HESAP GÜNÜNDE ORGANLARIN ŞÂHİTLİĞİ
İlk Müslümanlardan, cennetle müjdelenen on kişiden biri, Kûfe tefsir ve fıkıh mekteplerinin kurucusu, Abdullah b. Mes’ûd (r.a.)’dur. O, şöyle anlatır: “Bir ara Kâbe’nin örtüsüne tutunmuş duruyordum. Biri Benî Sakîf’ten, ikisi Kureyş’ten veya biri Kureyş’ten ikisi Benî Sakîf’ten olan üç kişi geldi. Bunların göbeklerinin eti çok ama akıllarının bilgisi azdı. O güne kadar duymadığım laflar ettiler. Biri dedi ki: ‘Ne dersiniz, Allah konuşmamızı işitiyor mudur?’ Diğeri, ‘Sesimizi yükseltirsek duyar, yükseltmezsek duymaz.’; üçüncüsü ise ‘Bence açıktan konuştuğumuzu duyuyorsa gizli konuşmalarımızı da duyar.’ dedi. Bu konuşmaları Hz. Peygamber (s.a.v.)’e anlattım; bunun üzerine, ‘Vaktiyle siz, ne kulaklarınızın ne gözlerinizin ne de derilerinizin aleyhinizde şâhitlik etmesinden sakınıyordunuz; üstelik yaptıklarınızın çoğunu Allah’ın bilmediğini sanıyordunuz. İşte Rabb’iniz hakkında taşıdığınız bu kanaatiniz sizi mahvetti, sonunda umduklarını kaybedenlerden oldunuz.’[1] meâlindeki âyetler indi.”[2] Âyette kulak, göz ve deri duyularına dikkatlerimiz çekiliyor. Her biri bir bilgi vâsıtası olan bu üç organ, bize dış dünyadan elde ettiğimiz bilgileri sağlarlar. Bununla birlikte adı geçen organlar, âhiret gününde aleyhimize ve lehimize şâhitlik yapacaklardır. Özellikle sahibi tarafından günah işlemede vâsıta kılınan bu organlar kıyâmet gününde organ sahibinin aleyhine şâhitlik yapacaktır. Her şeyi konuşturan Yüce Rabb’imiz bunları da konuşturmaya kâdirdir. Konuşmak iki türlüdür. Birincisi, insan gibi konuşma; diğeri de suç işleyen kimseden doku, saç teli ya da bir başka parçanın suç mahallinde bulunması sonucu DNA testinden sonra nasıl suçlunun kimliği tesbit ediliyorsa, bu da bir konuşma biçimidir. Bu konularla ilgilenen bilime kriminoloji/suç bilimi denir. Suç mahallinde bulunan nesneler kriminoloji laboratuvarlarında incelenerek suçlunun kimliğine gidilir. Bunu da kişinin DNA’sı, genetik kodu sayesinde tesbit edilir. Bir başka açıdan göz organının konuşması kameralarla, kulak organının konuşturulması da işitme cihazıyla tesbit edilen bilgiler olarak yorumlanabilir. Yine bir başka âyette organların konuşturulup şâhit tutulmasına dikkatlerimiz şöyle çekilir: “O gün biz onların ağızlarını mühürleriz. Elleri bize konuşur, ayakları da kazandıklarına şâhitlik eder.”[3] Elbette hesap gününde mâhiyetini tam olarak bilmediğimiz bir şekilde organlarımız konuşturulmak suretiyle aleyhimize veya lehimize şâhitlikte bulunacaklardır. Mahvedici ve Kurtarıcı Zan Ne Demektir? Yukarıdaki âyette, müşriklerin yaptıklarının çoğunu Yüce Allah’ın bilmeyeceği yönünde bir zan taşıdıklarına değinilmektedir. O zaman “zan” ne demektir? İslâmî literatürde zan, “sanmak, şüphe etmek, ihtimal üzere hüküm vermek, mâhiyetini bilmediğimiz bir konuda akıl yürütmek” mânâlarına gelir. Bu bağlamda zannın bir kısmı, “ism” olarak nitelendirilmiştir. Bir inanç terimi olan ism, sonunda üzerine cezâ gerektiren günah demektir. Çünkü zan, ihtimal üzere bir hüküm olduğundan dolayı, bir kısmı, hakka ve doğruya hiç isâbet etmez. Hakka ve doğruya isâbet etmeyince de başkasının hakkına ait hususta onun aleyhine olabilecek şekilde bühtan ve iftirâ gibi sonuçların doğmasına sebebiyet verebilir. Buna sû-i zan ya da mahvedici zan denilir.