İlâhî Kelam Kur’ân Dünyayı Aydınlatmaya Devam Ediyor
Yüce Allah’ın son kitabı Kur’ân-ı Kerim, bütün zamanlara ve bütün coğrafyalara gelmiş bir kitaptır. O’nun son peygamberi Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in 23 yıllık emeğinin sonlarına doğru gerçekleştirdiği ve yüz binden fazla insan seline hitâben yaptığı Vedâ Hutbesi’ndeki şu evrensel çağrı, ashâbı Mekke ve Medine’de duramaz hale getirdi:
“Ey insanlar! Size açıklayacağım gerçekleri iyi dinleyiniz! Bu vasiyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin! Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak, muhâfaza etmiş olur.”
Onlar, peygamberlerinin bu vasiyetini aldılar ve dünyanın dört bir yanına dağıldılar. Yaşları farklı, seviyeleri farklı, konumları farklı olsa da Allah Rasûlü’nden aldıkları ve sıkı sıkıya bağlandıkları iki emâneti/Kitap ve Sünnet’in mesajını götürebildikleri yerlere götürdüler. Geri dönüşü olmayan tek yönlü yolculuklara çıktılar.
Denizler geçtiler, kıt’alar aştılar. Ulaşabildikleri herkese ilâhî mesajı ulaştırmaya çalıştılar. Bu kutlu yolculuklar Avrupa, Asya ve Afrika’nın içlerine kadar sürdü. Kıbrıs’a kadar Hala Sultan’ı kadın başına getiren ruh da, Avrupa’nın bir ucu ta İstanbul’a doksan küsur yaşlarında Ebû Eyyüb el-Ensâri’yi getiren ruh da bu ruhtu.
Bugün Anadolu’nun dört bir yanında sahâbe mezarları olduğu gibi, Çin’de ve Afrika’da da onların mezarları mevcuttur. Zira onlar dönmek için değil, ulaşabildikleri yerlerde Kur’ân ve Sünnet ruhunu oluşturmak ve yaşatmak için yollara düştüler. Sonuçta da vardıkları yerlerde toprağa düştüler.
Onların bu fedakâr çıkışları sonrakiler için de örnek oldu ve hak yolda yolculuklar kesintisiz sürdü. Adı hicret oldu, cihad oldu, ibâdet oldu ve dâvet yolculukları hep sürdü. Kimi zaman dâvet elçileri ve dâvet mektuplarıyla, kimi zaman ticaret kervanlarıyla bu kutlu görev yapıldı, kimi zaman da cihad ordularıyla yerine getirildi. Dâvetçiler İslâm’ın gür sadâsını, tâcirler güzelim ahlâkını, mücâhitler onun ulu sancağını dört bir yana ulaştırdılar.
İnsanlığın hayat düsturu olan Kur’ân, her seviyedeki bütün insanlığa ulaştırılmalıydı. Her mükellef Müslüman onu okumalı, anlamalı ve onun gereklerini yaşamalıydı. Bunun için ulaşılan her bölge insanının anlayabileceği şekilde, onların dilinde Kur’ân meâlleri ve tefsirleri yapılmalı ve insanlık Hayat Kitaplarıyla buluşturulmalıydı. Öyle de oldu.
Farklı isimlerle bölgelere ulaşan dâvet elçileriyle kitleler İslâm ile tanışıyor ve öbek öbek insanlar Müslüman oluyordu. Oluşan İslâm toplumları kendi içlerinden de dinin âlimlerini yetiştiriyordu. Kendi kültürlerini bilen, kendi dillerini konuşan bu âlimler kimi zaman bölgenin diliyle dinî eserler veriyorlardı, çoğu zaman da İslâm’ın dili Arapça ile eserler veriyorlardı.
Kur’ân tefsirine dâir eserler daha çok Arapça olarak veriliyordu. Bu şekilde bu bölgelerde yetişen âlimlerin çalışmaları bütün İslâm coğrafyasına ulaşıyor ve dünyanın farklı yerlerindeki Müslümanlar da bu çalışmalar sayesinde birbirlerinden istifade ediyorlardı.
