Buhâra Nam-ı Diğer Kubbetü’l-İslâm
Özbekistan tarihî eserleriyle bir açık hava müzesini andırmaktadır.
Yedi bağımsız Türk Cumhuriyeti (Türkiye, Âzerbaycan, Özbekistan, Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti) arasında şahsına münhasır özellikler taşıyan güzel bir ülkedir Özbekistan.
Kazakistan, kuzeydoğusunda Kırgızistan, güneydoğusunda Tacikistan, güneyinde Afganistan ve güneybatısında Türkmenistan yer almaktadır. Ülke 12 il'e (Andican, Buhâra, Fergana, Cizzak, Namangan, Navoiy, Kaşkderya, Semerkant, Sirderya, Surhanderya, Taşkent, Harezm) , bir bağımsız şehre (Taşkent Şehri) ve bir özerk cumhuriyete (Karakalpakistan Cumhuriyeti) ayrılmıştır.
Özbekistan'da en yaygın inanç ise İslâm dinidir. Özbekistan topraklarında Buhârî, Tirmizî, Mâtürîdî, Bahâeddin Nakşibend gibi İslâm dünyasının meşhur din âlimleri ve mutasavvıfları yetişmiştir.
Yüzde 82’si Müslüman olan nüfusun büyük çoğunluğu Hanefî mezhebine mensuptur. Buhâra ve Semerkant civarında az sayıda Şiî topluluğu mevcuttur.
Özbekistan âlimler ve fazıllar diyarıdır
Özbekistan tarihten bugüne değin eğitime çok önem vermiştir. Tarih boyunca büyük âlimlerin yetiştiği bu topraklarda eğitim hep ön sırada olmuştur. XIX. yüzyılın sonlarında Taşkent, Buhâra, Semerkant, Hîve gibi önemli şehirler başta olmak üzere, çevre illerle birlikte Özbekistan topraklarında toplam 7860 mektep ve medrese mevcuttu. Özbekistan’da ilk üniversite 1920’de "Türkistan" adıyla açılmış, adı 1960’ta "Taşkent" olarak değiştirilmiştir.
Özbekistan Cumhuriyeti’nde iki eğitim bakanlığı vardır. Birinci sınıftan on birinci sınıfa kadar eğitim veren ve adına “mektep” denen okullar ve pedagoji enstitüleri Halk Eğitimi Bakanlığı’na; diğer okul, kolej, enstitü ve üniversiteler Yüksek ve Orta Meslekî Eğitim Bakanlığı’na bağlıdır.
Zorunlu eğitim dokuz yıldır. Yüksek öğretim yirmi dört üniversite ve kırk enstitüde sürdürülmektedir. Bunların yarısı ülkenin başkenti de olan Taşkent’tedir.
Özbeklerin zengin bir mutfak ve yemek kültürleri vardır. Bu bahiste namı dünyaca bilinen Özbek pilavına değinmeden geçmek olmaz. Özbekistan’da “ağız açar” olarak nitelendirilen iftar ve bayram sofralarının vazgeçilmezleri arasında yer alan “patır” ekmeklerini de unutmamak gerekir.
Bu ekmek süt ve tereyağı katılarak özel tandırlarda odun ateşiyle pişirilir. Bu arada Özbekler ekmeğe "nan" derler. Bu kelime Özbekçeye Farsçadan geçmiştir. Ülke genelinde kullanıldığı malzeme ve yöreye göre tandırlarda pişirilen ekmek çeşitlerinin sayısı yüzün üzerindedir.
Bu arada Semerkant'ta pişirilen ve pişirme yöntemi babadan oğula geçen “Semerkant ekmeği”ni de unutmamak lâzımdır. Bu ekmek tadı ve dayanıklılığıyla eşsizdir. Özbeklerin ekmeklerini nakış nakış işlemesi, adeta bir sanat eseri titizliğiyle süslemesi dikkatlerden kaçmaz.
