Mânevî Yolculuk
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî (k.s.)’ye göre seyr-u sülûk (mânevî yolculuk) ilimdeki bir hareketten ibârettir. Düşük seviyeli ilim ve idrâkten yüksek seviyeli ilme, oradan da daha yükseğe ulaşmaktır.[1] Yani kişi mânevî yolculukta ilerledikçe idrâk ve algılama seviyesi yükselmektedir. Ancak seyr-u sülûk insana dînin (Kur‘ân’ın ve hadislerin) getirdiği bilgilerin dışında farklı ve zıt bir bilgi kazandırmaz. Sâdece insanın Allah ve âlem ile ilgili özet olan bilgilerini detaylı, aklî delillerle bildiklerini de keşfen bilinir hâle getirir.[2] Seyr-u sülûk, insanın varlık mertebelerindeki seyahatidir. Bu seyahat insandan başlar, önce Allah’a doğru rûhî bir yükseliş (urûc) olur, sonra tekrar dünyâya ve insana dönülür (nüzûl, rucû). Tasavvufî eserlerdeki “yükseliş” ve “iniş” tâbirleri esâsen mecâzîdir. Zîrâ Allah, yönden ve mekândan münezzehtir. Terminoloji darlığından dolayı bunlar kullanılagelmiştir. Ahmed Sirhindî’den önce birçok sûfî kendi yükseliş ve inişleri hakkında bilgi vermişlerdir. Hz. Peygamber’in mi‘râc hâdisesi de bir yükseliş ve inişten ibârettir. Ancak İmâm-ı Rabbânî’ye göre Hz. Peygamber’in mi‘râcı ile sûfîlerin mi‘râcı (urûcu, yükselişi) arasında bir fark vardır. Hz. Peygamber hem beden hem de rûhu ile yükselmiştir, sûfîler ise bu yolculuğu sâdece ruhları (ve ruhun boyutları olan letâifi) ile yaparlar.[3] İmâm-ı Rabbânî (k.s.)’ye göre, seyr-u sülûkte İmkân Dâiresi’nden (kâinâttan) çıkmak mümkündür. Hz. Peygamber mi‘râcda İmkân Dâiresi’nden çıkıp bu dünyaya âit zaman ve mekân kayıtlarından kurtulmuş, Hz. Yûnus’u balığın karnında iken, Nûh tûfânı vukû bulurken, cennet ehlini cennete, cehennem halkını da cehenneme girmiş olarak görmüştür. İmâm-ı Rabbânî, kendisinin de bu yolculukta İmkân Dâiresi’nden çıkıp meleklerin Hz. Âdem’e secde ettikleri ânı gördüğünü ifâde etmektedir.[4] Sâlik, mânevî yolculukta önce letâifinden birini ya da hepsini fenâya ulaştırır. Fenâya ulaşan letâif, Arş’ın üzerindeki asıllarına yükselir. Sonra sâlik, ilâhî isimler ve sıfatlar âlemindeki hakîkatına kadar yükselir (urûc eder). Bu hakîkat, letâifin asıllarının da asılları olup, “ayn-ı sâbite” veya “mebde-i taayyün” diye adlandırılır. Genelde insanların mebde-i taayyünü ilâhî bir ismin gölgesidir. Peygamberler ve meleklerin mebde-i taayyünü (hakîkatı, zuhûrunun başlangıç yeri) ise ilâhî isimlerin asıllarıdır. Mebde-i taayyün, kişinin terbiyecisi ve feyz vâsıtası olan ilâhî isimdir.