Medeniyetin Vazgeçilmez Kökleri: Kültür ve Sanat
İnsan bu dünyaya amaçsız gönderilmediği gibi büyük sorumluluk ve görevler de üzerine yüklenmiştir. Bunun farkına varan toplumlar, tarihin her döneminde varlık ve güçlerini koruyabilmişlerdir. Yaratılan her canlı kıymetlidir. Hepsinin bu dünyada bir görevi, bir misyonu vardır.
“Hayvan” deyip geçtiğimiz her canlı, gerçekte oldukça değerlidir. Çünkü tabiatın devr-i daimine hepsinin önemli faydaları vardır. Örneğin arılar sadece bal vermez. Aynı zamanda dünya için baldan daha önemli olan bitki tozlaşmasını sağlarlar. Tozlaşma, bitki yaşamı için en önemli faktördür. Bizi ve hayvanları besleyecek olan bitkiler, ancak tozlaşma ile var olabilir. Konumuzun dışına çıkmamak adına, her hayvanın dünya eko-sistemindeki öneminin ayrıntılarına girmeyeceğiz.
İnsanın önemini zikrederken hayvanın önemsiz olduğundan kesinlikle dem vurmak amacını gütmediğimizi belirtmek isteriz. Bununla birlikte, insan elbette hayvanlardan çok üstün yaratılmıştır. Bu üstünlük, kas-beden anlamında değildir tabii. Akıl, düşünce gücü, muhakeme, hayal, tasarım, vicdan, ahlak gibi mefhumlar sadece insana özgüdür. Bu ve buna benzer istidatlarını kullanabilme kapasitesiyle insan, hayvanlara üstün gelmiştir. Kullanamadığında ise “hayvandan aşağı” olarak kalmaya mahkûm olmuştur.
Hayvanlarda, belki de Maslow’un ihtiyaçlar piramidinin sadece alt kademeleri geçerlidir. Maslow, ihtiyaçları şu şekilde kategorize etmiştir:
İşte bu beş kademenin ilk üç kademesini (fizyoloji, güvenlik, ait olma) hayvanlar için geçerli kabul edebiliriz. Ya da kitaplarda bahsedildiği gibi, ilkel dönemlerdeki insanlık için de geçerli sayabiliriz. Karnını doyurma, su ihtiyacını giderme, avcılık, çocuk sahibi olma, ısınma-soğuktan korunma, uyuma, tuvalet ihtiyacı, ışık gibi temel ihtiyaçlar vazgeçilmezdir. Bu durum hayvanlar için de geçerlidir. Ama tüm bunlar için “güvenlik” gereklidir. Yırtıcı ve avcı hayvanlardan korunmak, soğuk ya da sıcaktan korunmak, karanlıkta ışık sağlayabilmek; rüzgârdan, fırtınadan, kardan, doludan, yağmurdan, yıldırımdan korunmak gereklidir.
Üçüncü olarak “ait olma ihtiyacı” insanlar için olduğu kadar birçok hayvan için de geçerlidir. Ancak saygınlık ve kendini gerçekleştirme ihtiyacı; bu iki faktör, sadece insanlar için geçerlidir diyebiliriz.
Piramidin son safhası “kendini gerçekleştirmek”, sadece ve sadece insana bahşedilmiş bir vizyon olsa gerek. Ancak her insan, dolayısıyla her toplum bu vizyonu edinecek kapasitede olmayabilir. İşte bu nedenle bazı toplumlara “medeni”, bazı toplumlara da “ilkel” ya da “gelişmemiş” diyebiliyoruz. İşte kültür ve sanat mefhumları da insanın/toplumun “kendini gerçekleştirme” vizyon ve kapasitesine bağlı olarak hayatta kendini gösterebilmektedir. “Gelişmiş” dediğimiz toplumlarda kültür-sanat faaliyetleri üst düzeydedir.
