DERMAN ARARDIM DERDİME
Niyazi Mısrî’nin “Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş” dizesini bilmeyenimiz neredeyse yoktur. Dilimize pelesenk olmuştur kimi zaman. Ben Mevlâna’nın şu dizeleriyle karşılaşmadan önce bu dizeyi anlamakta zorlanıyor, “Dert insana nasıl derman olur?” sorusuna bir türlü cevap bulamıyordum. Mevlâna, Şems-i Tebrizî Divanı isimli eserinde diyor ki: “Peki, diyorsun, orası ne taraf? Aranıp durulan taraf. Diyorsun ki ne yana döneyim yüzümü? Şu başın geldiği yana. O yana ki meyvelere bu olgunluk oradan gelmekte. O yana ki taşlara mücevher vasfı oradan ihsan edilmekte. Kâfir de dara düşünce o yana yüz çevirir. Bu yandan bir dert gördü mü o yana inanır. Dertli ol da dert sana kılavuz olsun, o yana götürsün seni. O yana ki dertten bunalan görür o yanı.”1 İşte bu dizeleri okuduğumda hiçbir hastalığın, fakirliğin, evlat, mal, can kaybının insan için gerçekte dert olmadığını anlamaya başlamıştım. İnsanın başına gelen en ağır belalar, çaresiz hastalıklar dermanın kendisi oluyordu aslında. Kur’an-ı Kerim’de, fırtınaya tutulan gemi metaforu vardır.2 Gemi, denizin ortasında fırtınaya tutulup dağlar gibi dalgalar arasında kaldığında, kurtuluş için hiçbir çare kalmadığında yolcular ihlasla, can u gönülden Allah’a yalvarıp yakarırlar. Bütün çaresiz dertler böyle değil midir? “Allah’ım!” dedirtmez mi insana? “Tanrım!” dedirtmez mi ateiste bile? Hem o andaki yönelişin, yakarışın bir benzerini hangi sıklıkla yaşarız hayatımızda? Bu öyle bir yakarıştır, öyle bir yöneliştir ki Allah’tan başka kurtaracak, şifa verecek, koruyacak, zararı giderecek hiçbir varlığın bulunmadığını bütün varlığımızda hissederiz. Bu yakarışa şirkin zerresi bile sızamaz. Başka kapı yoktur; başka kudret, başka irade, başka tabip, başka hiçbir şey yoktur. O vardır sadece ve biz O’na sesleniriz, “Allah’ım!” deriz ve her yer O’nunla dolar. Yegâne hakikat de bu değil midir zaten? İşte böyle dermana dönüşüyordu dert. Derdimiz bize rehberlik ediyor Rabb’imizi bulduruyordu. Bütün ömrümüz boyunca arayıp durduğumuz O değil midir? O hedeften bu hedefe, o işten bu işe, o arzudan bu arzuya, o hazdan bu hazza koşup durmaz mıyız? Bütün tatminsizliklerimiz asıl maksudumuza ulaşamamaktan, Allah’ı bulamamaktan kaynaklanmaz mı? Allah’ı unutmak, Allah yokmuş gibi yaşamak bir insanın başına gelebilecek yegâne afettir, gerçek musibettir aslında, bir bilebilsek! Bunu idrak edebildiğimiz zaman diğer hastalıkları, dertleri, sıkıntıları, kederleri bela olarak görmekten vazgeçebilir, imtihan dünyasında yaşadığımızın bilincine erebiliriz. Mustafa Ulusoy’u dinlemiştim bir sempozyumda; “Depresyon, dünyayla ilişkimizi dengeler.” demişti. Ne kadar güzel bir bakış açısı! Hastalıklardan tutun afetlere kadar başımıza gelen her şeyin öğreteceği ne çok şey var bize dünyanın ve bizim hakikatimize ilişkin. Peygamberimiz, bir yolculuk esnasında ağaç altında dinlenirken ashabına hastalıklardan ve dertlerden bahseder ve şöyle buyurur: “Mü’mine bir hastalık gelir, sonra Allah onun hastalığını giderir ve sıhhat verir. Bu hastalık müminin geçmiş günahlarına kefaret, gelecek hakkında da ona bir nasihattir. Hastalanıp sonra iyileşen bir münafık ise deveye benzer. Hastalanınca sahipleri deveyi bir yere bağlar, iyileşince de salarlar. Deve niçin bağlandığını bilmediği gibi niçin salındığını da bilmez.”3 Bize düşen; hastalıklarımızın, sıkıntılarımızın, sorunlarımızın üstesinden gelmeye çabalarken aynı zamanda onların nasihatine kulak verip öğrencisi olabilmek. İhmallerimizi, hatalarımızı gözden geçirmek. Hedeflerimizi, amaçlarımızı sorgulamak. Dünyanın her şeyinin geçici, tutum ve davranışlarımızın bir hesabı olduğu şuuruyla istikametimizi belirlemek. Dönüş Allah’adır, başka sığınak yok. Dipnot 1- Mevlâna, Şems-i Tebrizî Divanı, no: 2400, 2402, 2405, 2406. 2- 31/Lokman, 32. 3- Kütüb-i Sitte Muhtasarı, trc. ve şerh: İbrahim Canan, Akçağ Yayınları, c. 7, no: 1993; ayrıca bakınız: http://www.manevibakim.com/bilim_alanlari/tibbi_nebevi/makale_02.asp
Halide YENEN
YazarKanûnî’nin küçük oğlu Selim, 28 Mayıs 1524’te İstanbul’da dünyaya geldi. Annesi Hürrem Sultan, saray içinde sözü geçen, etkili bir kadındı. Saray kadınlarına ve hizmetkârlara, Şehzade Selim’in terbiye...
Yazar: İsmail ÇOLAK
Daha çok küçükken rahmetli dedem beni sık sık sevindirirdi. Yattığım odadan salona kadar geçeceğim yola aralıklarla bir bir bozuk ve kâğıt para koyardı. Sonra da seslenerek beni çağırırdı. "Tarık, ge...
Yazar: Erdal KARASU
Tefsir, hadis ve fıkıh âlimi. Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey’in bacanağı, Şeyh Edebali’nin hemşehrisidir. Doğum tarihi bilinmemektedir. Sultan Orhan devrinde vefat etti. Karamanlı olan Durs...
Yazar: Muammer YILMAZ
Şeyh Hamidüddin-i Veli, Horasan erenlerinden Şemseddin Musa Kayseri’nin oğludur. Şeyh Hamid-i Veli olarak da bilinir. Yıldırım Bâyezid zamanında yaşamıştır. İlk eğitimini babasından almıştır. Şam, Teb...
Yazar: Halide YENEN