Özbekistan'ın edebî ve entelektüel birikiminde söz sahibi olanlar
Özbekistan sadece tarihî eserleriyle değil kültür ve medeniyet adamlarıyla da geçmişe, yaşanan zamana ve geleceğe güçlü mührünü vurmuştur. Bu hususta özellikle edebiyat sahasında Ali Şîr Nevaî sembol bir isimdir. Özbek yazar ve şairlerin eserlerinde Ali Şîr Nevaî’nin izleri açıkça görülmektedir. Yeni nesiller onun gibi yazmaya gayret etmişlerdir.
Özbek halk edebiyatının en önemli eserleri Köroğlu ve Alpamış destanlarıdır. Bunlardan Köroğlu destanının 100'ün üzerinde varyantı vardır. Halk edebiyatının günümüze aktarılmasında en büyük rolü bahşı, şair, cirav, cırçi gibi adlar verilen halk ozanları oynamıştır.
Cumanbülbül, Ergeş Cumanbülbüloğlu, Fazıl Yoldaşoğlu, Polken, İslâm Şair Nazaroğlu, Çarı Bahşı Umiroğlu, Rahmetullah Yusufoğlu meşhur bahşılardır. "Ötken Künler","Mehrabdan Çayan", "Abid Ketman" romanlarının yazarı Abdullah Kādirî, Özbek romanının kurucusu olarak kabul edilir. Öte yandan Özbek edebiyatında ilk tiyatro yazarı Mahmud Hoca Behbûdî’dir.
Özbekistan demek Ahmed el-Biruni, Ali Şir Nevai, Alaaddin-i Attar, Bahaeddin Nakşibendi, Hüseyin Baykara, İmam Buhari, Mirza Muhammed Uluğbey, Muhammed Harizmi, İmam Maturidi, Kaşgarlı Mahmud, Ali Kuşçu, Mahmud Zemahşeri, Babür Şah, Emir Timur ve daha niceleri demektir.
Hasılı kelâm Özbekistan, kadım ata topraklarımızın, Orta Asya'nın (g)özüdür. Türk Dünyasının kadim ilim, irfan, tarih ve medeniyet coğrafyasıdır. Dünyaya bilimin o parlak ışığı bu topraklardan yayılmıştır. Gaflet uykularına son veren ilmî uyanış buradan başlamıştır.
Özbekistan edebin ve edebiyatın da kadim yurdudur. Bugünkü Özbek Edebiyatı’nın temelleri, Çağatay Edebiyatına dayanmaktadır. Yani bugünkü Özbek Edebiyatı kadim Çağatay Edebiyatının temelleri üzerine inşa edilmiştir.
Bu minvalde kalem oynattıkları sahalarda kayda değer eserler veren Abdullah Kadrî'yi, Abdülhamid Süleyman Çolpan'ı, Abdurrauf Fıtrat'ı, Özbekistan Millî Marşı’nın şairi Abdulla Aripov'u, şair Rauf Parfî'yi, Abdulla Avlanî'yi, Dedehan Hasan'ı, Enahan Sıddıkova'yı, Gafur Gulam'ı, Shukrullo'yu, Hurşit Devran'ı, Hosiyat Rustam'ı, Sevara Nazarhan'ı, Yıldız Usmanova'yı, Hamza Hekimzade Niyazi'yi, romancı Nurali Kabul'u, Erkin Vohidov'u, Abdulla Kahhar'ı, Abdulla Sabir'i, Furqat'ı, Avaz Otar'ı, Yunus Recebî'yi, Seyyid Ahmet'i, İbrahim Rahim'i sayabiliriz.
Bugünkü Özbek Türkçesinin işlenmiş hâlini bu büyük isimlere borçluyuz. Bu önemli isimler Özbeklerin duygu ve düşüncelerini yansıtmıştır.
Buhâra nam-ı diğer Kubbet-ül İslâm
Türk Cumhuriyetleri içerisinde tarihî eserler bakımından parmakla gösterilebilecek derecede zengin olan ülke hiç şüphesiz ki Özbekistan'dır. Özbekistan denilince de akla öncelikle Buhâra gelir.
Zerefşân ırmağının aşağı havzasındaki büyük vahada yer alan Buhâra'nın denizden yüksekliği 220 metredir. Bu mümbit coğrafya dünya kültür mirasına nice kadim değer(li)ler bahşetmiştir.
