Hicrân Hastasının Devâsı
İnsan bu yeryüzü gurbetine sürgün edilmeden önce cennette idi. Murâd-ı ilâhî ile dünyaya hilâfet vazifesiyle tavzîf edilerek gönderildiği günden beri ayrılık acısı ile kıvranıp durmakta aslî vatanına duyduğu özlemi türünün bülbülleri olan şairlerin dilleriyle ifade edegelmektedir. İster mecâzî ister hakîkî aşkın terennümü olsun bütün şairlerin dile getirdikleri bu aslî vatan özleminden başkası değildir.
Tasavvuf şairlerimiz ruhlarının derinliklerinde kök salan bu özlemi ifade ederken bir bakıma hepimizin sözcülüğünü yapmaktadır. Seyyid Hulûsi Efendi de ana vatandan/cennetten ve asıl Sevgili’den ayrılığın hüznünü derinden hissedip terennüm eden mutasavvıflarımızdan. Yûnus Emre yolunda gönlünün ufuklarına sızan hakîkatin tezâhürlerini, özlemlerini şiir mısraları halinde geleceğe emânet ederken aynı zamanda benzer duyguları taşıyan gönüllerin tercümanı olmuştur. 20. yüzyılın geleneği sürdüren bu değerli simasının dîvânında yer alan 16 numaralı manzûmesini birlikte anlamaya çalışacağız:
1.Merhem-i vasl iledir hasta-i hicre devâ
Kim ki cânından geçer vuslat-ı yârdır ana
(Ayrılık hastasına devâ kavuşma merhemi iledir. Canından geçene sevgilinin vuslatı, kavuşması vardır.)
Şiir geleneğimizde yâr, cemâl-i mutlak ve hüsn-i mutlak olan Allah’tır. Allah, bilinmek ve sevilmek istediğinden âdemi yaratıp kendine muhâtap edindi. Mekândan münezzeh olup kâinâta sığmayan Allah, mü’min kulunun kalbini kendisine tahsis etti. Gönle başka varlıkların, başka sevgililerin girmesini aslâ hoş görmedi ve uygun bulmadı. Bu bakımdan insan kalbi “âyîne-i Samed” olarak nitelenmiştir.
Vasl, vuslat, visâl aynı kökten türeyen kelimeler olup hemen hemen aynı mânâya gelir: Ayrılmış bulunulana ermeyi, kavuşmayı ifade eder. Vasl, sıkıntıda ve rahatken Hak’la birlikte (vahdette) olma makamıdır. Kısaca Sevgili’ye kavuşmaya, ona ermeye, onunla olmaya vasl/visâl denir. Hicr/hecr ise zâhiren veya bâtınen Hak’tan başkasına iltifat etme, âşığın sevgiliden ayrı ve uzak düşmesi olup son derece acı ve ıstırap verici bir durumdur. Aziz Mahmûd-ı Hüdâî, ayrılığı şu nefis beyitle ifade etmiştir:
"Canları hasret oduna yandırır ayrılık âh ayrılık
Lezzetinden âlemin usandırır ayrılık âh ayrılık"
Hulûsi Efendi’nin beytinin ilk mısraında “merhem-i vasl”, “hasta-i hecr” ve “devâ” ile bir tenâsüp sanatı yapılarak anlam zenginliği sağlanmıştır. İkinci mısrada ise merhem-i vaslın nasıl elde edilebileceğini ifade ediliyor. Ayrılık derdini tedavi edecek olan kavuşma merhemini elde etmenin şartı canından geçmektir.
Bu fedâkârlığı yapamayan sevgiliye kavuşamaz. Canından geçmekten maksat nefis, hevâ ve hevesât bakımından âdetâ ölü gibi olmak; elini eteğini her türlü günah ve mâsivâdan çekmek, kalbi asıl Sevgili’ye tahsis etmektir. Söylemesi kolay gibi gelse de bu, pek de kolay bir iş değildir. Hulûsi Efendi bu beyitte “Ölmeden önce ölünüz.” prensibine telmihte bulunmaktadır.
