Din ve Vatan Uğruna Can Verip Ölümsüzlüğe Kavuşanlar
Şehitlik, İslâm inancına göre ayrıcalıklı bir mânevî makam ve yüce bir pâyedir. Bu özel unvan, Müslümanlara Allah’ın rızâsını kazanmış, cennete girecekleri bir şâhitlik olarak verilmiştir. Şehit olan kişi, ölüm anında rahmet meleklerinin huzurunda bulunur ve Allah’ın mânevî huzurunda rızıklandırılır. Kur’ân-ı Kerim’de ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hadislerinde, Allah yolunda şehit olmanın yeri, önemi, faziletleri detaylı bir şekilde açıklanmıştır.
Din ve vatan savunması gibi kutsal değerler uğruna mücâdele edenlerin canlarını fedâ ederek, İslâm’ın saygın şehâdet mertebesine ulaşırlar. Bu kutlu mücâdele sonucunda ölen veya öldürülen kişi, en değerli varlığı olan canını Allah yolunda vermiş bir şehittir. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.) şöyle buyuruyor:
Din ü nâmûs-ı vatan uğruna can veren şehîd
Sağ kalan gâzi olur, dünyâ ve ukbâda saîd
Yer ve gök, dağlar, ağaçlar, hep anı tebcîl eder
Her zamân tebcîle lâyık bir mübecceldir o er
Bu hakîkat ortada ammâ kimin hakkı o hak
Cânını millet, vatan uğrunda veren müstehak[1]
Kur’ân-ı Kerim’de ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hadislerinde, şehitliğin çeşitleri, şartları, dünyada ve âhirette kazandırdıkları detaylı bir şekilde ele alınmıştır. Şehitlik, imanın en üst düzeyde yaşandığı, Allah’a olan bağlılığın zirveye çıktığı bir makam olarak kabul edilir.
Allah’ın rızâsı için, mücâdelede gösterilen cesâret ve fedâkârlık, kişiyi şehitlik makamına ulaştırır. Bu kutsal unvan, İslâm’ın temel değerleriyle özdeşleşmiş ve imanın en derin anlamını taşıyan bir bağlamda değerlendirilmiştir.
“İ’lâ-yı kelimetullâh” terimi, sözlük anlamıyla “Allah’ın sözünü/kelimetullahı” yüceltmek anlamına gelir. Istılah açısından ise bu ifade, Allah’ın adını veya İslâm dininin tevhîd inancını şanına uygun bir şekilde yücelterek yayma anlamına gelir. Bu kavram, aynı zamanda “cihad” terimiyle de ifade edilir.
İslâm’ın getirdiği değerlerin sadece belirli bir millete veya topluluğa değil, bütün insanlığa ulaşması ve hiçbir engelin bu hayrın yayılmasına engel olmaması, “İ’lâ-yı kelimetullâh” kavramının gerçekleşmesidir. Bu bağlamda, İslâm’ın nimetinin bütün insanlığı kapsayacak şekilde yayılmasına karşı çıkanlar, aslında insanlarla bu hayrın arasına engel koymuş olacak ve böylece Allah’ın kelimesine karşı bir saldırı durumuna düşeceklerdir.
Bu engelleyici güçleri ortadan kaldırmak için yapılan mücâdele, Allah’ın kelimesini yüceltmeye yönelik bir çaba içerir. Bu mücâdele, zorla İslâm dinini kabul ettirmek anlamına gelmez; aksine, insanlara fikir ve vicdan özgürlüğü tanıyarak doğru yolu bulma şansını vermeyi amaçlar.
İslâm, kişilere inanmaya zorlamaz; ancak, İslâm’ın yolunu engelleyenleri etkisiz hâle getirerek hidâyete ulaşmalarına yardımcı olur. “İ’lâ-yı kelimetullâh” kavramı, İslâm’ın değerlerini yücelterek yayma çabası olarak anlaşılmalıdır. Bu çaba, insanlara özgürlük tanıyarak, doğru yolu bulma imkânı sunmayı hedefler ve İslâm’ın yolunu tıkayan engelleri kaldırmayı amaçlar.