Tarihî İpek Yolu'nun mamur ettiği kadim şehirlerden biri de Buhâra'dır. Buhâra deyip de geçmeyin. Gönül coğrafyamızın mühim duraklarından biridir o. İslâmî ve insanî muhabbetin harmanlandığı güzide bir yerdir burası.
Sevgidir, muhabbettir, gönül hoşluğudur. Mâzîdir, hâldir, istikbâldir. Buhâra, İslâmiyet'in bir dantel misâli işlendiği, nakışlandığı Türk dünyasının belde-i tayyibesidir. Türk-İslâm şehirleri içerisinde geçmiş zamanın ruhunu yaşayan ve yaşatandır.
Buhâra, Orta Asya'nın ilim ve irfan merkezi mesabesindedir. Burada kültür, ilim, irfan ve tasavvuf iç içedir. Buhâra, bilginin mümbit toprağı ve harmanlandığı mümtaz bir mekândır.
Bu şehir; medreseleri, külliyeleri ve tekkeleriyle her daim gönüllere hitap etmiş, hak ve hakikat dostlarının ziyaretgâhı olmuştur. Tarihî İpek Yolu üzerinde medeniyetin altın çağını yaşayan bu kadim şehir, dinî ve kültürel değerleriyle ve tarihî güzellikleriyle ziyaretçilerini manevî açıdan fazlasıyla doyurma potansiyeline sahiptir.
Zaten Özbekistan'a gelip de bu şehre uğramayanlar kendilerini Özbekistan'a gitmiş say(a)mazlar. Zira Buhâra bu ülkenin gözbebeği denebilecek bir ziyaret yeridir.
Buhâra, İslâm'ın ruhunu yaşayan ve yaşatan köklü bir medeniyet merkezidir.
Orta Asya'nın kadim şehirlerindendir Buhâra. İçimizi serinleten bir yürek meltemidir. İslâm coğrafyasının hamurkârlarının otantik diyarıdır. Yapılan arkeolojik kazılar, bölgenin mühim bir kültür-sanat merkezi olan şehrin tarihini ta 25 asır evveline taşımaya imkân sağlıyor. Bu güzel şehir; mâzîden bugünlere getirdikleriyle, içinde yaşattıklarıyla âdetâ bir açık hava müzesi görünümündedir.
Gönülleri okşayan gizemli atmosferiyle bir masal diyarını çağrıştırır Buhâra. Bu şehrin, seyyahları kendine âşık eden büyülü bir havası vardır. Şehrin buram buram tarih kokan cadde ve sokakları sarıp sarmalar ziyaretçilerini.
Onun için bu şehre gelenler, ayaklarını sürüyerek geri dönerler. Çünkü o, metalik siluetli ve abus çehreli bugünkü modern şehirlere hiç mi hiç benzemez.
Buhâra, İslâm'ın ruhunu yaşayan ve yaşatan köklü bir medeniyet merkezidir. Tarihî İpek Yolu üzerindeki Buhâra, Özbekistan'ın beşinci büyük şehridir. Burası hicretin 54. yılında (Milâdî 674) Muâviye'nin Horasan Valisi Ubeydullah b. Ziyâd tarafından İslâm topraklarına katılmıştır.
Bu güzel şehir, ta o zamanlarda giydiği İslâm gömleğini tarih boyunca üzerinden hiç çıkarmamıştır. Onu üzerinden çıkarmak isteyenlere müsaade etmemiştir. Bu nadide gömlek, ona çok yakışmıştır. Onunla tanınmış ve bilinmiştir. Yetiştirdiği şahsiyetler, onun İslâmî kimliğini daha da pekiştirmiştir.
Âh, hayatın öznesi Buhâra âh!... Ne kervanlar gelip geçti bu toprak kokulu yollardan. Ne gözler nazar kıldı Mâverâünnehir'in vicdanı mesabesindeki bu rüya şehrine.
Türkiye'den yüzlerce kilometre uzaktaki bu coğrafyada uzaktaki yakınlarımız meskûndur. Burada bambaşka bir uhrevî hava var. Onun içindir ki buraya gelince rûhu sükûn buluyor insanın. Huzurun mekânla ilgisi burada daha da belirginleşiyor.