Kültür; bir toplumun tarihten günümüze kadar koruduğu, geliştirdiği, yaydığı, yeniden tasarladığı duyuşları, görüşleri, inançları, hissedişleri, yaşam biçimini ve eyleme geçişlerini kapsayan tüm maddî ve manevî değerlerinin bir bileşkesidir. Bu bileşke, nesilden nesile iletilir. İletim esnasında değişebilir, dönüşebilir. Ancak kök bileşkenin üzerinden bir değişim-dönüşümdür esas olan. Tamamen değişen, başka kültürlerin tesiriyle yok olan bir kültür, artık özgün bir kültür değildir, bitmiştir. Kültür, aynı zamanda bir toplumun diğer toplumlara olan tesiriyle de ilişkilidir. Kültürel antropoloji, bu hususla ilgilenmektedir.
Sanat ise kültürün bir ürünüdür. Toplumun bir göstergesidir. Bir toplumun kültür ve sanatına bakarak onun ne durumda olduğunu tespit etmek kolaydır. Sanat, bir toplumun kültür ve medeniyetinin anlayış ve zevk ölçülerine uygun olarak meydana getirilen somut ya da soyut imalatlardır. Sanatta estetik vardır; ince düşünce, duygu, hassasiyet vardır. Muhakeme ve tefekkür vardır. Bu nedenle birçok sanat eseri, sadece görülen, duyulan, okunandan daha ötedir. Mimarî bir yapı kadar bir şiir, bir düşünce tarzı da bir sanat eseridir.
İşte insanın hayvandan farkı, kültür ve sanatta ortaya çıkmaktadır. Ancak birçok hayvan vardır ki, yuvasını ya da besinini (örneğin arı-bal peteği) bir sanat eseri derecesinde inşa eder. Ancak hayvanda muhakeme ve tefekkür yoktur. Tüm bunları kendini gerçekleştirmek için değil, piramidin ilk safhasındaki beslenme, barınma, korunma amaçlı yapar. İnsan ise piramidin ilk aşamalarını geçtikten sonra sonsuz seçeneklerin içerisinde düşünce gücüyle somut ya da somut üretimler gerçekleştirir.
Türk kültür ve sanatına baktığımızda da bu sonsuz seçeneklerden mürekkep muhteşem bir manzara ile karşılaşırız. Türk kültür ve sanatı derken, bunu bir ırkçı deyim olarak elbette görmüyoruz ve kullanmıyoruz. Bildiğimiz gibi tarihte “Türk” denildiğinde genel olarak Müslüman Türkler ve birbirinden kopamayacak şekilde kenetlenmiş olarak yaşayan diğer kavim ve milletler akla gelmektedir. Bu husus konumuzun dışındadır ama Türk kültür ve sanatı denildiğinde, bunda Türklerin ve asırlar boyunca birlikte yaşamış, aynı kaderi paylaşmış, birlikte ağlayıp gülmüş, birlikte mücadele etmiş bir milletten bahsediyoruz.
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi kültür, asırlar boyunca elbette değişebilir, dönüşebilir. Ancak bu değişim ve dönüşüm kök kültürden sapmamalıdır. Yoksa kendi kültürümüzü kaybederiz. Kültürdeki değişim ve dönüşümler sanat eserlerine de yansır. Bunu mimaride, edebiyatta, musikide rahatlıkla görebilmek mümkündür.
İlk Türklerin yaşadığı coğrafya, onların bir “Bozkır Kültürü” geliştirmesine sebep olmuştur. Hayvancılığa dayalı yaşam biçimi, sanatta da hayvan motiflerinin kullanılmasını beraberinde getirmiştir. Eski Türkler, göçebe/yarı göçebe şeklinde yaşadıklarından yazın “yaylak” adı verilen yerlerde, kışın ise “kışlak” olarak isimlendirilen yerlerde yaşamışlar, barınmak için “çadır” yapmışlardır. Böylece Türk sanatında “kubbe” ve “yuvarlak kümbet” anlayışı ortaya çıkmıştır.
