Afrika’da Türk Varlığı
İnsanların ilk yerleştiği kıtalardan birisi olarak bilinen Afrika, gündüzleri güneşin kavurduğu, geceleri çöl rüzgârlarının savurduğu bir coğrafya olmasından ötürü müdür “tarihî itibari ile de “kara/karanlık vb. ifadeler ile anılır” olmuştur. Afrika’nın sosyoekonomik ve demografik gelişimi olumsuz yönde etkileyen Portekizlilerin başlattığı köle ticareti; XV. yüzyılın sonlarına gelindiğinde çeşitli amaçlardaki ticarî ve coğrafî keşiflere yol açmıştır. Neticede “Afrika Kıtası’nda sömürgecilik faaliyetleri boy göstermeye başlamış, akabinde XVI. asrın başlarında Akdeniz’e hâkim olmak isteyen İspanya, Cezayir’i işgal etmiştir.”
Batı dünyasının bu bölgeler ile ilgili politikalarının doğal sonucu olarak Afrika’da ardı arkası kesilmeyen iç savaşlar patlak vermiş ve özellikle Kuzey Afrika toprakları üzerinde kurulan İslâm devletlerinin kendi aralarında uzun zamandır varlığını sürdüren iç çatışmalarla kabileler arası sürtüşmeler de bölge halkını parçalamıştır.
Bütün bunlar ise halkın zayıf düşmesine neden olmuştur. Bölgede görülen bu tür sorunlar, başta eğitimin gelişmesine ve kültürün zenginleşmesine engel teşkil etmiştir. Ülkedeki bitmek bilmeyen iç savaşlardan yorulan ve Batı ülkelerinin sömürgeci tutumundan rahatsız olan Tunus ve Cezayir halkı, devrin güçlü devleti Osmanlı İmparatorluğu’na sığınmış, hatta Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetimi altına girmeyi bir çözüm yolu olarak görmüşlerdir.
Böylece Kuzey Afrika -katolik İspanyol ülkesi olma eşiğindeyken- Hızır ve Oruç Reis kardeşlerin gayretleriyle kurtarılarak Osmanlı’nın himayesine girmiş ve bu sayede Türkler, Müslümanların yaklaşık dört yüzyıl önce kaptırdıkları Akdeniz hâkimiyetini Hıristiyanlardan geri almışlardır.
Bu coğrafyada varlık gösteren Türkler, ilk başlarda Kuzey Afrika’yı İspanyollar tarafından sömürgeleştirilmekten kurtarmış, daha sonra da, yörede etkinliği artan diğer sömürgeci kuvvetlerin Afrika’nın diğer kesimlerine doğru ilerlemesini durduran duvar vazifesi görmüştür. Bununla birlikte Türkler buralarda yönetimi içerisinde bulunan halkların ulusal kimliklerini, kültürel ve dinî değerlerini korumalarında da etkin olmuşlardır.
Türklerin Kuzey Afrika’da Osmanlı Dönemi’nden çok daha önce; IX. yüzyıldan itibaren var oldukları bilinmektedir. “Anavatanları olan Orta Asya’dan tarihin değişik dönemlerinde, dünyanın çeşitli yerlerine, bilhassa batıya doğru göç eden Türkler, gittikleri Avrupa ve Afrika’nın geniş topraklarına yerleşerek devletler kurmuşlar ve yönetimlerinde etkin olmuşlardır.”
Osmanlı Devleti Kuzey Afrika’ya hâkim olmadan önce Merînîler, Zeyyânîler ve Hafsîler adlı devletler ve çeşitli kabileler bu coğrafyada söz sahibiydi. Birbiriyle sürekli mücâdele ve üstünlük yarışında olan bu devletler ve bölgedeki yerel kabileler, bölgenin sosyal, kültürel, ekonomik ve politik açıdan gelişiminin önündeki en büyük engel olarak durmaktaydı. Bölgedeki kargaşa ve istikrarsızlıkları fırsat bilen İspanyol yönetimi bölgeyi istilâ ve sömürü faaliyetleri ile kuşatarak zaten zor bir vaziyette olan bölge insanını yeni çare arayışlarına sürüklemiştir.
Akdeniz’de bulunan Türk donanmaları, Osmanlı Devleti’nin yükseliş döneminde olması göz önüne alındığında, Kuzey Afrika için sömürgeci zihniyetten kurtuluşun en kısa yolu olarak belirmiştir. Osmanlı’dan istenen yardımlar sonuçsuz kalmamış, bölgede başlatılan mücâdele sonucunda Cezayir, Tunus ve Trablusgarp başta olmak üzere çevre şehirlerde de İspanyol baskısı sona erdirilerek Kuzey Afrika’nın Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetine girmesi sağlanmıştır.