2.Sanma dil-i âşıkı gayrı safâ râm eder
Değme işe âşıkân sanma kılar cân fedâ
(Âşığın gönlünü başka safâların râm edeceğini sanma! Âşıkların, değme işe can fedâ edeceklerini sanma!)
Âşık sıradan insan değildir. Âşık, kalbini asıl Sevgili’ye tahsis ettiğinden başka hiçbir sevinçle tatmin olmaz, huzur bulmaz. Onun kalbinde Allah sevgisi öyle yer etmiş ki, mâsivâ girecek bir menfez bulamaz. Râbia-i Edaviyye, Allah sevgisinin kalbini kapladığını, şeytana adâvet edecek yer kalmadığını söylerken bu gerçeği ifade ediyordu.
Bir başka sözünde, “Allah’ı seven kimsenin, sevgiliye kavuşmadıkça feryad ve figânı dinmez.” demektedir bu sevginin insandaki yerine işaret etmektedir. Hulûsi Efendi beyitte kesin bir ifade ile âşıkların başka sevinçlere ram olamayacağını ifade ederken Ra’d Suresi’nin 28. âyetine hatırlatmaktadır: “Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur.”
3.Müftî-i aşkın ezelden beri fetvâsı budur
Cân verene vasl-ı yâr u vasl-ı yâra cân bahâ
(Aşk müftüsünün ezelden beri fetvâsı budur: Can verene, sevgiliye kavuşma; sevgiliye kavuşmaya da canı fedâ (etmek gerek)).
Aşk hakkında fetvâ veren müftü tanımlanması çok güzel düşmüş. Aşk müftüsünün fetvâsı âşıklara can fedâ etmeleri gerektiğini söyleyerek bu fedâkârlığın sevgiliye kavuşma ile sonuçlanacağını hükme bağlıyor. İlk beyitteki durumu pekiştirme açısından yerinde bir ifade. Her işin bir bedeli, bir karşılığı vardır. Ezel ve Ebed Sultanı’nın sevgisinin bedeli, pahası âşığın canıdır.
4.Cân ü cihân kaygısın çekmedi âşık olan
Dikmedi cân mülküne aşkdan özge bir livâ
(Âşık olan can ve dünya kaygısı çekmedi; can ülkesine aşktan özge bir bayrak dikmedi.)
İlâhî aşkla sermest olan hakîkat yolcusu için biricik amaç rızâ kapısından geçerek visâle ermek, ezelî Sevgili’ye kavuşmaktır. Âşık, can ve cihan endişesi taşımaz. İnsanın en önemli varlığı canıdır. Âşık, canını sevgiliye kavuşmak için gözünü kırpmadan fedâ etmekten çekinmez. Nasıl fedâ etmesin ki, ucunda Cemîl-i Mutlak’ın rü’yeti gibi bir ödül vardır.
İkinci mısrada bir ülke manzarası çiziliyor: Can ülkesi… Ülke söz konusu olunca bayrak ve padişah da olur. Gönül ülkesinde dalgalanan tek bayrak aşk bayrağıdır. Dolayısıyla can ülkesinde aşkın hükmü geçerlidir. Beyitte can, “gönül” anlamında kullanılmıştır. Gönül Kâbe kıymetindedir zira bânîsi, mimarı bizzat âlemin Hâlık’ı olup gönlü kendine tahsis etmiştir. Eşrefoğlu Rûmî, mâsivâdan arınan gönlün aşkla nurlandığını şu beytiyle ifade etmektedir:
"Âşıkun gönli hemîşe ışkıla pür-nûrdur
Ol gönül nite ola çün ışkıla maʻmûrdur"
(Aşkla, özellikle ilâhî aşkla mamur olan gönül nasıl olur varın tasavvur edin.)
Ümmî Sinan da benzer düşünceleri ifade eder:
"Kevn ü mekânın nakşını pâk eyle gönülden
Nakkâş’a iriş gayrıya aldanmagıl zinhâr"
(Gönül mülkü, can diyarında sadece aşkın bayrağı dalgalanır; Ezel ve Ebed Sultanı’nın sevgisi hükümran olur, başka sevgilere yer kalmaz.)