“Fî sebîlillâh,” ifadesi ise, “Allah yolunda” anlamına gelir ve çeşitli anlamlar içerir, bunlar arasında cihad, hac, ilim talebi, Allah’ın emrettiği her türlü hayır, hidâyet yolu, Allah’a yaklaştırıcı her şey ve sâlih amel bulunur. Bir hadiste, Rasûlullah (s.a.v.)’a, şecâat, hamiyyet (kavmi, ailesi, dostu) veya gösteriş için mukâtele eden kimseler hakkında sorulduğunda, Allah’ın kelâmını yüceltmek için mücâdele edenin “Allah yolunda olduğu” belirtilmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sünnetinde yer alan hadislerde “fî sebîlillâh” kavramı geniş bir anlam taşır. Meselâ ilim elde etmek amacıyla yola çıkan kişi, dönene kadar Allah yolunda sayılır. Bu ifade, samîmî bir niyetle ilim edinmenin ve insanlara faydalı olma amacıyla yapılan ilim tahsilinin “fî sebîlillâh” kapsamına girdiğini vurgular.
Bir diğer hadiste, Cuma namazı için yürüyen birinin ayaklarının tozlanmasının, Allah yolunda olduğunu gösterdiği ifade edilmiştir. Başka bir hadiste ise, cehennem ateşine dokunmayacak iki gözden birinin, Allah korkusundan ağlayan göz, diğerinin ise Allah yolunda nöbet bekleyen göz olduğu belirtilmiştir.
Tirmizî’de yer alan bir hadiste “fî sebîlillâh” kavramı, yol kesenlerle mücâdele etmek, iyilikleri emretmek ve kötülükleri yasaklamak anlamlarına da atıfta bulunur. Ayrıca Allah yolunda cihad eden kimsenin saçının ağarmasının kıyâmet günü o kişi için bir nur olacağı ifade edilmiştir.[2] Allah yolunda can verenlerin ruhlarının yücelere eriştiğini beyan eden Hulûsi Efendi (k.s.), şehitlerin isimlerinin de ölümsüzleştiğini belirtiyor:
Bu ma’sûm askeri bir zâlim-i gaddâr şehîd etti
Ulaştı rûh-ı pâki menzil-i maksûd-ı a’ lâya
Vatan uğrunda cânın verdi ammâ nâm alup gitti
Kavuştu tertemiz rûh-ı azîzi yüce Mevlâ’ya[3]
Kur’ân-ı Kerim’de şehitlikten bahsedilen ilk âyet Bakara Sûresi’nde yer almaktadır. Yüce Allah, “Allah yolunda öldürülenlere ’ölüler’ demeyin, zira onlar diridirler, fakat siz bunun farkında değilsiniz,” buyurmaktadır.
Önemli kelam ve tefsir âlimlerinden Fahreddin er-Râzî yaptığı açıklamalara göre Bedir’de şehit olan on dört Müslümanla ilgili ashab, “Falanca filanca öldü.” demişlerdi. “Kâfirler, müşrikler ve münâfıklarda, kendi aralarında, bu insanlar din ve Hz. Muhammed (s.a.v.) uğruna karşılıksız olarak kendilerini öldürüyorlar.” şeklinde konuşmuşlardı.
Bunun üzerine Yüce Allah bahsi geçen âyetle şehitler hakkında, ölüler denilmesini yasaklamıştır. Zira Allah sevaplarını kendilerine ulaştırmak için şehitleri tekrar bedenleriyle birlikte diriltmiştir ki, bu durum itâatkâr kullara aldıkları sevabın kabirlerinde bile ulaştığına işarettir.
Zira herhangi bir canlının var olması için vücut şart değildir. Yüce Allah bütün parçaları bir araya getirmeden de her birinden canlıyı tekrar yaratabilir. Allah şehitleri görülmez oldukları hâlde de diriltebilir. Bu açıklamaya göre ölü denilmesi yasaklanan şehitlerin diri olduğu konusu Yüce Allah’ın kudretiyle gerçekleşen bir olay olarak açıklanmaktadır.
Diğer bir ifadeyle bu âyette Yüce Allah, şehitlerin kendi âlemlerinde canlı olduklarını ve rızıklandırıldıklarını bildirmektedir. Burada bütün mü’minlere de bir işaret bulunmakla birlikte Kur’ân’da bu durumun özellikle şehitlere tahsis edilmesi onların üstünlüğünü ve şerefini göstermektedir.
Ölen kişi nimetleri bilip onlardan lezzet alamaz. Oysaki Allah yolunda öldürülen kişi canlı ve cennet nimetleri içerisinde güzel bir hayat sürdürmektedir. Şehitler berzah âleminde bu nimetlere mazhar olmaktadır. Kabirde mü’minlerle Allah yolunda öldürülen kişilerin durumları farklıdır.