İslâmiyet’ten önce Türk devletlerinde, dinî inanışların etkisi ile mezarlara dikilen “balballar” ve “heykeller”, ölen kişinin mezarına konan eşyalar, günümüzde yapılan arkeolojik kazılarda gün yüzüne çıkarılmıştır. Ayrıca, yine İslâmiyet öncesi Türklerde müzik, “Kam”ların veya “Şaman”ların “Şaman davulu” kullanarak oluşturdukları ritmik ezgi eşliğinde yönettiği dinî törenlerde icra edilmiştir. Daha sonraları “Ozan”lar, “Kopuz” adı verilen sazları eşliğinde destanlar söylemişlerdir.
Sanat; “belli bir uygarlığın veya topluluğun anlayış ve zevk ölçülerine uygun olarak yaratılmış anlatım” şeklinde ifade edilmiştir. Bir hikâye, bir roman, bir şiir ya da bir destan, belli bir toplumun değerlerini yansıtır mı sizce? Tabii ki evet! Türk destanları kadar İslâm öncesi ve İslâm sonrası toplum değerleriyle dolu nice yapıtlarımız var bizim. Mesela Oğuz Kağan Destanı ya da Battalgazi Destanı… Orhun Kitabeleri ile Uygur metinleri, İslâm öncesi Türk edebiyatının en bariz örnekleridir. Yine Kutadgu Bilig, Divan-ı Lügati’t-Türk, Divan-ı Hikmet, Atabetü’l-Hakayık, Mevlâna’nın Mesnevi’si gibi eserler de İslâm’ın kabulünden sonraki tarihlerde yazılmışlardır. Tüm bu eserler, içinde yaşanılan toplumun, coğrafyanın, acıların, sevinçlerin, ümitlerin, beklentilerin, hayallerin izlerini de birlikte kazımıştır satırlara.
İslâmiyet’i kabul ettikten sonra Türkler, özellikle dinî mimariye büyük önem vermişlerdir. Karahanlılar döneminde ilk camiler kerpiçten yapılmış ve alçılarla kaplanmıştır. Daha sonraki dönemlerde ise tuğla kullanılarak çeşitli yapılar inşa edilmiştir. Selçuklular döneminde ise mimaride önemli gelişmeler yaşanmıştır. Bu dönemde Türkler; Orta Asya Türk mimarisi ile İslâm mimarisini birleştirerek önemli eserler vermişlerdir. Selçuklu döneminde süsleme amacıyla bitki ve hayvan motiflerinin yanında, yazı ve geometrik şekiller de kullanılmıştır.
İslâmiyet’in etkisi ile insan figürleri kullanılmamıştır. Selçuklu döneminden günümüze ulaşan cami, mescit, türbe, külliye, han ve hamamlar, saray ve köşkler; Türk mimarisinin en güzel örneklerini oluşturmaktadır. Süsleme sanatlarından minyatür, çini, halı ve kilim olukça gelişmiştir. Selçuklu dönemindeki bu gelişme, Osmanlı döneminde zirveye ulaşmıştır. Mimar Sinan tarafından yapılan eserler, dünya çapında birer şaheserdir. Daha sonraları Avrupa etkisiyle sanat ve mimaride değişimler yaşanmıştır. İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte ve milliyetçilik akımının etkisi ile Türk kültür ve sanatında da daha çok millî bir tarz oluşturma çabaları ağırlık kazanmıştır. Türk mimarisinde, özellikle 1950’li yıllardan sonra Batı etkisine dayalı bir mimarî anlayışı görülmektedir.
Daha önce de vurguladığımız üzere bir toplumun kültür ve sanatı, başka bir toplumun kültür ve sanatını etkileyebilir ve etkileyecektir de. Ancak bu etkileşim esnasında “öz”den ödün vermemek gerekiyor. Bir toplum ancak kendi millî kültürünü muhafaza edebilirse bu dünyada var olacaktır. Kültürünü kaybeden milletler, kendi ana dilini de kaybetmeye ve zamanla baskın olan kültüre boyun eğerek yok olmaya mahkûmlardır. Örneğin Bulgarlar, Avrupa’ya giderek devlet kurdular ve Boris Han zamanında (864) Hristiyanlığı kabul ederek, Türklük özelliklerini, yani öz kültürlerini, değerlerini kaybettiler. Yine Macarlar, Hristiyanlığı kabul ederek Türklük özelliklerini kaybettiler. Başka milletler için de bu tarz örnekler tarihte çoktur.