[5] Her sâlikin üç tane yükselişi vardır: 1. Yükseliş: Mebde-i taayyününe yani bağlı bulunduğu ve feyz aldığı ilâhî ismin gölgesine kadar; 2. Yükseliş: Bağlı bulunduğu ilâhî ismin aslına kadar; 3. Yükseliş: İlâhî isminin aslından daha yükseklere kadardır. İmâm-ı Rabbânî’ye göre evliyânın çoğu, kendisini terbiye eden ilâhî ismin gölgesine kadar ermişlerdir. Az bir kısmı bağlı bulunduğu ilâhî ismin aslına ulaşabilmiştir. O isimden çıkıp yükselebilenler ise azın da azıdır.[6] İmâm-ı Rabbânî seyr-u sülûkteki kendi yükseliş ve inişini anlatırken önce Hz. Ali’nin rûhâniyetinin yardımıyla ilâhî isimlerden kendi terbiyecisi olan isme kadar yükseldiğini, oradan Bahâeddîn Nakşbend’in rûhâniyetinin yardımıyla Hakîkat-ı Muhammediyye mertebesine ulaştığını, daha sonra Hz. Ömer, Alâeddîn Attâr, Hz. Peygamber ve Abdülkâdir Geylânî’nin rûhâniyetlerinin yardımıyla daha yüksek makâmlara çıktığını ifâde etmiştir. Ardından inişe geçerek sırasıyla Çiştiyye, Kübreviyye ve Sühreverdiyye meşâyıhının makâmlarına uğrayıp feyz aldığını, inişin son noktası olan kalbe geldiğinde orada temkîn bulmadan önce bir yükseliş daha yaparak öncekinden daha yükseğe ulaştığını ve tekrar kalbe inerek orada temkîne ulaştığını kaydetmiştir.[7] İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî (k.s.)’ye göre insan normal şartlarda kendi ilâhî ismine kadar yükselebilir. O ismin gölgesinden sonra aslına ulaşabilir. Ancak o isimden daha yukarıya kendiliğinden yükselmesi mümkün değildir. Böyle bir yükseliş ancak bağlı bulunduğu ilâhî ismin üstünde olan bir şahsın hakîkatına tâbî olarak gerçekleşebilir.[8] Kendi aslî makâmı olan ilâhî isimden geçici bir süre ayrılıp daha üst mertebelerde dolaşan sâlik oraları müşâhede ettikten sonra kendi makâmı olan ilâhî isme iner ve yerleşir. O üst makâmlardaki dolaşma esnâsında önceleri kendisini diğer velîlerin ve peygamberlerin makâmına ulaşmış, hattâ onları geçmiş zannedebilir. Bu, bazı sâliklerin ayaklarının kaydığı bir dönemdir. Ama kendi ismine inip yerleşince peygamberlerin tabiî makâmlarının (ilâhî isimlerinin) daha yüksek olduğunu anlar.[9] Sirhindî (k.s.)’ye göre, yükseliş esnâsında seyri, ilâhî isim ve sıfatların tafsîline (detay ve gölgelerine) düşen sâlik için Allah’a vuslat yolu kapanır. Zîrâ isim ve sıfatların sonu yoktur. Meşâyıh “Vuslat mertebeleri sonsuzdur.” derken bunu kasdetmişlerdir. İsim ve sıfatlarda icmâl (özet) yoluyla seyahat eden (seyr-i icmâlî yapan) sâlik ise bağlı bulunduğu isimden yükselerek hızla Allah’a ulaşır[10]. Sâlik, halkı irşâd edebilmek için, yükselişten sonra iniş (nüzûl) yapmalı ve başladığı yer olan kalp makâmına dönmelidir. En aşağıya inemeyenler sahv hâline sâhip olamayacakları, kendilerinde sekr ve cezbe hâli bulunacağı için irşâdda başarılı olamazlar, yalnızlığı tercih ederler. Bunlara “evliyâ-yı uzlet” denir. İnişini tamamlayanlar ise irşâda ehil oldukları için halk arasına karışırlar, bunlara “evliyâ-yı işret” denir.