Böylece, Gedik (2014)’te de belirtildiği gibi, İspanyol saldırılarıyla derinden sarsılan başkent Cezayir ve çevresindeki halk, sonlarının Endülüs’teki kardeşleri gibi olmaması için Osmanlı Türklerini kurtarıcı olarak kabul etmişlerdir. Gönüllü olarak hâkimiyetleri altına girdikleri Türkler ile üç yüzyıl boyunca kültürel bir alışveriş içerisine girmişlerdir.
Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika’daki varlığı, sadece Kuzey Afrika halkını İspanyolların, Batılı sömürgecilerin zulmünden kurtarmak değil, aynı zamanda Türk-İslâm medeniyetini korumak, eğitim ve adalet sistemini yaymaktı. Libyalı meşhur tarihçi İbn Galbûn’un da belirttiği gibi, bölgeye Türk hâkimiyetiyle birlikte refah ve huzur ortamı hâkim olarak Turgut Reis’in beylerbeyliği yıllarında (1553-1565) Trablus şehrinin nüfusu artmış ve halkı zenginleşmiştir.
Böylelikle Osmanlı medeniyet telâkkisi Kuzey Afrika coğrafyasına yayılarak sevgi ve hoşgörü politikasını bölge halkına yaşatmış, sosyal, kültürel ve politik etkileşimlerin artmasına imkân sağlamıştır.
Cezayir kökenli Müslüman bir Türk şair Mustafa’nın Osmanlı Türkçesiyle yazdığı Tibr el-masbûk fi beyân cihâd-i gâziyân-ı Cezâ’ir ve el-Mülûk isimli şiir kitabında, Cezayir sahillerine yapılan İspanyol tacizlerinin Osmanlı ordusuna mensup yeniçeri ve leventler tarafından nasıl bir yiğitlikle önlendiği konu edilmiştir. Bu şiirlerin bir kısmını paylaşmak, Osmanlı’nın Cezayir özelinde Kuzey Afrika mücâdelesini ve oradaki varlığını anlamlandırmamıza yardımcı olacaktır:
Sultân-i Cezâ’ir’in dört yanını bağlar
Suların sorarsan çağlayıp akar
Anda kâmil dirler yediler kırklar
Hâzır anlar bu cenkte bil pâdişâhım
Şehid olan canlar içti şarâbı
Gâzi ola erler etdi ferâhı
İspanyol kralı çeksin nice bin âhı
Haddini bildirdi ana bil pâdişâhım
Ol kâfir Cezâire attı demirin
Tedarik etdi anda cümle umurun
Gördü hâ’izin ateşin nârın
Kâfiri ateşe yaktık bil pâdişâhım.
Mısralardan anlaşıldığı gibi, şairin “yediler”, “kırklar” olarak andığı kahraman Türklerin zâlimlere karşı kahramanca savaşarak, şehitler verme pahasına da olsa İspanyolların Cezayir kıyılarına yaptıkları bir hücumu kahramanca püskürtmeleri anlatılmaktadır.
“Ol kâfir Cezâire attı demirin… Kâfiri ateşe yaktık bil pâdişâhım” diyen şairin, bu şiirleri İspanyol zulümlerinden Osmanlı padişahına ve Osmanlı ülkesindeki diğer Müslüman Türklere haber vermek amacıyla yazmış olduğu düşünülmektedir.
Merkezi sistemin bölgede kurulabilmesi adına Osmanlı Devleti tarafından bölgeye çok sayıda memur, idareci ve asker sevki yapılarak Türk-İslâm ruhunun Kuzey Afrika’da tesis edilmesi böylelikle kolaylaştırılmıştır. Kuzey Afrika’nın Osmanlı hâkimiyet sahasına girmesiyle beraber Osmanlı, Akdeniz ticaret güzergâhının güvenliğinde söz sahibi olmuştur.
Bu üstünlük, civarda yaşayan Müslümanların geleceği ve güvenliği açısından umutlandırıcı bir nitelik taşımıştır. Bu durumun farkında olan Tunus ve Cezayir insanları da Osmanlı halifesine tam itaat sağlamış, birlik ve beraberlik ruhu ile hilâfet çatısı altına sığınmışlardır.