Buhâra ki yüzlerce yıldır ihtişamından hiçbir şey kaybetmemiştir. Burada medfun zat-ı şahanelerin manevî tasarrufundan mıdır bilinmez, bu topraklar ticarî açıdan da her devirde hareketli ve bereketli olmuştur. Üzerinde yaşayanları aç ve bîilaç bırakmamıştır.
“Orta Asya'nın kalbi” ilim ve irfan merkezi Buhâra
Tarihî İpek Yolu'nun büyülü şehri Buhâra'da ilk göze çarpan şey, ince taş işçiliğiyle inşa edilmiş birbirinden güzel taş binalardır. Bu binalar kadim zamanın uhrevî havasını ve ruhunu bugünlere taşımaktadır. Nakış nakış işlenmiş kapılar da buraya dair bir başka dikkat çekici unsur...
Kadim ilim ve kültür merkezlerinden biri olan Buhâra'daki medreselerin çokluğu özellikle dikkat çeker. Hemen her caminin yanı başında bir medrese vücut bulmuştur. Fakat ne yazık ki günümüzde şahadet parmağı hükmündeki görkemli minarelerden ezan sesi ya kısık çıkmakta, ya da hiç çıkmamaktadır. Demek ki hâl ile mâzî arasındaki sağlam köprüleri yıktı bir kısım gizli eller...
“Orta Asya'nın kalbi” diye tavsif edebileceğimiz Buhâra, mâziden hâle değin, geleneksel mimariyle nakış nakış işlenmiştir. Nice eserler arz-ı endam ediyor Buhâra'da. Öyle ki hangi birini sayacağımızı bilemiyoruz. Buraya gelenler de, bu zenginlik karşısında şaşkınlıklarını gizleyemiyor.
İlim ve irfan merkezi Buhâra'nın en gözde mekânlarından biri, on altıncı asırda Nadir Bey tarafından yaptırılan “Leb-i Havz”dır. Kavurucu çöl sıcaklarından bunalanlar “leb-i havz” adı verilen bu kadim su kaynağında soluklanmaktadır.
Havuzun etrafında birçok medrese yer almaktadır. Bunlar arasında Buhâra'nın en büyük medresesi Kukeldaş Medresesi nazar-ı dikkatleri çekmektedir. Mavi mozaiklerle kaplı Hanaka (Tekke) Medresesi ile Divan Beyi Medreseleri de burada bulunur. Yine bu civardaki Sarraflar Çarşısı'nı, Yahudi Mahallesi'ni ve Orta Asya'nın en eski camii olarak kabul edilen Magoki-Attori/Çukur Aktar Camii'ni de unutmamak lâzım.
Kadim bir medeniyetin bakiyesi diyebileceğimiz Buhâra'nın ruhanî atmosferini en iyi yansıtan Poyi Kalon/Büyük Ayak Meydanı'dır. Kuyumcular Çarşısı, Şapkacılar Çarşısı, Kalon/Büyük Minare, on bin kişiye aynı anda namaz kılma imkânı sağlayan Büyük Cami/Cuma Mescidi, Miri Arap Medresesi buradadır.
Karahanlılar tarafından yaptırılan bu medresedeki özgün desenler görülmeye değer. Bunların yanında bir medreseler kompleksi diyebileceğimiz Koş/Çifte Medreseleri (Uluğ Bey Medresesi, Abdülaziz Han Medresesi) de mutlaka görülmelidir.
Zenginlik ve ihtişam, zâhiren bakıldığında güzel bir şey gibi görünür. Fakat bu durum, bazı art niyetli kişilerin iştahını da kabartır. Neticede bazen sırf bu yüzden şehirlerin başına akıl almaz belâlar gelir.
Bu şehirlere örnek olan Buhâra, çağın zâlimlerinden olan Moğol İmparatoru Cengiz Han'ın gazabından kurtulamamış; gözü dönmüş imparator, şehri yakıp yıkmıştır. Günümüzde UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi'nde yer alan Buhâra, yaralarını çabuk sarmıştır.