Erzurumlu İbrahim Hakkı da gönlün Allah’a ait olduğunu dile getiren şairlerdendir:
"Dil beyt-i Hudâ’dır anı pâk eyle sivâdan
Kasrına nüzûl eyler o sultan gecelerde"
(Hak yolcusu, geceleri uyanık kalarak kalbini mâsivâdan temizler ve cânânı zikrederse Sultan gönül evine nüzûl eder, şenlendirir.)
Gönlün Allah’a ait olduğu hususta son sözü Alvarlı Efe Muhammed Lütfî Hazretleri’ne bırakalım:
"Gönül vahdet sarayıdır mahall-i gonce-i tevhîd
Tecellî-hânedir esrâr müsellem ehl-i irfâne"
Beyitte cihan, dikmek, mülk ve livâ arasında bir tenâsüp anlam bütünlüğü sağlıyor.
5.Bahtlı ola yaralı sara zahmın yâr eli
Cevrini yârın bile cânânına zevk u safâ
(Talihli yaralının yarasını sevgili eli sara. (Âşık), sevgilinin kendisine yaptığı eziyetten zevk ve safâ aldığını bilsin.)
Klasik şiirimizde sevgilinin âşığına eziyet etmesi alışılmış, sıradan bir durumdur. Sevgili âşığını türlü eziyetlerle sürekli imtihan eder. Âşığın, cevr ve cefâya katlanması sevgiliye keyif verir. Âşık sevgilinin eziyetini bir tür mutlulukla karşılar, zira bu, sevgilinin onunla ilgilendiğini gösterir. Âşık için sevgiliden gelen eziyet makbuldür. Birçok şair eziyetin devâmını istemiştir. Bu tür şairlerin başında Fuzûlî gelir:
"Görüp endîşe-i katlimde ol mâhı budur derdim
Ki bu endîşeden ol meh peşîmân olmasın yâ Rab"
Gazelin bir diğer beytinde şöyle seslenir:
"Demen kim adli yok yâ zulmü çok her hâl ile olsa
Gönül tahtına andan özge sultân olmasın yâ Rab"
Cevr kelimesi tasavvufta, sâliki ruh bakımından yükselmekten alıkoymak anlamında kullanılır. Allah, sevdiği kulunu musîbet ve sıkıntılarla imtihan eder. Belâların en şiddetlisi peygamberlere, sonra velîlere ve diğer sevdiklerine gelmiştir. Kulun sadâkati bu musîbetlere tahammülle ölçülür.
Kulun rızâ ve teslîmiyetle kabullenmesi Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğunu netice verir. Hulûsi Efendi’nin beytinde yaralı, sara, zahmın, yar eli ve cevr kelimeleri ile zengin bir tenâsüp vardır. Cevrin zevk ve safâ vermesi ise tezat olup anlama bir derinlik ve tesir kazandırmıştır.
6.Dost yolunda âşıkın sıdkına oldu delîl
Derdine sabr eyleye etmeye çûn u çirâ
(Dost yolunda âşığın sevgiliden gelen eziyete sabredip “niçin nasıl” dememesi sıdkına/samimiyetine delildir.)
Dost Allah’tır. Eğer Allah dostsa bütün varlıklar dosttur. Bir önceki beyitte de ifade edildiği üzere âşık dostun, sevgilinin yaptığı eziyete gönüllü olarak katlanmak zorundadır. Âşık, sabr eder, niçin, nasıl demeden teslim olursa sıdkını isbatlamış olur. Bu beyit bizi, Bakara suresi 156. âyete götürür: “Biz Allah'ın kullarıyız ve biz O’na döneceğiz.” âyetine ulaştırır. Musîbet darbesinin indiği anda kul bu âyette bahsedilen sabrı gösterebilirse Hakk’ın tarife gelmez lütuflarına mazhar olur.
7.Ad u sândan geçip sen de Hulûsi hemân
Nâm ü nişân terkin ur âşık isen merhabâ
(Ey Hulûsi, sen de hemen ad ve şandan geçip eğer nam ve nişanı terk edip âşık isen merhabâ!)