Bu şekilde, yukarıda da belirtildiği gibi, 15. yüzyılın sonları ve 16. yüzyılın başlarında İspanyol ve Portekiz zulümleri ile Müslümanlık karşıtı tutumları karşısında yok olmaya mahkûm olmuş Kuzey Afrika İslâm âlemi, cengâver Türk yiğitleri, leventleri sayesinde varlığını koruyabilmiş; böylelikle 1520’li yıllarda başlayan Türk hâkimiyeti, 1830’da Cezayir’in Fransız işgaline kadar devam etmiştir.
Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika’da toprak kayıpları vermesi ve yıkılmasının akabinde, Cumhuriyete geçiş ve sonraki süreçlerde Kuzey Afrika ile olan kültürel, tarihsel ve bölgesel ortaklıklar maalesef Türkiye tarafından göz ardı edilmiş ve Cumhuriyet gözünü Batı’ya çevirmiştir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının getirdiği maddeci atmosfer ve Türkiye’nin uluslararası teşkilatlara üye olma çabaları Doğu toplumlarıyla olan ilişkilerinin zayıflamasına neden olmuş ve bu durum Kuzey Afrika coğrafyasına yabancı kalma sorununu beslemiştir.
Yaşanan tüm bu olumsuzluklara rağmen Osmanlı’nın bölgede bıraktığı izler sağlam temellere dayandığından olmalıdır ki yaklaşık dört asır Türk-İslâm çatısında geniş bir medeniyet anlayışının yaşandığı bu bölge bugün hâlâ bu medeniyetin ektiği tohumları bünyesinde barındırması sebebiyle üzerinde durulması gereken mühim bir meseledir.
Türkler tarih boyunca yurt edindikleri topraklarda kalıcı, maddî ve manevî, kültürel ve sanatsal boyutu yüksek eserler imar ederek şehirleri kültürel miras hazinelerine dönüştürmüşlerdir. Dünyanın dört bir yanında olduğu gibi Afrika Kıtası’nda bulunan ve Türk sanatının zarâfetini sergileyen yapıtlar da Türklerin hayata bakış açıları, bilgi birikimleri ve ince düşünce yapısıyla ilgili deneyimleri aktaran değerli kanıtlardır.
Türklerin Afrika’daki kültürel ve sanatsal yapıtları, bölgesel özellikleri içerisinde barındırmakla birlikte her zaman millîliği de ön planda tutmuştur. Dünyanın değişik yerlerinde, Türklerin yerleştikleri veya belirli sürelerle yaşadıkları yörelerde gelişen Türk varlığı, yetkin Türk yapıtlarının oluşmasını da sağlamıştır. “Osmanlı Devleti’nin bir süre egemenliği altında kalan Kuzey Afrika da sanat değeri yüksek Türk yapıtlarını barındırmaktadır.”
Başta Mısır olmak üzere, Tunus, Libya, Cezayir, Trablusgarp, Etiyopya ve Sudan gibi ülkelerde birbirinden farklı eserler ve yaşam tarzlarıyla Türk varlığı hâlâ hissedilmektedir.
Sudan’ın Suakin Bölgesindeki liman ve camiler, Etiyopya’nın Harar şehrindeki konsolosluk binası, Hilali Ahmer Cemiyeti binası, Somali’nin Zeyla şehrindeki Osmanlı su depoları, Mısır’da Mehmet Ali Paşa Camii, Tunus, Cibuti ve Cezayir’deki camiler, çarşılar, hamamlar ve bu yapıları süsleyen hatlar, tezhipler, oymalar, kabartmalar, el yazmaları, mezar taşları ve işlemeleri Türk sanatının Afrika’daki varlığını yorumlamamıza imkân sunmaktadır. Afrika’da bulunan bu yapıtlar ve Afrika kıtasında yaşayan insanların toplumsal fikirleri, kullandıkları dil ve toplumsal uygulamaları bir bütün olarak düşünüldüğünde, Kuzey Afrika’daki Türk varlığı daha net bir görüntüye kavuşacaktır.
Tunus Bölgesi örneğiyle durumu somutlaştırmak gerekirse üç yüzyıldan fazla bir süre Osmanlı eyaleti olarak kalan Tunus’ta Türk yöneticiler, İstanbul’dakine benzer bir idarî, siyasî, askerî, ilmî ve malî yapı kurdular. Osmanlı Dönemi Tunus kültür ve uygarlığının kalıntılarına günümüzde de rastlamaktayız. Camiler, medreseler, türbeler, tekkeler, zaviyeler, köprüler, han ve hamamlar gibi sivil mimarî eserlerin yanı sıra kaleler, burçlar, kışlalar, tabya ve mazgallar gibi askeri mahiyetteki mimarî eserlerin pek çoğu hâlâ sapasağlam ayakta kaldığına, bazılarının ise hâlen kullanımda olduğuna tanık olmak mümkündür.