Bireyin ve toplumun, öz değerlerini korumada hassasiyet göstermesi çok önemlidir. Elbette en önemlisi, devletin bu hassasiyete önem vermesi, kültür ve sanat etkileşimi esnasında kendi öz değerlerinden taviz vermemek üzere uygulamalar gerçekleştirmesi gerekir. Aksi hâlde bu bir kültür ve sanat etkileşimi değil, yozlaşma olur. Örneğin günümüzde, özellikle bazı mimari yapılara baktığımızda Selçuklunun, Osmanlının ve hatta yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin geçmişten günümüze devrettiği değerlerin tamamen unutulup, kaba, sanattan uzak, sadece rant amaçlı yapılara dönüştüğünü görmemek mümkün değildir.
Kültürdeki yozlaşma sanatta da yozlaşmaya neden olacaktır. Dilini, kültürünü, değerlerini koruyamayan milletler de yavaş yavaş erimeye, yok olmaya, tamamen başka toplumlara dönüşmeye mahkûm olacaktır. Bu başkalaşım çok tehlikelidir. Çünkü bu birden olmaz. Yıllar içerisinde çok ufak değişikliklerle başlar, nesiller fark etmeden yozlaşma sürer gider. Birkaç nesil sonra ise kimse geçmişten bir şey hatırlamaz olur.
Doğduğu, içinde yaşadığı, hazır bulduğu akımları kendi akımı zanneder. İşte bu nedenle devletin, bireylerin kendi toplumunun öz değerlerini unutmayacak, aksine sahip çıkacak ve geliştirecek şekilde bir eğitim sistemleri geliştirmesi gerekiyor. Geliştirmekle kalmamalı, bunları kutsal bir görev gibi uygulamalı ve uygulatmalıdır. Elbette bireye de bu konuda önemli görev düşüyor. Ancak devletin, çeşitli kampanya ve organizasyonlarla halkı buna özendirmesi gerekiyor.
Unutulmamalıdır ki medeniyetimizin vazgeçilmez kökleri kültür ve sanattır. Maziden getirip atiye onu yozlaşmadan taşımak, emaneti sonraki nesillere sağlam bir şekilde teslim etmek de birey ve toplum olarak en büyük görevlerimizden biridir.
Selçuk ALKAN
YazarDon Quijote (Don Kişot) deyince genellikle gülümsüyor insanlar… Belki haklılar, çünkü onu anımsadığımızda, hayalperest, biraz da kaçık, yel değirmenlerine karşı kılıç sallayan bir “uçuk” olarak karşım...
Yazar: Selçuk ALKAN
34.Hadis"Nice saçı başı dağınık pejmürde ve kapılardan kovulmuş insan vardır ki, eğer bir şey hakkında Allah’a yemin etse, Allah yemininde sâdık çıkarır." [1]Somuncu Baba Diyor ki:"Kendi isteğiyle son...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
Kültür, bir toplumun tarihi boyunca bilgi ve yaşama biçimiyle şekillendirip beslemek üzere üretip hayatına yön veren ve bunu sosyal tavır hâlinde ana unsur olarak gelecek kuşaklara aktaran bir hayat t...
Yazar: Muhsin İlyas SUBAŞI
İkamet alanları, üzerinde yaşayan toplulukların arketipidir. Mekânlar, binalar, çeşmeler, ibadethaneler, mesire alanları, oyun alanları, gösteri alanları, fabrikalar, atölyeler, okullar, hastaneler, p...
Yazar: Selçuk ALKAN