Zira mü’minler orada cennet nimetlerini sadece görebildikleri için onlara ulaşmaya gayret ederler. Hâlbuki şehitler âyette açıklandığı gibi, berzah âleminde bile cennet nimetlerinden yararlanırlar. Buna göre şehitlerin diğer mü’minlerden farkları kabirde cennet nimetlerinden istifade edebilmeleridir.[4]
Şehitlerle ilgili, “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler; Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar.” âyetinin tefsiri hakkında Peygamber Efendimiz şöyle açıklama da bulunmuştur:
“Şehitlerin ruhları yeşil kuşların içindedir. Onlara ait arşa asılmış kandiller vardır. Şehitler cennette diledikleri yerleri dolaşıp bu kandillere girebilirler. Rableri onlara bakıp, ‘Bir şey istiyor musunuz?’ dediğinde onlar, ’Artık daha ne isteyelim, cennette dilediğimiz yerleri dolaşıyoruz.’ derler. Yüce Allah aynı soruyu üç defa tekrarlayınca, onlar da, rûhlarının tekrar bedenlerine gönderilerek Allah yolunda tekrar öldürülmek isterler. Bunun üzerine Allah da onları kendi hâllerine bırakır.”[5]
Bu konuya açıklık getiren başka bir rivâyette Allah Rasûlü, “Öldükten sonra Allah katında hayır kazanan hiçbir kimse, dünyaya tekrar dönmek, dünya ve dünyadaki şeylere sahip olmak istemez. Ancak konumunun üstünlüğünü gören şehit bunların dışındadır. O ise dünyaya dönüp tekrar şehit olmayı ister.” demiştir.[6]
Buna göre cennette dilediği gibi dolaşıp Allah’ın nimetlerine mazhar olan şehitler bu üstün konumlarını gördükleri için tekrar şehit olmak sûretiyle aynı duyguyu yeniden yaşamak isterler. Babasının şehit olmasına üzülen bir sahâbenin ağlamasına müsaade eden Hz. Peygamber (s.a.v.), “Siz ağlasanız da ağlamasanız da yerden kaldırıncaya kadar melekler kanatlarıyla onu sürekli gölgelendirmektedir.”[7] buyurmuştur.
Yine başka bir rivâyette Allah Rasûlü evladı şehit olan bir anneye, “Cennet içinde pek çok cennetler vardır, senin Bedir’de şehit olan evladın Firdevs Cenneti’ne girmiştir.”[8] demiştir. Bu hadislerden de anlaşıldığına göre meleklerin gölgelendirdiği şehitler diğer mü’minlere göre cennette daha üstün bir durumda yer almaktadır.[9]
Hz. Peygamber (s.a.v.), zaman zaman şehit ailelerini ziyâret eder, onların gönüllerini alırdı. Zeyd b. Hârise’nin ailesi, onun ziyâret ettiği şehit ailelerindendi. Hem şehit eşi hem de şehit annesi olan hanımlardan biri de Zeyd’in eşi ve Üsâme’nin annesi Habeşistan’lı Ümmü Eymen’dir. Kocası Zeyd, Mûte’de; Zeyd’den önceki kocasından olan oğlu Eymen ise Huneyn’de şehit oldu.
Ümmü Eymen, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e dadılık yapmış ve onun, “Annemden sonra annemdir.” iltifatına mazhar olmuş bir kadındır. Kendisi doğumundan itibaren Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hizmetinde bulundu ve azat edilip özgürlüğüne kavuşturulduğu hâlde hizmetini devam ettirdi. Kur’ân-ı Kerim’de ismi geçen tek sahâbî Zeyd b. Hârise’ye eş, Üsâme gibi kahraman bir İslâm komutanına anne oldu.
İslâmiyet’ten önce Ubeyd b. Zeyd ile evlendi. Bu evlilikten Eymen adını verdikleri oğulları dünyaya geldi. Asıl ismi Bereke olduğu hâlde, Eymen’in annesi anlamına gelen “Ümmü Eymen” künyesiyle anılmaya başlandı ve gerçek ismi unutuldu.
Ümmü Eymen, Hz. Muhammed (s.a.v.)’e henüz peygamberlik gelmeden önce eşini kaybetti. Dul kaldıktan sonra oğlunu yalnız başına büyüttü. İslâmiyet’in zuhurundan sonra oğlu ile birlikte Müslüman oldu. Daha sonraları Huneyn Gazvesi’ne katılan ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’i canla başla koruyan sayılı sahabîlerden biri olan oğlu Eymen, burada şehit oldu.
