesiyle yansıtılmaktadır. Dördüncü dizede Hz. Peygamber (s.a.v.)’e kalb-i selîm şeklinde hitap edilmektedir. Ancak burada ikinci bir yorum da mümkündür; kalb-i selîm sahibi kimseler, Kur’ân’ın Hz. Peygamber (s.a.v.)’in en açık mucizesi olduğunu idrak edebilirler. Çünkü fesâhat, belâgat ve edebiyat bakımından Arapçayı çok iyi bilen müşrikler, kalpleriyle Allah’a ve Rasûlü’ne teslim olmadıkları için vahyi zâhiren anlamış olsalar da onu inkâr etmişlerdir.
Menba‘-ı esrâr-ı ‘mâ evhâ’sın ey hayru’l-enâm
Hilkatin evvel nübüvvet sende hem oldu temâm
Enbiyâ u evliyâ lütfun umar yevmü’l-kıyâm
Lutfuna muhtaçtır zâhir nihân hep hâss u âm
Cümleden eltâfa muhtâcım garîbim nâ-be-kâm
Dergeh-i ihsâna geldim zâr u hayrân u hazîn
Kıl şefâ‘at el-amân ey rahmeten li’l-‘âlemîn
(Ey yaratılmışların en hayırlısı! Sen vahyedilen sırların kaynağı, yaratılmışların ilkisin. Nübüvvet sende hitama ermiştir. Nebiler ve veliler, kıyamet gününde lütfunu umarlar.
Gizli açık, havas ve avam herkes lütfuna muhtaçtır. Bense hepsinden daha muhtacım, garibim, istediğime erişemedim. Ağlayarak, hayranlıkla ve hüzünle ihsan kapına geldim. Ey âlemlere rahmet. Senden aman dilerim, bana şefaat et.)
Birinci dizede Necm Sûresi’nin 10. âyetinden bir kısmı, lafzî nâkıs iktibasla aktaran Hâmî, Peygamber Efendimiz’i vahyin sırlarının kaynağı olarak tavsif etmektedir. Zira Rasûlullah’ın açıklamaları olmaksızın Kur’ân’ın hakîkatine nüfûz etmek mümkün değildir. İkinci dizede ise Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yaratılışta ilk, zuhurda son peygamber olmasına atıf yapılmaktadır. Şaire göre dindarlığı, makamı ve Allah katındaki mertebesi ne olursa olsun, her insan Hz. Peygamber (s.a.v.)’in lütfuna muhtaçtır. Bu muhtaçlık hem nûr-i Muhammedî’nin kâinatın yaratılış sebebi olmasından, hem de kıyâmet gününde hesabın başlaması için O’nun şefaatine ihtiyaç duyulmasından kaynaklanmaktadır. Şair ise bütün bu muhtaçların en muhtacı olduğunu ifade eder; kendisini garip, âciz ve maksadına erişememiş bir kul olarak görür ve şefaat diler.
Kıl kerem bâr-ı meâsîden şehâ kaddi hamem
Gark-ı deryâ-yı güneh derd ü belâya hem-demem
Bende yok hayru’l-‘amel dermânde-i derd ü gamem
Bî-nevâyam bî-kesem menfûr-i halk-ı ‘âlemem
Hâmî-i bî-çâreyem dünyâda her kemden kemem
Dergeh-i ihsâna geldim zâr u hayrân u hazîn
Kıl şefâ‘at el-amân ey rahmeten li’l-‘âlemîn
(Ey Şâh! İsyan yükünden dolayı belim bükülmüş, günah deryasına batmışım, dert ve belâ ile dost olmuşum. Hayırlı amelim yok, dert ve gam ile âciz düşmüşüm. Nasipsizim, kimsesizim, âlem halkı benden nefret ediyor. Çaresiz Hâmî’yim, bu dünyada her kötüden daha kötüyüm. Ağlayarak, hayranlıkla ve hüzünle ihsan kapına geldim. Ey âlemlere rahmet. Senden aman dilerim, bana şefaat et.)
Hamit DEMİR
Yazar
İnsanoğlu bu dünyada yalnız yaşayan bir varlık değildir. Her sözü, her davranışı, her tercihi, başka hayatlara dokunur. İyi de olsa, kötü de olsa, insanın eylemleri zamanın akışına karışır; bazen bir ...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Şair, münşî ve hattat Tâcî Bey’in oğlu olan Cafer Çelebi, Amasya ve Bursa’daki tahsilinin ardından Simav’da müderris ve kadı olarak çalışmıştır. Edirne ve İstanbul’daki müderrislik görevlerinin ardınd...
Yazar: Hamit DEMİR
18.yüzyıl şairlerinden Yahyâ Nazîm (öl. 1139/1727), şiir ve mûsikiye olan kabiliyeti anlaşılınca Enderun mektebine alınmış, burada Arapça ve Farsça öğrenmiştir. IV. Mehmed Devri’nde İstanbul meyve hâl...
Yazar: Hamit DEMİR
Saçlarına aklar dolduBoyuyorsun deli gönülGün ağardı sabah olduUyuyorsun deli gönülGerçeğe kör olmuş gözünÇizgilerle dolmuş yüzünKısa ömrü uzun uzunSayıyorsun deli gönülŞakiler keser yolunuMihrican vu...
Şair: Ramazan PAMUK