NEFSİN HEVÂSINA MUHALEFET
İnsanoğlu, yeryüzündeki birçok şeye ve kendine hükmetme istidadı ile yaratılmıştır.[i] Bedenin kulluk ve rubûbiyet edeblerini gözetme kudreti, insanın kendine hükmetme istidadının bir parçası olarak değerlendirilmiştir.[ii] Daha husûsî bir ifade ile insan, nefsine kodlanan fücûr ve takvâ kabiliyeti ile[iii] edebli olmaya da edebi terk etmeye de muktedirdir. Ancak kulluk için yaratılan insanın bu gücünü edebli olmak için kullanması beklenir. Bu bağlamda edeb, nefsin hevâsına aykırı gelen şeyleri tatbik etmek, takvâ kabiliyetini geliştirmek, fücur kabiliyetini köreltmek ve kullanmamak şeklinde tanımlanabilir. Peki, hevâ nedir? Sözlükte istek, arzu, irade ve meyil olarak tanımlanan hevâ, dinî literatürde aklın ve dinin hoş görmediği şeylere nefsin meyletmesi şeklinde tanımlanmıştır.[iv] Yani hevâ, bir bakıma nefsin askeridir.[v] Âyette süflî ve nefsânî arzulara (hevâ) itibar etmeyenlerin cennete gireceklerine işaret edilmiştir.[vi] Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (ö. 283/896) ise bu minvalde hevâdan kurtuluşun her daim edebe tâbi olmakla mümkün olacağını söyler.[vii] Zira nefs günah olmasa da kemâle yakışmayacak şeyleri telkin eder, cibilliyeti itibariyle edebsizdir.[viii] Ayrıca Abdullah b. Mübarek (ö. 181/797) edebi nefsi bilmek olarak tanımlar.[ix] Nefsini tanıyan, olumlu-olumsuz özelliklerini bilen onu tezkiye edecek, tezkiye edilmiş nefs hevânın tasallutundan kurtulacak, işlerini vahyin gölgesinde akılla yürütecek, istikamet sahibi olacak ve güzel edebleri elde edecektir.[x] Bu sayede tasavvufun da en önemli gayesi olan nefse kölelikten kurtuluş gerçekleşecektir.[xi] Bütün bu ifadelerden hareketle nefse her daim hâkim olmanın zorluğunu ve bu işi başaranların azlığını net bir şekilde görebiliriz. Zira Kur’an, insanın hevâsını ilah edindiğini belirterek[xii] tehlikenin boyutunu gözler önüne sermiştir. “Sarp yokuş nedir bilir misin?” ayeti ise hevâya muhalefet etmenin zorluğuna işaret etmektedir. Zira bu sorudan sonraki âyetler sarp yokuş anlamındaki “akabe” kelimesinin izahı niteliğindedir. Buna göre Kur’ân sarp yokuşu; köle azadı, şiddetli açlık günlerinde yetimi yedirmek, yoksulu doyurmak, iman edenlerin birbirlerine sabrı ve merhameti tavsiye etmeleri şeklinde açıklar.[xiii] Hasan-ı Basrî (ö. 110/728) bu durumu kişinin nefs, hevâ ve şeytanla mücadelesi olarak yorumlar.[xiv] Söz konusu mücadelenin sarp yokuşa benzetilmesi, zorluğuna ve yoruculuğuna işaret etmekle birlikte mücadelede başarılı olma imkânı da benzetmeye gizlenmiştir. Zira dağ ne kadar yüce olursa olsun yol üstünden geçer. Bu yolu açan ise nefsine uyup hevâsına mağlup olmayandır. Ayrıca Kur’ân, hevânın meyline muvafakat gösterme sebeplerine ve neticede azgınlığa-sapkınlığa sebep olacağına muhtelif ayetlerde değinmiştir. En çok vurgulanan sebep ise yeterlilik fikri[xv] ve kendini beğenmedir. Söz gelimi azgınların sahip oldukları yeterlilik fikrinin malî veçhesi ve ondan doğan azgınlık Kehf 34’e,[xvi] yaratılış veçhesi ve ondan kaynaklanan tekebbür Sâd 76’ya,[xvii] iktidârî vechesi ve sebep olduğu tanrılık iddiası Nâziât 24’e[xviii] konu olmuştur. Söz konusu yeterlilik sadece örneğini verdiğimiz husûslarda değildir. Kişinin kendini ilmî, amelî, fikrî, ahlâkî ve irfânî anlamda yeterli ve kusursuz görmesi de hem kişiyi seyr ü sülûktan alıkoyar[xix] hem de boyutları muhtelif olmakla birlikte kişiyi azgınlığa sevk eder. Tam da burada tehlikeleri gözler önüne serilen hevâya karşı başarıya ulaştıracak mücadelenin keyfiyeti gündem edilmelidir. Kısaca belirtmek gerekir ki hevâ, ancak kâmil bir hevâya bende