Hz. Peygamber (s.a.v.), Ümmü Eymen’i hiçbir zaman unutmadı ve ihmâl etmedi. Hz Hatice ile evlendikten sonra kendisine hediye edilen Zeyd b. Hârise’yi azat ederek özgürlüğüne kavuşturmuştu. Bir gün, “Cennet ehlinden bir kadınla evlenmek isteyen Ümmü Eymen ile evlensin.” talebinde bulununca, Zeyd b. Hârise öne atıldı ve bu hanımla evlendi.
Huneyn Gazvesi’nde oğlu Eymen’in şehitliğine tanık olan Ümmü Eymen, daha sonra kocası Zeyd’den de ayrı düştü. Zira Zeyd, Mûte’de, İslâm ordusu komutanı olarak katıldığı savaşta şehit olmuştu. Böylece İslâm uğruna hem oğlunu, hem de eşini şehit vermişti.
Hz. Peygamber (s.a.v.), Ümmü Eymen’in evine bizzat giderek onu sık sık ziyârette bulunur ve “Bu, benim Ehl-i Beytim’den geriye kalandır.” diyerek onu, ailesinin bir ferdi olarak gördüğünü ifade ederdi. İbn Sa’d’ın naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.), Zeyd’in evine vardığı zaman, küçük kızı Hz. Peygamber (s.a.v.)’i ağlatmıştır.
O, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yüzüne yaşlı gözlerle bakınca Hz. Peygamber (s.a.v.) de kendini tutamamış ve hüngür hüngür ağlamaya başlamıştır. Sa’d b. Ubâde ona, “Bu nedir, yâ Rasûlallah?” diye sorunca Hz. Peygamber (s.a.v.), “Bu, sevgilinin sevgilisine özlemidir.” şeklinde cevap vermiştir.[10]
Hulûsi Efendi Hazretleri bir gazelinde şehitler için dökülen gözyaşından, gönüllerin mahzûn olmasından haber verirken, şühedânın bekâ âleminde ölümsüzlüğe kavuşmasından bahseder:
Ey şehîd-i pâk-dil hep ins ü cin ağlar sana
Ser-te-ser mâtem tutup kevn ü mekân ağlar sana
(Ey temiz gönüllü şehit! Bütün insan ve cinler senin için ağlar. Baştanbaşa bütün kâinat mâtem tutup senin için ağlar.)
Terk edip gitdin bu ilden yârını yârânını
Gam çekip yârân ü yârın her zamân ağlar sana
(Bu diyardan sevgilini ve sevdiklerini terk edip gittin. Onlar üzüntü ile her zaman senin için ağlar.)
Âşiyân-ı fânîyi şöyle koyup bî-derk ile
Sen bekâ buldun bu fânî âşiyân ağlar sana
(Geçici olan yuvayı onda kaybolmadan şöyle bir tarafa bırakıp bâkî oldun. Bu fânî yuva senin için ağlar.)
Her yanı bend eylemişdi hüsn-i hâlin ey melek
Âleme hicrin bekâ verdi cihân ağlar sana
(Ey melek! Senin güzelliğin her yanı sana bağlamıştı. Ayrılığınla âlem ağladı, cihân senin için ağlar.)
Herkesin gönlünde yapmışdın muhabbetden ribât
Firkatın zehriyle hep pîr ü civân ağlar sana
(Herkesin gönlünde muhabbetten bir konak yapmıştın. (Şimdi) ayrılığın acısıyla yaşlı ve genç herkes senin için ağlar.)
Azm edince vasla cân hâk-i vücûdun çün bu hâk
Sînesin çâk eyledi ol bî-gümân ağlar sana
(Can, senin vücudunun toprağına kavuşmaya azmedince toprak sinesini açtı. O toprak şüphesiz senin için ağlar.)
Çekdi zahmet bâğbân hüsnün bâğından gül dere
Kim hazân aldı gülün gül bâğbân ağlar sana
(Senin güzellik bağından gül toplamak için bağban (boşuna) zahmet çekti. Çünkü hazan senin gülünü aldı. (Bu sebeple) gül de bağbân da senin için ağlar.)