Evrensel hac ibâdeti sayesinde farklı coğrafyalarda yaşayan âlimler, İslâm’ın kalbi Mekke ve Medine haremlerinde buluşuyorlar ve birbirlerinden haberdar oluyorlardı. Zaten İslâm medreselerinde Kur’ân tefsiri, son dönem müfredatının dersleri arasındaydı. Zira Kur’ân’ı belli bir altyapıya sahip olanlar daha doğru anlayabilecekti. Çoğu tefsirler de âlimlerimizin ömürlerinin sonlarına doğru hazırlanıyor ve böylece onların ömürlük birikimlerinin hasılatı oluyordu.
Bu iki durum, Kur’ân ilimlerinin sağlam bir alt yapı üzerine kurulmasını sağlıyordu. Bu durumda önüne gelen herkes Kur’ân ve onun yorumu hakkında konuşmuyor, ilmî yetkinlik olmadan yapılan konuşmalar da kabul görmüyordu. Zira söz konusu olan Allah kelamı Kur’ân’dı.
Yüce Allah’ın son kitabı Kur’ân-ı Azîm, çok yönlü bir mesajdı. Onu doğru anlayabilmek ve onun etrafında konuşabilmek için belli bir alt yapıya sahip olmak gerekiyordu. Evet, Kur’ân herkese gelmişti, her seviyedeki insanlar ondan bir şeyler anlayabilirdi, ama onu yorumlamak, ondan hükümler çıkarmak herkesin haddi değildi.
Kur’ân tefsiri, özel uzmanlık isteyen bir husustu. Bu sebeple de pek çok âyetinde, “Ey insanlar!” diye bütün insanlığa seslenen Kur’ân yine pek çok âyetinde “Ülü’l-emir, Ulemâ, Ehl-i zikir, Rabbânî” gibi özel sıfatlarla yetkin insanlara dikkat çekiyordu. Bu âyetlerden bir kaçı şöyleydi:
“Ey inananlar! Allah'a itâat edin, Peygamber’e ve sizden emir sahibi olanlara/ilim sahibi yetkililere itâat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz, Allah'a ve âhiret gününe inanmışsanız onun halini Allah'a ve peygambere bırakın. Bu, hayırlı ve netice itibariyle en güzeldir.”[1]
“Kendilerine güven veya korku hususunda bir haber geldiğinde onu yayarlar; hâlbuki o haberi Peygamber'e veya kendilerinden ilim sahibi yetkililere götürselerdi, onlardan sonuç çıkarmaya kadir olanlar onu bilirdi.”[2]
“Doğrusu Biz yol gösterici olarak Tevrat'ı indirdik. Kendisini Allah'a teslim etmiş peygamberler, Yahudi olanlara onunla ve Rabb’e kul olanlar, bilginler de Allah'ın Kitap'ından elde mahfuz kalanla hükmederlerdi.”[3] “Rabb’e kul olanlar ve bilginlerin onlara günah söz söylemeyi ve haram yemeyi yasak etmeleri gerekmez miydi?”[4]
“Bilmiyorsanız zikir ehline/bilenlere sorun.”[5]
“Allah'ın kulları arasında O'ndan korkan, ancak bilginlerdir.”[6]
“Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.”[7]
Kur’ân’ın en iyi yorumcularından biri de zamanın kendisiydi. Bu yüzden her dönem ve her bölge kendi müfessirini yetiştiriyordu. Sonuçta her dönemde ve her coğrafyada farklı şartlarda yazılan tefsirler, o dönem, o coğrafya ve yazıldığı o şartların izlerini taşıyordu.
On beş asırlık İslâm tarihinin inişli çıkışlı dönemleri olsa da Müslümanların son büyük devleti Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilişine kadar bu süreç devam etti. Hilâfetin düşüşüyle İslâm coğrafyası parçalandı, Müslümanlar birbirlerine yabancılaştı, savrulan küçük topluluklar gar-i müslim güçlerin himâyesine sığınmak durumunda kaldı.