[11] Seyr-u sülûkte yükselişin iki aşaması vardır: 1. Seyr ilallâh (Allah’a doğru yolculuk), 2. Seyr fillah (Allahu Teâlâ’nın isim ve sıfatlarındaki yolculuk). İnişin de iki aşaması vardır: 1. Seyr anillâh billâh (Allah’tan Âleme doğru yolculuk), 2. Seyr fi’l-eşyâ (âlemde yolculuk). Böylece mânevî yolculuk toplam dört seyr olmaktadır. İmâm-ı Rabbânî’ye göre mânevî yolculuğun başlangıcı olan seyr ilallâh da iki aşamadan oluşur: 1. Seyr-i âfâkî, 2. Seyr-i enfüsî. Nefsin bağlarını (taallukât) aşıp kat etmek seyr-i enfüsîdir. Seyr-i enfüsî içinde oluşan âfâkî (dış âlemle ilgili) bağları kat etmek de seyr-i âfâkîdir.[12] İmâm-ı Rabbânî (k.s.), bazı sûfîlerin seyr-u sülûkü sâdece seyr-i âfâkî ve seyr-i enfüsîden ibâret saydıklarını, seyr-i âfâkî’ye seyr ilallâh, seyr-i enfüsîye de seyr fillâh adını verdiklerini söyledikten sonra bu görüşlere katılmadığını ifâde etmiştir. Ona göre seyr-i âfâkî ve seyr-i enfüsî, seyr ilallâh grubuna dâhildir. Seyr fillâh ise bunlardan sonradır. Zîrâ Sirhindî’ye göre Allah’ın zâtı, âfâk ve enfüsün ötesinde, ötelerin de ötesindedir.[13] Yine bazı sûfîlere göre seyr-i âfâkîde Allah ile kul arasındaki zulmânî (karanlık) perdeler tamâmen kalkar. İmâm-ı Rabbânî’ye göre ise seyr-i âfâkîde zulmânî perdelerin yarısının kalkacağı bile şüphelidir. Seyr-i âfâkî ve enfüsînin her ikisi ile zulmânî perdeler, ilâhî isim ve sıfatlardaki seyr ile de nûrânî perdeler kalkar.[14] Seyr-i âfâkîde kötü huylardan arınmanın hakîkatı değil sûreti ve başlangıcı gerçekleşir. Hakîkî mânâda kötü huylardan arınma ve güzel huylarla donanma ise seyr-i enfüsîde olur.[15] İmâm-ı Rabbânî’ye göre diğer tarîkat mensupları önce seyr-i âfâkîye başlar, ardından seyr-i enfüsîye geçerler. Nakşbendîler ise seyre, seyr-i enfüsîden başlar, seyr-i âfâkîyi onun içinde kat ederler. Ayrıca seyr-i enfüsî için “sefer der vatan” tâbirini kullanırlar.[16] Seyr-i âfâkî ve seyr-i enfüsîden oluşan “seyr ilallâh”ın (Allah’a doğru yolculuğun) sonunda sâlik fenâ hâline ulaşır.[17] Seyr ilallâhın sonunda oluşan bu fenâ hâlinden sonra bakâ hâli başlar ki bu “seyr fillah”tır. Seyr ilallâh, Allah’ın isimlerine kadar olan yolculuktur, seyr fillâh ise Allah’ın isimlerinde olan yolculuktur. Seyr fillâh ilâhî isimlerin “aslında” seyâhat olup Allahu Teâlâ’nın Zât mertebesine (Lâ-taayyün’e) kadar devâm eder.