Asya'nın Kandillerinden Muhammed Bahaeddin Şâh-ı Nakşbend Hazretleri'nin Yurdu
Buhâra, veliler diyarıdır. Yaygın tabirle her sokağına bir İslâm âlimi düşen bereketli bir ilim ve irfan toprağıdır. “Şâh-ı Nakşbend” diye halkın hafızasına kazınan veliler serdarı Hoca Bahâeddin Nakşbend Buhârî Hazretleri 14. asırda Orta Asya'nın önemli merkezlerinden biri olan Buhâra'da dünyaya gelmiştir.
Kur'ân'dan sonra en büyük kaynak olarak kabul edilen “Sahih-i Buhârî” müellifinin/mürettibinin manevî şahsiyetleri bu topraklara bugün de bambaşka bir manevî değer katıyor. Onun varlığından dolayı bu şehir uzun yıllardan beri “Kutsal Buhâra” olarak anılıyor.
Muhaddislerin Efendisi İmam Buhârî, o meşhur hadis külliyatı olan Sahih-i Buhârî'yi Buhâra'da yazmıştır. Rivayetlere göre kendisine Buhâra Emiri'nin çocuklarını özel olarak eğitme görevi verildiğinde o, bu vazifeyi kabul etmez.
Herkes gibi emirin çocuklarının da medreseye gelip okuması gerektiğini, onlara ayrıcalık tanınmamasını belirtir. Bu durum, emirin hoşuna gitmez. İktidar gücünü kullanan emir, Buhârî'yi sürgüne gönderir. Buhârî, kalan ömrünü sürgünde geçirir.
Altın Silsile'nin en büyük halkalarından biri olan Şah-ı Nakşbend'in soyu İmam Cafer-i Sâdık vasıtasıyla Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e kadar ulaşır. Yani o, mübarek bir soydan gelmektedir. “Nefsinizi daima töhmet altında tutunuz ve ona uymayınız. Başardığınız işlerden nefsinize pay çıkarmayın.” diyen Şah-ı Nakşbend Hazretleri yolumuzu aydınlatan bir maneviyat ışığıdır.
Nakşbendî Tarikatı’nın kurucusu, kerametler sarayının eşsiz sultanı Muhammed Bahaeddin Şah-ı Nakşbend'in aynı zamanda iyi bir fakih olduğunu söylemeliyiz. Fakat muhaddisliği, fakihliğini gölgede bırakmıştır.
İlim otoriteleri tarafından gelmiş geçmiş en büyük muhaddis olarak kabul edilen İmam Buhârî'nin türbesi Semerkant'tadır. Bu türbe her gün onu seven yüzlerce insanın ziyaretgâhı olmaktadır.
Onu sevenler bu manevî ziyaretgâha gelerek ona olan sevgilerini göstermektedir. Zamanında hadis sahasının kutbu olan Buhârî, birçok âlimin yetişmesinde de hocalık vazifesinde bulunmuştur. Günümüzde de onun peşinden giden birçok insan mevcuttur.
İlim ve irfan yurdu Buhâra, ne kadar Şah-ı Nakşbend Hazretleri demekse, Şah-ı Nakşbend Hazretleri de o kadar Buhâra demektir. Zira Hâce Bahâeddin Nakşbend Buhârî Hazretleri, 14. asırda Orta Asya’nın mühim merkezlerinden biri olan Buhâra şehrinin Kasr-ı Hinduvân köyünde dünyaya gelmiştir.
Asıl adı Bahâeddin Muhammed b. Muhammed el-Buhârî olan Şâh-ı Nakşîbend Hazretleri Mîlâdî 1318-1389 yılları arasında yaşamıştır. Şâh-ı Nakşbend Hazretleri’nin “Beni ziyaret etmeden evvel, annemin kabrini ziyaret ediniz.” sözü onun annesine ve tüm annelere verdiği değeri gösterir. Hâce Bahâeddin, Hicrî 718 senesinin Muharrem ayında (Mart 1318) doğmuş, 791 (1389) senesinde de vefat etmiştir.
Onun şu güzel sözü kulaklara küpe olacak kıymettedir: "Biz müridi dilersek cezbe, dilersek sülûk yoluyla terbiye ederiz. Bu bizim elimizdedir. Sohbetimize gelenlerden bazılarının gönlünde muhabbet tohumu vardır.