Artık coğrafyanın neresinde hangi ilim adamı, hangi dilde ve hangi çapta ne yapıyor, hangi eserleri veriyor, bu eserler kimlere ulaşıyor, bunlar pek bilinmez oldu. Yapılan çalışmalar koordine edilemez ve denetlenemez oldu.
Nihâyet iletişim imkanlarının arttığı, bilişim çağına gelindi. Bugün Allah’a hamdolsun Müslümanlar, tarihlerini okumaya, tarihe kazandırdıkları muhteşem haritaları, tarihin tozlu sayfalarından alıp birer bayrak gibi tozunu silkip dalgalandırmaya başladılar.
Saâdet Çağı, Râşit Halîfeler, Emevîler, Selçuklular, Endülüs, Osmanlılar ve günümüz Müslümanları yeniden hatırlanıyor ve birbirinden haberdar oluyor. Artık bugün Endonezya’dan, Malezya’dan, Hindistan’dan, Pakistan’dan, Doğu Türkistan’dan, Türk Cumhuriyetlerinden, Balkanlardan ve Afrika’dan Müslümanlar birbirlerine el sallamaya, Haremeyn’e selâm göndermeye, bilgi ve birikimlerini paylaşmaya başladılar. Kendi parçalanmışlıkları ve gafletleri yüzünden sömürgeci zâlimlerin üzerlerine attıkları ölü toprağını silkerek birbirlerini kendi güzelliklerinden haberdar etmeye başladılar.
Öyle ya Yüce Allah, son dininin bayraktarlık vazifesini verdiği bu ümmetin coğrafyasını her bakımdan özel ve güzel kılmıştı. İslâm Coğrafyası yer altı ve yer üstü zenginlikleri, stratejik özellik ve güzellik, insan gücü bakımından dünyanın en gözde yerlerini oluşturuyordu. Yapılması gereken, bahşedilen bu nimetlerin organize edilmesi, harekete geçirilmesiydi. Günde beş vakit tek kıble istikâmetinde kenetlenen İslâm Ümmeti, namazdaki bu vahdet duruşunu bütün alanlarda göstermeliydi.
Afrika’nın İslâm’la Hayat Bulması
Afrika’nın İslâm ile tanışması oldukça erken dönemlere rastlar. Halîfe Hz. Ömer tarafından Mısır’ın fethi ile görevlendirilen Amr b. Âs’ın 641 yılında Mısır’ı fethetmesiyle İslâmiyet Afrika kıtasına ilk adımını atmış oldu. İfrîkıye Başkumandanı Ukbe b. Nâfi‘in (v: 682) Kuzey Afrika’daki fütûhâtı bölgenin İslâmlaşmasını sağladı.
Ukbe, 670 yılında Kayrevan şehrini kurdu ve burası kısa zamanda bölgenin en önemli ilim ve kültür merkezi hâline geldi. Onun fetihleri sonunda Müslümanlar Atlantik kıyılarına kadar ilerleyerek Kuzey Afrika’ya hâkim oldular. Emevî Valisi Ukbe’nin Atlas Okyanusu kıyısında durarak, “Rabb’im! Eğer deniz engel olmasaydı küfür ehliyle savaşmak için Zülkarneyn’in yaptığı gibi nice ülkeler fethederdim.”[8] deyişi ümmetin ufuk derinliğinin açık göstergesidir.
756’da bağımsız Endülüs Emevî Devleti’nin kurulmasından sonra Kuzey Afrika’da bölgede müstakil bazı İslâmî yönetimler doğdu, pek çok devlet kuruldu. Batı ve Orta Afrika’ya Müslüman tâcirlerin gelmelerinden sonra, XI. yüzyılda Murâbıtlar eliyle bölge İslâmlaştı. Tüccarla başlayan İslâmlaşma, sûfîlerin eliyle ve cihâd hareketleriyle yayıldı, kökleşti.
