İslâm Medeniyetinin Cihanşümul Yapısı
Peygamber Efendimiz İslâm’ı tebliğ edip vahyin aydınlığında insanlığı hak ve hakîkate davet etmeye başlayınca hakîkat güneşi doğup câhiliye döneminin zifirî karanlığı ortadan kaldırılmıştır. Peygamber Efendimiz’in yetiştirdiği sahâbe nesli kurucu ve inşâ edici bir topluma bürünmüş, adâlet, merhamet, gayret ve hakîkat mücâdelesinin öncü nesli olmuştur. Peygamber Efendimiz’in başlattığı uyanış hareketi, kısa sürede meyvesini vermiş, çeyrek asırlık zaman zarfında devrinin iki süper devletinden birini hâkimiyeti altına almış, diğerini etkisiz hale getirmiştir. Hicrî ilk asır tamamlandığında Hindistan’dan Atlas Okyanusu’na kadar olan kadîm medeniyetlerin topraklarının büyük bir kısmı Müslümanlar tarafından fethedilmiştir.[i]
İslâm medeniyetinin kendine özgü bir inancı, kendi coğrafyası, kendine özgü bir rengi olmakla birlikte geniş bir coğrafyaya hitap eden küresel bir medeniyet olmuştur. Değişik etnik kitleleri, farklı milletleri, farklı mezhepleri, değişik meşrepleri, farklı kültürleri bünyesinde barındırmış, kapsayıcı ve kuşatıcı bir medeniyettir. Bu coğrafyada göz nûru ve alın teri ile tamamlanan bir kompozisyondur. Bu durum musiki koroları ile açıklanabilir. Yirmi hânende ve yirmi sâzendesi olan bir koroda kırk farklı ses var demektir. Fakat şefin işaretleri bu farklılıkları ortadan kaldırmakta, âhenkli bir ses meydana getirmektedir. İslâm medeniyetinde de tarih boyunca Müslüman önderlerin rehberliğinde işte böylesi bir “bütünlük” bulunmaktadır.[ii]
İslâm medeniyetindeki ana gâyenin güzeli yakalama çabası olduğunu belirtmemiz bir gerçeğin ifadesidir. Bu durumu Mustafa Kara’nın şu tesbitleriyle dile getirmemiz yerinde olacaktır: “Yaşlı dünyamızın tanıdığı medeniyetlerden biri de İslâm medeniyetidir. Yani çok farklı kıtalarda yaşayan Müslümanlar ilim, felsefe ve sanat alanlarında ‘altın madalya’ almış ve komşu devlet ve milletler onları tercüme ederek taklit etme ihtiyacını hissetmişlerdir. Âlim ve ârifler gerçeği arayıp bulma aşkıyla bütün ilimlerde ve felsefî konularda mektep ve medreselerde gece gündüz çalışırken, bir grubu da güzel sanatların, rûhu kanatlandıran alanlarında vecd içinde ‘güzel’i yakalamanın hazzını yaşamıştır. Bir kısmı aklın imkânlarıyla yürürken bir bölümü kalbin mevhibelerini aramıştır. Bir kısmı imanın derinliklerine dalarken bir bölümü ibâdetin zenginlikleriyle tanışmıştır. Bir kısmı musikînin lâhûtî atmosferinde yürürken, bir bölümü de ahlâkî kemâlâtın zirvelerine tırmanmıştır. Bir grubu rasathânelerde sabahlarken, bir grubu hastanelerde tıbbî çareler peşinde koşmuştur. İtiraf etmek gerekir ki, bu konunun ciddiyetini kavrayan yöneticiler olmasaydı bütün bu ulvî faaliyetlerin doğma ve yaşama imkânı olmayabilirdi. Bu yöneticilerin bir kısmının çar, kral, bir kısmının şah, imparator, bir kısmının han, bir kısmının padişah, bir kısmının emir, bir kısmının sultan olması meseleyi değiştirmemiştir.”[iii]
İslâm medeniyeti kapalı, kendinden ibaret, açılımdan yoksun bir medeniyet değil açık ve girişimci bir medeniyettir. Diğer kültür ve medeniyetleri etkilediği gibi, farklı kültür ve coğrafyalardan etkilenip beslenebilmiş bir medeniyettir. Kültürel, ekonomik, siyasal ve bilimsel gelişmelere hazır bir atmosfer oluşturulan İslâm medeniyetinde farklılıklar âdetâ bir bütünün parçası haline gelmiştir. İslâm medeniyetinde çatışmanın yerine âhenk, taassubun yerine müsâmaha kültürü, ötekileştirmenin yerine cihanşümul bir yaklaşım hâkim olmuştur. Yerel ve donuk bir çehre değil evrensel ve dinamik bir yapı husûle gelmiştir.[iv]