Firkatınla kan döken ancak ki Hulûsî değil
Devr edip döndükçe bu devr ü zamân ağlar sana[11]
(Ayrılığınla kanlı gözyaşı döken yalnızca Hulûsî değil. Bu devr ve zaman devr edip döndükçe senin için ağlar.)[12]
Hz. Peygamber (s.a.v.), şehitlerin geride kalan yakınlarına mânevî destek sağlar, kendilerine başsağlığı diler ve onları tesellî için çaba sarfederdi. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in başsağlığı dilediği ve tesellî ettiği şehit annelerinden biri Uhud’da şehit olan Amr b. Muâz’ın annesi Kebşe bint Ubeyd’dir.
Hz. Peygamber (s.a.v.), Uhud şehitlerini defnettikten sonra atına binerek gâzilerle birlikte Medine’ye doğru hareket edince Ensâr kadınları kendisini karşılamak üzere yola çıkmışlardı. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in atının dizginini de Sa’d b. Muâz, tutuyordu.
Onu karşılamaya gelen kadınlar arasında Sa’d’ın annesi Kebşe bint Ubeyd de bulunuyordu. Sa’d, “Yâ Rasûlallah! Annem!” diyerek onu takdim etti. Hz. Peygamber (s.a.v.), şehit annesi Kebşe’ye, “Merhaba!” diye hitap edince Kebşe, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e yaklaştı ve “Seni sağ salim gördüm ya, artık bu musîbet, hiç gelir.” dedi.
Hz. Peygamber (s.a.v.) ona oğlu Amr’dan dolayı başsağlığı diledikten sonra onun ve diğer şehitlerin cennetlik olduklarını ve yakınlarına şefâat edeceklerini bildirdi. Kebşe, Hz. Peygamber (s.a.v.)’den, şehitlerin geride kalan yakınları için de duâ etmesini talep etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.),“Allah’ım! Onların (şehit yakınlarının) kalplerindeki üzüntüleri gider. Musîbetlerinden dolayı onları mükâfatlandır. Onları, geride bırakılanlara iyi halefler eyle.” diye duâ etti.[13]
[1] İsmail Palakoğlu, Gönüller Sultanı, Somuncu Baba Araştırma ve Kültür Merkezi Yayınları, Ankara, 2005, s. 456.
[2] Fatih Büyükyıldız, Hadislerde Şehitlik Kavramı, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Erzurum, 2010, s. 25-27.
[3] İsmail Palakoğlu, a.g.e., s. 455
[4] Hasan Kurt, “İslam İnancına Göre Şehitlik”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012, Cilt: XVI, 1/ 189-220, s. 195-196.
[5] 4 Müslim “İmara”, 121.
[6] Buhârî, Cihâd ve Siyer, 5, 21.
[7] Buhârî Cenâiz, 3.
[8] Buhârî, Cihâd ve Siyer, 14.
[9] Kurt, a.g.m., s. 207-208.
[10] İsmail Altun, Hz. Peygamber’in Şehit Aileleriyle Münasebetleri, Ekev Akademi Dergisi, Yıl: 14 Sayı: 44, 2010, ss.227-246, s. 242.
[11] Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz: Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz), Nasihat Yayınları, İstanbul, 2006, s. 16.
[12] Nihat Öztoprak, 20. Yüzyıl Mutasavvıf Dîvân Şairi Seyyid Osman Hulûsî Efendi Dîvânı (İnceleme-Metin-Nesre Çeviri), Nasihat Yayınları, İstanbul, 2020, c.1, s. 21.
[13] Altun, a.g.e., s. 239.
Musa TEKTAŞ
YazarTasavvufî bir terim olan “sıdk”; gerçeği ifade etme, dürüstlük ve güvenilirlik kavramlarını kapsayan derin bir ahlâkî erdemdir. Bu terim, bir şeyin objektif gerçekliğine uygun bir şekilde ifade edilme...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Sovyetlerin çöküşüyle bağımsızlığını kazanan Azerbaycan'ı ilk tanıyan ülke Türkiye olmuştur. İki ülke arasındaki ilişkiler, tarihî bir dostluk ve kardeşlik bağı içerisinde şekillenmiştir. Bağımsızlığı...
Yazar: Kemal DEMİR
Allah’a yakın olabilmek için iyilik yolunda yürümek, iyiliğe gönül vermek, gerekirse can vermek gerekir. Sahâbe-i kirâm bütün hayatını, malını, canını Allah’ın dinine ve Rasûlullah’ın emri üzere fedâ ...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Darende’de tasavvufî irşad hizmetlerini güzel bir biçimde yürüten Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi, dergâh kültürünü canlı olarak yaşattığı hanesinde tasavvuf eğitimini gönüllere nakşederek dinî ve içtim...
Yazar: Musa TEKTAŞ