Bu mimarî yapıtların kitabeleri genellikle Arapça yazılmış olmakla birlikte Türkçe yazılmış kitâbelere ve vesikalara da rastlanmaktadır. Bu bakımdan Osmanlı Dönemi’nin nadide eserlerini tasvir eden vesika ve kitâbelerin tespit edilmesi, bu ülkenin belirtilen dönem tarihi hakkındaki çalışmalarının araştırılması, Tunus’un sanat ve kültür değerlerinin, daha nice sivil ve askerî mahiyetteki mimarî eserlerin, maddî ve manevî kültür unsurlarının, eğitim-öğretim kurumlarının, sosyal müesseselerin ortaya çıkmasını sağlayacaktır.
Tunus ve Cezayir halkı, yukarıda bahsedildiği gibi, gönüllü olarak himayesi altına girdikleri Türkler ile yaklaşık üç asırdan fazla süre boyunca sosyal ve kültürel alışveriş içerisinde bulunmuşlar ve bu karşılıklı etkileşim doğal olarak onların diline, dinine, kültürüne, yaşayış tarzına yansımıştır.
Günümüzde de bu topraklarda Türk-İslâm kültürünün derin izlerini görmemiz mümkündür. Örneğin, ilim-irfan, eğitim ve din ile ilgili bazı kavram ve ifadeleri Türkler Arap kültüründen, Arapçadan ödünçlemişken, Araplar da çarşı, pazar, esnaflık ile ilgili ticarî ve askerî birtakım terim ve ifadeleri Türkçeden almışlardır.
Halkın önemli bir bölümünün Türk asıllı olması ve bir Türk azınlık topluluğu olarak varlığını sürdürmeye gayret sarf etmesi, bu ülkelerde Türk-İslâm kültür unsurlarının uzun süre yaşamasını sağlayan faktörlerin önemlisidir. Gerçekte, Tunus’un İslâm kültür ve uygarlık tarihinde önemli yeri vardır. 16. yüzyılın ortalarında İslâm devleti topraklarına katılmış, Kuzey Afrika’nın ilim ve irfan, kültür ve medeniyet merkezlerinden biri olarak günümüze kadar gelmiştir.
Öte yandan Tunus’ta hemen her cami ve medrese ile ilgili bir vakıf vardı. Vakıflar, tıpkı Osmanlı Devleti’nde olduğu gibi, eğitim ve öğretimin ülke sathında yayılmasında, ilim ve kültürün gelişmesinde fevkalade önemli rol oynadılar. Eğitim ve öğretimin herkes için ücretsiz olması, özellikle kırsal kesimlerden gelen talebelerin tümünün burslu ve yatılı öğrenim görmesi büyük ölçüde vakıfların ve zaviyelerin sağladığı imkânlar sayesinde gerçekleşmekteydi.
Hızır ve Oruç Reis kardeşlerin fethiyle gönüllü olarak Türk hâkimiyeti altına giren Cezayir halkı da, diğer Afrika toplulukları gibi din kardeşleri ile hem kültürel hem de sosyal yönden karşılıklı sıkı etkileşim içerisinde bulunmuşlardır. Hatta Anadolu’dan Cezayir’e gelen erkekler bölgedeki yerli kadınlarla evlenerek Kuloğulları adıyla yeni bir nesil oluşturarak Türklüğün ve Türk kültürünün Kuzey Afrika’da nesiller boyu devam etmesinde anahtar rol oynamıştır.
Mirzaoğlu’nun da belirttiği gibi, Cezayir’de de imparatorluk döneminden kalma kültürel izlere rastlanmaktadır. Bunlardan en bilinenleri Türkçe sözcükler ve kimi yer adlarıdır. Türk döneminden bugüne gelen üç bin ile altı bin civarında Türkçe kelimenin evlerde, çarşı ve pazar yerlerinde, eğitim-öğretim alanında, askerî ve idarî kurumlarda kullanıldığı ifade edilmektedir.
Efendi, bey, ağa, sarı, kara, çavuş, onbaşı, odabaşı, nişan, çeşme bunlardan yalnızca birkaçıdır. Yer adlarına ise, Cezayir’in meşhur mekânları olan Dayı Bahçesi, Dayı Sarayı örnek gösterilebilir.