Ama dünyevî alâkalar yüzünden gelişip büyüyememiştir. Bizim vazifemiz o alâkaları temizlemektir. Bazılarının ise gönlünde muhabbet tohumu yoktur. Burada bizim vazifemiz gönüllerde manevî tohum oluşturmaktır.”
Avrupalı milletler Buhâra'yı "İslâm'ın Roma'sı" olarak tavsif etmektedirler.
Buhâra’nın yetiştirdiği (b)ilim adamlarından biri de Avrupa’da “Avicenna” olarak tanınan İbn-i Sina'dır. O da bu bereketli ilim toprağının mahsulüdür. Dünyanın sayılı tıp otoritelerinden biri olan İbn-i Sina'nın eserleri Şark'ta ve Garp'taki tıp okullarında ders kitabı olarak okutulmuştur.
Taşa ruh giydirilmiş ve nakış nakış işlenmiş sıra dışı yapılarıyla farkını fark ettiren Buhâra, İslâm iklimini doyasıya teneffüs edebileceğimiz bir eski zaman şehridir. Masal tadında olsa da hakîkatin ta kendisidir. Geçmişte ilmin kalbi buralarda attı, ilim buradan dünyaya yayıldı.
Avrupalı milletler Buhâra'yı "İslâm'ın Roma'sı" olarak tavsif etmektedirler. Hıristiyan Avrupalılar için Roma ve Vatikan neyse Müslüman milletler için de İslâm ruhuyla bezeli bu coğrafya da odur. Buhâra, çöl içinde vahadır. Burada zaman sonsuzluğa açılan bir penceredir.
Buhâra, kavruk yürekler için âb-ı hayat hükmünde bir vahadır. İslâmiyet’in Mekke ve Kudüs’ten sonraki üçüncü önemli merkezidir. Mübarek kılınmış, müstesna bir İslâm beldesidir. Gönüllerin huzur ve sükûna kavuştuğu esenlik beldesidir. Buhâra istikamettir, candır, canandır.
Buhâra demek tarih, kültür, irfan ve medeniyet demektir. Buhâra demek medreseler, türbeler ve camiler demektir. Buhâra demek Eyüp Peygamber Çeşmesi ve Türbesi, Çarminar Medresesi, İsmail Samani Türbesi, Poyi Kalon Külliyesi, Kalan Minaresi ve Mir Arap Medresesi demektir.
Buhâra demek kadim Türk-İslâm ruhu demektir. Buhâra demek şayet dünya bir bedense o da dünyanın kalbi demektir. Buhâra demek tam bir açık hava müzesi demektir.
Buhâra demek gönüllerin başkenti demektir. Buhâra demek Buhârî demektir. Buhâra demek Kasrı Arifan demektir. Hâsıl-i kelâm Buhâra demek aşk demektir. Dünya cesetse şayet Buhâra can (ruh) demektir.
M.Nihat MALKOÇ
YazarGece pusluydu. Kapkaranlıktı her yer. Sanki ay'ı ve yıldızları göklerden çalmışlardı. Herkes günün yorgunluğunu atmak için uzanmıştı yatak veya koltuklarına. Kimisi de çoktan uykuya dalmıştı. Sıradan ...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ
Tasavvuf ehli; gayret, nusret ve ilâhî lütufla bazı mertebelere ulaşır. Bunlardan âbidler, zâhidler ve ârifler kâbiliyet ve mertebeleri yönüyle farklı konumlarda değerlendirilirler. Âbidler çok ...
Yazar: Musa TEKTAŞ
İlâhî ordu kıldın Türk’ü kendi dinineDaima muzaffer et ismini arza yaysınEn güzel ümmet eyle Muhammed Emîn’ineMahşer günü hepsinin ismini tek tek saysınBin senedir uğrunda şehid verir bu milletSen ki ...
Şair: Ekrem KAFTAN
Yüzölçümü ve nüfus yoğunluğu bakımından dünyanın en büyük ikinci kıtasıdır Afrika. Öyle ki adalarla birlikte 30,8 milyon kilometrekare devâsâ bir alana sahiptir. Bir milyarı aşkın nüfusuyla dünya nüfu...
Yazar: M.Nihat MALKOÇ