Bu bölgelerde kurulan ümmetin sağlam bir inanç, ahlâk ve ilimle yetişmesinde âlimlerin rolü büyük oldu. Bu alanda temel İslâm bilimlerinde birer otorite olan âlimler yaşadıkları bölgelerde birer okul/üniversite oldular. İşte onların ilk öncülerinden biri 742 Kûfe doğumlu Yahyâ b. Sellâm’dır.
O, 798’de ticaret maksadıyla Mısır üzerinden Kuzey Afrika’nın ilim ve ticaret merkezi olan Kayrevan’a gitti. Kayrevan Ulu Camii’nde tefsir dersleri verdi, tefsirini burada yazdı. Kayrevan halkı kendisine büyük ilgi gösterdi. Kısa bir müddet sonra çevresinde ilim halkaları oluşmaya başladı. Günümüze bazı bölümleri ulaşan tefsirini yazdı ve pek çok ilim adamının yetişmesine vesile oldu.[9]
Yahya b. Sellâm’dan sonra da bu ilim korteji yürüyüşünü sürdürdü. Bölgede pek çok ilim adamı ve müfessir yetişti. Onlar yazdıkları ciltler dolusu tefsirleriyle, etkili va’z ü nasîhatleriyle, güzel ahlâklarıyla insanları ışıtmaya, gönülleri ısıtmaya devam ettiler.
Her biri müstakil bir çalışmanın konusu olan pek çok ilim adamı ve insanlığa bıraktıkları kıymetli eserleri günümüz insanının da ufkunu açmaya devam etmektedir. İslâm düşmanları istemese de Yüce Allah nurunu tamamlayacak, bütün şeytânî engellemelere rağmen İslâm’ın sadâsı kısılamayacaktır.
“Mücrimler istemese de Allah sözleriyle hakkı gerçekleştirecektir.”[10] “Ağızlarıyla Allah'ın nûrunu söndürmek isterler. İnkârcılar ne kadar istemeseler, Allah nûrunu, dinini tamamlayacaktır. Müşrikler istemese de dinini bütün dinlerden üstün kılmak için, Peygamber’ini, doğruluk rehberi Kur’ân ve gerçek dinle gönderen O'dur.”[11]
[1] 4/Nisâ, 59.
[2] 4/Nisâ, 83.
[3] 5/Mâide, 44.
[4] 5/Mâide, 63.
[5] 16/Nahl, 43; 21/Enbiyâ, 7.
[6] 35/Fâtır, 28.
[7] 39/Zümer, 9.
[8] İbnü’l-Esîr, IV, 106.
[9] İsmail Cerrahoğlu, Yahyâ b. Sellâm, DİA, 43, 263-264.
[10] 10/Yûnus, 82.
[11] 61/Saff, 8-9.
Ali AKPINAR
YazarAslen, Kara Afrika’nın kuzeydoğusundaki Sudan’dan olan Zenci Musa, 1880 yılında Girit’te doğmuştur. Babası Girit’te erken yaşta ölmüş; dedesi tarafından büyütülmüştür. Mısır’da yaşayan ve katıksız bir...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Hayat birçok yönüyle akıp giden bir macera… Bir sürü olaylar silsilesi ile yoğrulan ve yine yaşam dediğimiz kavram içinde karşımıza nelerin çıkacağını bilmediğimiz bir denklem. Acısı ve tatlısıyla bir...
Yazar: Erol AFŞİN
Kur’ân-ı Kerim, bütün insanlığa hayat düsturu olarak gelmiş, Yüce Allah’ın son evrensel mesajıdır. O’nun Peygamberi de bütün insanlığa gelmiş son evrensel elçidir. Bu konu, âyetlerde şöyle ifade edili...
Yazar: Ali AKPINAR
Doğduk ölmek için, ölürüz dirilmek için. Dirileceğiz hesaba çekilmek için. Hiçbir şey boşuna ve anlamsız değil. Güneş batar, yeniden doğmak için. Bu yüzden doğmak için batan güneşe, batışı zor gelmez....
Yazar: Ali AKPINAR