[4] Çünkü bütün organlar kıyâmet günü yaptıklarından sorumlu tutulacaklardır.[5] Müslümanlar, “Berâet-i zimmet asıldır.” fehvâsınca, sû-i zandan uzak durmalı, bunun yerine, alternatif olarak “hüsn-i zann”ı ahlâkî bir ilke edinmelidirler. Buna kurtarıcı zan da denilir. [6] Nitekim bir rivâyette de Hz. Peygamber (s.a.v.), “Hüsn-i zan, ibadetin güzelliğindendir.”[7] buyurmuşlardır. Yaratan Bilmez mi? Âyette müşriklerle ilgili anlatılan mahvedici zanlar arasında (hâşâ) Yüce Allah’ın her şeyi bilemeyeceği iddiası vardır. Bilindiği gibi Rabb’imizi tanımanın yollarından birisi O’nun sıfatlarını ve isimlerini bilmekten geçmektedir. Bu sıfatlardan birisi de “ilim” sıfatıdır. Klasik akâid kitaplarımızda bu konuya “Ilmu’llah/Allah’ın ilmi” denir. O hâlde O’nun ilmini nasıl anlamamız gerekmektedir? Yunus Emre’nin dediği gibi, “İlim, ilim bilmektir.” Bu mânâda Yüce Allah, zaman ve mekândan münezzeh bir varlıktır. O; olmuşu, olanı, olacağı, geçmişi, geleceği, gizliyi, açığı, her şeyi bilir. O’nun ilmi, bizim ilmimize benzemez. O’nun ilmi, ezelîdir. O’nun ezelde bilmesinin olaylar üzerinde bir tesiri yoktur. O’nun bilmesi, zorunluluk meydana getirmez. Yüce Allah, küllîleri bildiği gibi cüz’îleri de bilir. İlmin zıddı olan cehâlet, Yüce Allah hakkında muhaldir. Bizim ilmimiz sonradandır. Bahr-ı ummandan bir damla bile değildir. Bu sebeple O’nun ilmini, sonradan yaratılan varlıkların ilmiyle mukâyese etmek bile mümkün değildir. Biz O’nun ilmini hem aklî ve hem de naklî delillerle izah edebiliriz. Yaratılışta gördüğümüz güzellik, nizam ve düzen O’nun engin ve sonsuz ilminin tezâhürleridir. Nasıl gördüğümüz güzel bir yazı ya da güzel bir resim, hattatın ve ressamın aynı zamanda alanıyla ilgili bilgisine delâlet ediyorsa, şüphesiz en güzel ve mükemmel bir sûrette yaratılmış olan insan ya da diğer varlıklar da Yüce Allah’ın sonsuz ilmine ve kudretine delâlet eder. Kur’an-ı Kerim’de Cenâb-ı Hakk’ın “ilim” sıfatıyla muttasıf oluşu üzerinde şöyle durulur: “Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O’nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıklarındaki bir taneyi bile bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.”[8] buyrulur. Bu âyet, Yüce Allah’ın ilminin ne kadar geniş ve kuşatıcı olduğunu çok açık bir şekilde anlatır. Duyu ötesi alanın bilgisi de O’na aittir. Eğer bir şeyi duyu organlarımız yoluyla algılayamıyor ve aklımızı kullanmak suretiyle açık bir bilgi edinemiyorsak, o şey bizim için gaybdır, bilinemezdir. Artık o konuda bilgi elde etmemiz sadece O’nu bilenin haber vermesiyledir: “De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilemez.”[9] Ama bu genel kâidenin bir istisnâsı vardır ki, onlar da peygamberlerdir. Bu hususta şöyle buyrulur: “Gaybı bilen O’dur. Beğenip seçtiği peygamber müstesnâ, kimseyi gaybına vâkıf kılmamıştır.”[10] Yüce Allah’ın ilmi o kadar engindir ki, karalar ve denizler gibi varlık alanlarında olup bitenleri bildiği gibi, ağacın dalından düşen bir yaprağı ya da yerin karanlıklarındaki bir bitki tanesini bile bilir. Diğer bir âyette de: “Allah her şeyi en iyi bilendir.”