Işıklı Dünyaların Karanlık Gerçeği
Dizilerden bahsedildi bugün, dost meclisinde. Laf döndü dolaştı, televizyondaki hayatlara geldi. Üç beş kelime etmeden duramadım; çünkü bu mesele yeni değil. Yeşilçam’dan bu yana ekranlar bize hep parıltılı bir dünyanın hayalini sattı. Gerçek olanla sahte olan birbirine karıştı. İnsanlar gördüklerine kandı; yaşadığı hayattan utanır oldu.
Eskiden hikâyeler insanı düşündürürdü. Şimdi ise aklı uyuşturan, vicdanı susturan birer eğlenceye dönüştüler. Dizilerde hayat, iki renkten ibaret: ya siyah ya beyaz. Ya zenginsin ya fakir ya en tepede ya en dipte. Sıradan bir yaşamın, sade bir mutluluğun yeri yok. Oysa insanın dünyası, grinin tonlarında saklıdır.
Tarihimiz, dinimiz, kültürümüz bile bu sahte kurguların içinde karikatürleşti. Kendi hâlinde yaşayan bir insan gördüğümüzde hemen ya hırsız ya da uğursuz damgası yiyor. Buna karşılık, konaklarda yaşayan o “kraliyet aileleri” kılıklı zenginler hep mutlu, hep masum! Ekrandan fısıldanan mesaj açık: “Mutlu olmak istiyorsan, zengin ol.”
Bir sezon boyunca acı çeken başroldeki kadının sonunda kendisine zulmeden adama âşık olması neyin göstergesi? Bu “romantizm” midir yoksa şiddeti meşrulaştırmanın zarif bir yolu mu? Gerçek hayatta böyle bir hikâyeye tanık olsak isyan ederiz; ama kamera karşısında olunca alkışlıyoruz.
Bir yandan ahlak bekçiliğine soyunuyoruz, öte yandan ekranlarda ahlaksızlığın en rafine hâline hayranlıkla bakıyoruz. Kılık kıyafeti biraz farklı olanı “sapık” diye dışlıyoruz ama dizilerdeki teşhirin adı “sanat” olunca ses çıkarmıyoruz. İşte çelişki burada başlıyor: Görünenle hakikat arasındaki farkı, artık seçemiyoruz.
Ezan sesi duymayan bir toplumun nasıl oluştuğunu merak edenler televizyona baksın. Orada, köyden şehre göç eden kadınların ilk yaptığı şey, başörtüsünü çıkarıp bir kenara fırlatmak. Bu, bir özgürlük sahnesi gibi sunuluyor bize. Sözde muhafazakâr dizilerde, namaz kılmakla ihanet etmek aynı hikâyenin parçası. İçki içmemek erdem sayılıyor ama zulmetmek olağan. Ahlak, bir dekor unsuru olmuş artık; rol gereği giyilip çıkarılan bir kostüm gibi.
Bizse ekran başında, o ışıklı dünyanın seyircisi değil, kurbanı hâline geliyoruz. Zengin evlerinde çalışan analarımızın alın teriyle dalga geçilen sahnelere gülüyor, sonra kendi yoksulluğumuzdan utanıyoruz. O dizilerde susturulan Hafizelerin, Zehraların, Fatmaların sesi kulağımıza hiç gelmiyor. Onlar “dramatik unsur” olarak varlar, insan olarak değil.
Bir an durup sormalı: Ekranların ışığı aklımızı aydınlatıyor mu, yoksa gözlerimizi mi kamaştırıyor? Köyün imamı kadın tacirine, mafya babası “karizmatik” kahraman olarak sunuluyor. “Paran varsa adaleti satın alırsın.” Mesaj açık, tehlike derin. Bu sadece bir senaryo değil, bilinçli bir telkin. Çünkü insanlar, neye defalarca maruz kalırsa bir süre sonra ona inanır.
Artık sapla samanı ayırmanın zamanı geldi. O ekranların parıltısı gözümüzü kamaştırırken hakikat sessizce karanlığa gömülüyor. Fakat unutmamak gerek; ışığın fazlası da karanlık yaratır. Gerçek, o yapay ışığın ötesinde, sade hayatların sessizliğinde gizli.
Ayşe Gül PINAR
Yazar
Allah’ın sevgili kullarından biri bir rüya görür; rüyasında kendisine şöyle denir:“Sabah olunca, karşına ilk çıkanı ye, ikinci çıkanı sakla, üçüncü çıkanın dileğini kabul et, dördüncü geleni üzme, beş...
Yazar: Ayşe Gül PINAR
Karpuz, yaz aylarında en çok sevilen meyvelerden biridir. Yeşil ve sert bir kabuğu, içi ise kıpkırmızı ve çok tatlıdır. İçinde minicik siyah çekirdekler var, ama bazı türlerinde hiç çekirdek yok!Karpu...
Yazar: Ayşe Gül PINAR
Portakal, ılıman ve Akdeniz ikliminin görüldüğü yerlerde yetiştirilir. Eğimli alanlarda yetiştirilmeye uygundur. Sıfır dereceye kadar soğuğa dayanabilir. Portakal, bir kış meyvesidir. Kasım, Aralık ve...
Yazar: Ayşe Gül PINAR
Bir selâm, kalpten kalbe uzanan en kısa yoldur. Huzuru yaymanın ilk adımı, selâm vermektir.“Es-Selâm” Rabb’imizin en güzel isimlerinden biridir. “Kullarını selâmete erdiren, onlara huzur, sağlık ve af...
Yazar: Gülşen CANPOLAT