Seyr ü sülûkta şan ve şöhretin en önemli sebebi olan “ene”yi terk etmek, “benlik”ten geçmek en önemli geçitlerden biridir. Âşık, şan ve şöhret kazanmak peşinde koşmayacak, toprak gibi tevâzu sahibi olacaktır. Yaptığı güzel işlerin Allah’tan olduğunun bilincinde olup kötülüklerin, günahların nefsinden geldiğini unutmayacaktır.
Bu şuurda olan ve ölümlü olduğunu bilen bir insan kuşkusuz şan şöhret peşinde koşmaz, gösterişe, riyâya ve ucbe tenezzül etmez. Hakîkî dosta sevgiliye kavuşmak isteyen bütün varlığıyla ona yönelecek, dünyevî en küçük bir çıkar kaygısı taşımayacaktır. İnsanlar arasında “iyi biri” diye gösterilmek için bir çabanın içine girmeyecektir.
Hulûsi Efendi bu son beyitte birçok kâmil insanın yaptığı gibi nefsine dönüp söylediklerini yapmasını ister: Sen de eğer gerçek âşık isen hemen, derhal şan şöhret düşüncesini bırak, terk et. Bunu başarabilirsen “Merhabâ, hoş geldin.” demektedir. “Merhabâ” kelimesi, “rahat olun, yeriniz geniş olsun, hoş geldiniz” anlamında Arapça bir kelime. Beyitte bu kelimeye “âferîn” anlamı da yüklenmiş gibi görünüyor, zira şan ve şöhret arzusunu terk etmeyi başarmak gerçek anlamda âferini hak eder.
Kaynakça:
Ali Nihat TARLAN, Fuzulî Dîvânı Şerhi, Akçağ Yayınları, Ankara2011.
Alvarlı Muhammed Lutfî, Hulâsatü’l-Hakâyık, İstanbul 1974.
Aziz Mahmud Hudâyî, Dîvân-ı İlâhiyât, (Haz. Ziver Tezeren), İstanbul 1986.
Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz. Mehmet Akkuş- Ali Yılmaz), Nasihat Yay., İstanbul 2019.
Erzurumlu İbrahim Hakkı, Dîvân, (Haz. Numan Külekçi-Turgut Karabey), Erzurum 1997.
Eşrefoğlu Rûmî, Dîvân, (İnceleme -Karşılaştırmalı Metin, (Haz. Mustafa Güneş), Ankara 2000.
İsmail Parlatır, Osmanlı Türkçesi Sözlüğü, Ankara 2016.
Kur’ân-ı Kerim ve Açıklamalı Meâli, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 014.
Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Kabalcı Yayınları, İstanbul 2005.
Ümmî Sinan Dîvânı: İnceleme-Metin (Haz. A. Azmi Bilgin), MEB Yayınları İstanbul 2000.
Mahmut KAPLAN
YazarMebde-i kevn ü mekândur besmeleBâṭın-ı cân u cihândur besmeleSırr-ı ġayba bulmaḳ istersen vüṣûlDilde ḫoş vird-i zebândur besmeleHarf:Günlük hayatta iletişimi sesli veya yazılı biçimde sağlarız. Sözlü...
Yazar: Mahmut KAPLAN
Sûfîler tasavvuf ilmini diğer İslâmî ilimlerden soyutlayarak salt bir şekilde ele almamışlardır. Diğer İslâmî ilimlerle iştigâl eden İslâm ulemâsı da tasavvuf ilmiyle kabul veya ret bağlamında bir şek...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Adâlet, haklıya hakkını vermek, zâlime engel olup mazlûmu korumaktır. Haksızlığı gidermeye çalışırken yeni mazlumlar üretmemek, ata ot, aslana et vermektir. Adâlet, işi ehline vermek böylece insanlara...
Yazar: Mahmut KAPLAN
Artuklu Mühendisi CezerîArtuklular; Hasankeyf, Mardin ve Harput olmak üzere üç ayrı merkezde, XIII. ve XV. yüzyıllar arasında birbirleriyle ilişkili ama bağımsız üç beylik hâlinde yaklaşık 300 yıl hük...
Yazar: Resul KESENCELİ