Dil alanındaki etkileşim ile ilgili olarak 18. yüzyıl başlarında Cezayir’i ziyaret eden William Spencer, Anadolu’dan Cezayir’e göç eden Türklerin kaba Türkçelerini buralara taşıdıklarını söylemiştir. Objektiflikten uzak bir şekilde Türklere ve Türk diline olan düşmanlığının açıkça anlaşıldığı Spencer’in bu sözleri aslında Türkçe’nin Cezayir’deki güçlü etkisini göstermektedir.
Aynı zamanda da Spencer Türklerin askerî başarılarını da göz ardı etmemiş, Osmanlı Türklerinin askerî alandaki etkilerinden dolayı Türkçe askerî kavramların Cezayir’de oldukça yaygın olarak kullanıldığını belirtmiştir. Ayrıca Spencer, 72 askerî kavramı da içeren toplam 634 Türkçe kelimenin Cezayir halk dilinde kullanıldığını söylemektedir.
Cezayir şehrinde Türk kültürünün dil üzerindeki etkisi sadece yukarıda belirtilen ve halkın konuşma dilinde varlığını sürdüren Türkçe kelimelerle sınırlı değildir. Günümüzde bile Türkçe isimle anılan çok sayıda mahalle, sokak ve yer ismi mevcuttur.
Bunlardan bazıları şunlardır: Murat Reis Evi, Baş Cerrah, Hüseyin Dayı Bölgesi, Keçievi Camii, Mustafa Paşa Hastanesi vb. Cezayir’de görülen Türk etkisi sadece mahalle isimleriyle sınırlı değildir. Cezayir’de Çoban, Hoca, Fındıkçı, Kara, Karaburun, Topal, Tahtalı gibi Türkçe soyadları günümüzde kullanılmaktadır. Aynı durum giyim-kuşam, sanat ve mimarî gibi çeşitli alanlarda takip edilebilir.
Bu etkileşimlerle beraber Osmanlı Türkleri, başkent Cezayir ve çevresinde yeni bir kültürel yapının oluşmasında rol oynamışlardır. Hâkimiyetleri süresince Türkler, kendilerine has kültürel kurumları Cezayir’e taşımışlardır. İnsanlar Anadolu’da nasıl vakit geçiriyorsa bu yaşayış şeklini Cezayir’de de devam ettirmişlerdir.
Özellikle başşehir Cezayir’de Osmanlı Türklerinin yoğun olarak yerleştikleri Kasaba (Casbah) adlı bölgede bulunan evler, hamamlar, hanlar Anadolu atmosferini andırıyordu. Bugün bile Kasaba (Casbah) bölgesi gezildiğinde Anadolu Türk Kültürü’nün izlerinin rahatlıkla görülebildiği evlerin süslediği sokaklarda insanın kendisini İzmir’in Tire ilçesinde gibi hissetmesi son derece doğaldır. Coğrafî olarak birbirine oldukça uzak olan İzmir ve Cezayir’i birbirine bu denli yakınlaştıran sebep Türk kültürüdür.
Genel çerçeveyle mesele ele alındığında Türk mimarîsi, sanatı, dil ve edebiyatı, tören ve inançlarının Cezayir, Mısır, Tunus, Trablusgarp başta olmak üzere Kuzey Afrika topraklarında asırlar sonra bile varlığını devam ettirdiğinin görülmesi, Kuzey Afrika’da Türk varlığını net bir şekilde tescil eden kültür vesikalarıdır.
Oğuzhan AYDIN
Yazarİhtiyar dünyāmızın en bâkir kıt'asıdırSömüreni kovmamak, en büyük hatâsıdırAç gözlü Avrupa, sömürmekten usanmadıAmerika, emperyalizmin öteki adıEmperyalist, ona yalnız İncil ve Haç verdiYer altı/üstü ...
Şair: Bekir OĞUZBAŞARAN
Ecdadımız Osmanlı, Afrika’nın kuzeyi ve doğusunda asırlarca hüküm sürmüştür. Osmanlı, Batılılar gibi kolonyalizmin negatif etkisiyle değil, Allah için cihana hizmet etme şuuruyla o topraklara güzellik...
Yazar: Kemal DEMİR
Yahya Kemâl Beyatlı, Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin en önemli isimlerinden biridir. Eski Türk şiirini ve Divan edebiyatını derinlemesine bilen, ancak şiiri sade bir dille ve yeni bir biçimde sürdürme...
Yazar: Oğuzhan AYDIN
İsrail güçleri, uzun yıllardır Filistin'de gerçekleştirdikleri katliamları artık alenen ve dünyanın gözleri önünde sürdürmeye devam etmektedir. Filistinlilere tahammül edemeyen İsrail, aslında hedefin...
Yazar: Oğuzhan AYDIN