[11] buyrulur. Dolayısıyla Yaratan, yarattığı varlıkları en ince ayrıntılarına varıncaya kadar bilir: “Yaratan (Allah) hiç bilmez mi?”[12] Dolayısıyla, putperestlerin Yüce Allah’ın ilmini sorgulamaya kalkmaları bir ahmaklıktır. Sonuç olarak, İslâm inancına göre varlık, her şeyi bilen, her şeyi hikmetli ve düzenli bir şekilde yaratan Yüce Allah’ın muhteşem bir sanat eseridir. Bu âlemde tesâdüflere yer yoktur. Başta insan ve onu çevreleyen evren olmak üzere bütün varlıkların varoluşlarında abeslik değil, amaçlılık vardır. Nasıl ki, “Yüce Allah bizim yaptığımız her şeyi bilemez.” demek mahvedici bir zansa, göğün ve yerin, kısaca bir bütün olarak kâinâtın boş yere yaratıldığını iddia etmek de kötü bir zandır. İnsan organlarına da emânet bilinciyle bakılmalıdır. İslâm inancına göre her şeyin sahibi Allah olduğu gibi bedenimizin sahibi de O’dur. Bir Müslüman bedenini, takdir edilmiş ölüm zamanı gelinceye kadar Allah’ın hoşnut olacağı ölçülerde kullanır. İnsanın kendi bedeni üzerinde tasarruf yetkisi yoktur. Çünkü mülk O’nundur. Ancak O tasarruf yapabilir. İşte bu bedenin bir parçasını, cüzünü oluşturan her bir organı O’nun yolunda ve O’na hizmette kullanabilme erdemini göstermek, kâmil insanların ahlâkıdır. Her bir organ, bizde Allah’ın bir emânetidir. Onun için bu emânet üzerinde tir tir titremeli, hiçbir organımızı günaha âlet ederek zulme kurban etmemeliyiz. Ellerimiz hayra dokunmalı, gözlerimiz helal olana bakmalı, ayaklarımız harama gitmemeli, kulaklarımız Allah’ın sevmediği şeyleri dinlememeli, ağzımızdan haram lokma geçmemeli ve dillerimiz hakkı söylemelidir. Çünkü her bir organımız, yarın kıyâmet gününde dile gelecek ya lehimizde ya da aleyhimizde şâhitlikte bulunacaktır. Kıyâmet gününde organlarımız yaptığımız hayırlı işlerde lehimize, günah olan işlerde de aleyhimize şâhitlik edecektir. İşte kurtuluşumuz, bu şuurda bir hayat yaşamaya bağlıdır. [1] 41/Fussilet, 22-23. [2] Bkz. Buhârî, Tefsir 41/2; ayrıca bkz. Diyanet, Kur’an Yolu, IV, 701. [3] 36/Yâsîn, 65 [4] Bkz. 41/Fussilet, 23. [5] Bkz. 17/İsrâ, 12. [6] Bkz.49/ Hucurat, 12; 2/Bakara, 46; 69/Hâkka, 20. [7] Ebû Dâvûd “Edeb” 89. [8] 6/En’âm, 59. [9] 27/Neml, 65. [10] 72/Cinn, 26-27. [11] 8/Enfâl, 175. [12] 67/Mülk, 14.
Ramazan ALTINTAŞ
YazarSekiz yüz elli sene evvel geldin dünyaya Sühreverdi'den ilim tahsil eyleyip durdun Doksan üç yıl dalmıştın ömür denen rüyaya Tasavvuf ahlâkını hasıl eyleyip durdun Hakikat çeşmesinin oluğu...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ
Hassân b. Sâbit (r.a.), İkinci Akabe Biatı’ndan sonra Müslüman olan Medineli bir şairdir. Neccâroğulları1 kabilesinden olması hasebiyle Hz. Peygamber (s.a.v.) ile soy hısımlığı bulunan bu sahabe, İslâ...
Yazar: Hamit DEMİR
İnsan yaşadığı toplumdan, evreden, gelişmeden, zorunluluktan, kötü ve güzel örneklerden etkilenir. İnsan temiz çevrede yaşamalıdır. Temiz olmayan yerlerde; temiz, güzel, iyi, ahlaklı insan yetişmesi ç...
Yazar: Ali ÖZKANLI
“Ebü’l-Ceyş el-Endülüsî” şeklinde tanınan “Ebû Muhammed Abdullah b. Muhammed el-Ensârî el-Endülüsî” 459/1065’te vefat etmiş bir müelliftir. Onun “el-Arûzu’l-Endülüsî” adlı eseri klasik dönem ilim adam...
Yazar: Fatih ÇINAR