edilmekle kontrol edilebilir. Bu da salikin manevi mertebesine göre, sırasıyla mürşid-i kâmilin, Efendimiz (s.a.v.) ve en nihayet Allah’ın iradesine (hevâ) tabi olmakla mümkün olabilir. Zira tasavvuf klasiklerinde mürid kavramının “muradı olmayan, Allah’ın iradesine uygun irade sahibi” şeklinde tanımlandığı görülmektedir. Bu tanım, hevâ ile mücadelesinde müride yol gösteren ince manaları barındırmaktadır. Sâliklere kendi hevâlarından sıyrılıp sevdiklerinin hevâsı ile hareket etmelerini, nefsânî mutluluklar yerine sevgilinin mutluluğu ile mutlu olmalarını telkin etmektedir. Hulûsi Efendi (k.s.)’nin de buyurduğu gibi: Hevâsına soyun yârin hevâsıyla hevâlan gel Safâ-yı nefsi koy yârin safâsıyla safâlan gel[xx] [i] Yaratılmışların insanoğlunun hizmetine sunulduğunu gösteren bazı ayetler için bkz. Mülk, 67/15, Lokman, 31/20, Câsiye, 45/13. [ii] İbn Acîbe, el-Bahrü’l-medîd fî tefsîri’l-Kurâni’l-mecîd, (çev. Dilaver Selvi), Semerkand Yayınları, 2011, X, s. 246. [iii] 91/Şems, 8. [iv] Mustafa Çağrıcı, “Hevâ”, DİA, XVII, İstanbul: İSAM Yayınları, 1998, s. 274. [v] Ebû Necib es-Sühreverdî, Âdâbü’l-mürîdîn, (Çev. Süleyman Gökbulut), İstanbul: Büyüyen Ay, 2014, s. 88. [vi] 79/Nâziât, 40-41. “Kim de Rabb’inin huzurunda durmaktan korkar ve nefsini hevâsından (kötü arzularından) alıkoyarsa şüphesiz onun varacağı yer cennettir.” [vii] Ruzbihân Baklî, Arâisü’l-beyân fi hakakik-i’l-kur’ân, Beyrut: Darü’l-Kütübü’l-İlmiyye, III, s. 484. [viii] Abdulkerim Kuşeyrî, Risâletü’l-kuşeyriyye, Kahire: Dâru’l-Meârif, tsz, s. 274. [ix] Kuşeyrî, Risâletü’l-kuşeyriyye, s. 448. [x] Şehâbeddin es-Sühreverdî, Avârifü’l-meârif, Mısır: Mektebetü’l-Allamiyye, 1939, s. 197. [xi] Süleyman Derin, Kur’ân-ı Kerîm’de Seyr u Süluk –Ahmed İbn AcîbeTefsirinde-, İstanbul: Erkam Yayınları, 2013, s. 88. [xii] 43/Furkân, 25. [xiii] Bk. 90/Beled, 12-17. [xiv] İbn Acîbe, el-Bahrü’l-medîd fî tefsîri’l-Kurâni’l-mecîd, (Çev. Dilaver Selvi), Semerkand Yayınları, 2011, XI, s. 17. [xv] 96/Alak, 6-7: “Gerçek şu ki insan azdı, kendini yeterli gördüğü için.” [xvi] 18/Kehf, 34: “Onun büyük bir serveti vardı, arkadaşıyla konuşurken, benim malım senden daha çok. Adamlardan yana da senden üstünüm, dedi.” [xvii] 38/Sâd, 76: “Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu topraktan yarattın.” [xviii] 79/Nâziât, 24. “(Firavn) Ben sizin yüce Rabb’inizim dedi.” [xix] Süleyman Derin, Kur’ân-ı Kerîm’de Seyr u Süluk –Ahmed İbn AcîbeTefsirinde-, İstanbul: Erkam Yayınları, 2013, s. 109. [xx] Es-Seyyid Osman Hulûsî-i Dârendevî, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz. Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz), İstanbul: Nasihat Yayınları, 2013, s. 176.
Hamit DEMİR
YazarTasavvuf velilerin yolu olduğu için kar gibi temiz bir yoldur ki asla leke kabul etmez. Onda leke olduğunu zannedenler elmas ile cam parçasını ayırt edemeyen kimselerdir. Günümüzde dine düşmanlık etme...
Yazar: Aydın BAŞAR
17.yüzyıl şairlerinden Nâ’ilî’nin biyografisi, kendi Dîvân'ından elde edilen bazı verilere dayanır. Şairin hayatı hakkındaki bilgiler kısıtlıdır ve adı devrin önemli olayları içinde geçmemektedir. Şii...
Yazar: Hamit DEMİR
Gerçek sanatkârlar mütevazı insanlardır. Çünkü yaptıkları sanat eserlerinin gerçek sanatkârın eserleri yanında bir hiç olduğunun farkında, idrakindedirler. Kâinata tefekkür gözüyle bakar onlar ve Rabl...
Yazar: Mehmet Nuri YARDIM
Osman Hulûsi Efendi, 1914-1990 yılları arasında Malatya’nın Darende ilçesinde yaşamış mutasavvıf bir şairdir. 1. Dünya Savaşı’ndan dolayı bu yıllarda; hayat iktisadî açıdan zorlaşmış; ilmî, tasavvufî,...
Yazar: Hamit DEMİR