[18] Ancak zât mertebesinde yolculuk yapılamaz, sâdece uzaktan müşâhede edilir ki buna seyr-i nazarî adı verilir. Seyr fillâhtan sonra sâlik yükselişini tamamlamış olarak inişe geçer. Yükselişini tamamlamadan inişe geçenlerin mertebesi nisbeten düşük olur. İniş sürecinin (nüzûl) ilk aşamasına “seyr anillâh billâh” adı verilir. Bu Allah’tan âleme doğru bir yolculuktur. Vücûb mertebelerinin ilimlerinden İmkân Dâiresi ilimlerine inilir. Bu durumdaki sâlike “Bulan kaybeden (el-vâcid el-fâkıd; Allah’ı veya yüksek ilimleri bulduktan sonra kaybeden), kavuşan ayrılan (el-vâsıl el-mehcûr) ve yakın olan uzak (el-karîb el-ba‘îd)” denir. İnişin ikinci aşaması “seyr fi’l-eşyâ”dır. Bu, âlemin ve eşyânın bilgilerinin yavaş yavaş sâlike geri dönmesidir. Seyr ilallâh ve seyr fillâh, velîlik mertebelerini elde etmek içindir. Seyr anillâh billâh ve seyr fi’l-eşyâ ise halkı Hakk’a dâvet ve irşâd makâmını elde etmek içindir.[19] [1] Ahmed Sirhindî, Ma‘ârif-i Ledünniyye, s. 61-62; Sirhindî, Mektûbât, I, 238-239 (no. 144). [2] Sirhindî, Mektûbât, I, 183 (no. 84). [3] Ahmed Sirhindî, Mebde’ ve Me‘âd, s. 63. [4] Sirhindî, Mebde’ ve Me‘âd, s. 63-63. [5] Sirhindî, Mükâşefât-ı Ayniyye, s. 57; a.mlf., Ma‘ârif-i Ledünniyye, s. 13. [6] Sirhindî, Mektûbât, I, 330-331 (no. 209). [7] Sirhindî, Mebde’ ve Me‘âd, s. 4-8. [8] Sirhindî, Mektûbât, III, 571 (no. 122). [9] Sirhindî, ae, I, 355-356 (no. 220); 327-329 (no. 208). [10] Sirhindî, Mebde’ ve Me‘âd, s. 77; a.mlf., Mektûbât, I, 540 (no. 285). [11] Sirhindî, Mebde’ ve Me‘âd, s. 8, 13, 33-34; a.mlf, Mektûbât, I, 38-39 (no. 16). [12] Sirhindî, Mektûbât, II, 113 (no. 42). [13] Sirhindî, Mektûbât, II, 104-106 (no. 42), III, 513 (no. 100). [14] Sirhindî, ae, II, 108 (no. 42). [15] Sirhindî, ae, II, 113-114 (no. 42). [16] Sirhindî, ae, I, 362 (no. 221), 626-627 (no. 295), II, 110 (no. 42). [17] Sirhindî, ae, II, 113 (no. 42). [18] Sirhindî, Mebde’ ve Me‘âd, s. 11; a.mlf., Ma‘ârif-i Ledünniyye, s. 62; a.mlf., Mektûbât, I, 249 (144); 434 (no. 260). [19] Ma‘ârif-i Ledünniyye, s. 14, 62-63; a.mlf., Mektûbât, I, 249 (no. 144).
Necdet TOSUN
YazarGeçti Eylül sevdiğim yapraklar gazel oldu Düştükleri dallar da cümlesine el oldu Bilmezsin sen gideli âşık hâli nicedir Gözyaşı sînesini dolduran bir sel oldu Ağarsın â...
Şair: Ekrem KAFTAN
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî (k.s.)’ye göre, sûfîler seyr-u sülûk yani mânevî yolculuk esnâsında varlığı farklı şekillerde algılarlar. Bu algılama çok çeşitli olsa da temelde iki türlüdür. Birincisi ...
Yazar: Necdet TOSUN
65 Yaşında Tahtı ve Bahtı Açılan Bir Padişah: Sultan Mehmed Reşad Osmanlı padişahlarının 35. si, İslâm halifelerinin ise 114. sü olan Sultan Mehmed Reşad, 2 Kasım 1844'te İstanbul'da Eski Çırağan Sara...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ
Tasavvuf büyükleri manevî yolun birçok zorluklarla dolu olması hasebiyle, bu yolda usul ve erkân öğretecek ehliyetli mürşidlere ihtiyaç olduğunu söylemişlerdir. Hazreti Mevlâna bu yolun tehlikelerine ...
Yazar: Aydın BAŞAR