İslâm medeniyetinde kitleler kendi kimlik dokusunu muhâfaza etmenin huzurunu yaşardı. İslâm medeniyetinde halklar kendi kimliklerini içine doğdukları kendi ailesi, kabîlesi, sınıfı, dini ve sosyal çevresinden alırdı. Halkların kimliklerini belirleyen unsur kısaca doğduğu ortam ve konumdu. Modern toplumlarda ise maalesef kimlikler bile artık politik güçler tarafından inşâ edilmeye ve iktidarlar tarafından vatandaşlara verilmeye başlandı. Kimlik doğal bir duruma işaret ederken, bu özellik terk edilerek yasa ve siyâsî irâde ile yaratılan, tanımlanan, inşâ edilen bir duruma dönüştürüldü. Günümüz Batı medeniyetinde toplumsal düzeyde kişinin kendi kimliğini tanımlamasında veya kimliğini oluşturmasında son derece önemli olan etnik, yerel ve dinî özellikler yok sayıldı. Bir kişinin Müslüman, Hıristiyan veya Mûsevî olması toplumsal ilişkilerde son derece önemli bir kimlik özelliği iken, siyasal planda yok sayılır hale geldi. Dinin veya yerel geleneksel değerlerin kimlik tayininde bir etkisinin olamayacağı benimsendi. Batı medeniyeti yerel ve farklı kimlik unsurlarını yok saymak ve kabul etmemek suretiyle farklı kültürel kodları tanımamaya, kabul etmemeye ve kimliğini yok etmeye, hâkim kültürü dayatmaya, küresel bir kültür transferine ve tektipleştirmeye çalışmaktadır. Modern Batı medeniyetinde kimliği yok edilen kişiler milyonların içerisinde hiç olarak görülmekte, yok edilmekte ve varlığını başkalarına kanıtlama ihtiyacı içerisinde bulunmaktadır. Bu durum modern kent toplumlarındaki “anomi” hâliyle birleşince modern toplumların en önemli toplumsal sorunu olan "yabancılaşma/alienation" sorunuyla bizi tanıştırmaktadır. Binlerce, hatta milyonlarca insanla aynı mekânda yaşamakla birlikte yapayalnızsınız, başkalarıyla paylaştığınız bir şey yoktur ve varlığınızdan başkaları haberdar değildir. Toplumsal ve ekonomik farklılıklar, işsizlik ve ayrımcılık gibi yakıcı sorunlar ise bu durumu daha da katmerli hale getirmektedir.[v] İslâm medeniyeti mensuplarının “kimlik”, “duygu” ve “düşünce” farklılıklarını tanıdığı, kabul ettiği ve “farklı olana” tahammül edebildiği için modern dönemde yaşanan küresel şiddetin önünü almıştır. Modernite gibi yerel ve farklı kimlikleri yok sayıp homojen bir toplum ve kimlik yaratma çabasına girmemiştir. Tarih boyunca Müslümanlar modern batı ülkeleri gibi ağır faturalar ödemek durumunda kalmamış, batılı devletler gibi sömürge yarışına koyulmamış, batılı güçler gibi emperyal emellerin peşine düşmemiş ve Batı medeniyeti gibi diğer kültürel kodları ortadan kaldırma aymazlığına bürünmemiştir.[vi]
İslâm medeniyetinde akıl ve hikmet, bilgi ve irfan, fert ve toplum, halk ve devlet, madde ve ruh, otorite ve adâlet, ben ve öteki, merhamet ve sorumluluk bir bütündü. Ne yazık ki, bugün Batı medeniyetinde akıl egemen oldu, ama hikmet kayboldu. Batılı toplumlar bilgiyi yakaladı ve güç hâline getirdiler, ama irfânı bir türlü kazanamadılar.[vii] “İnsan insanın kurdudur.” felsefesiyle adâleti değil gücü öncelikli hâle getirdiler. Üretme çabasına girdiler, ama hep kendileri için tüketmenin derdine koyuldular.[viii]
Batılı güçler bugün tarihin en büyük değer kaybını yaşamaktadırlar. İnsan hakları, hukuk devleti, sınırlı iktidar, kadınların daha aktif olarak sosyal ve siyasal hayata iştirak etmeleri gibi değerler ve uygulamalar konusunda demokrasi havârisi kesilmişlerdir. Irak’ın işgâli, Afganistan dramı, Suriye’deki kaotik yapı, Filistin’in işgâli, Myanmar dramı, Afrika halklarının açlık ve kıtlığı, etnik çatışmaların kışkırtılması, İslâmafobya girişimleri, kendi emellerine hizmet etmeyen iktidarları ortadan kaldıran darbe girişimleri ile batılı güçler maalesef dünyayı ateş çemberine salmışlardır.[ix]
Batı medeniyetinde olduğu gibi iç dünyayı imhâ eden ve yalnızca dışa dönük faaliyetlerde bulunan medeniyetler yıkıcı, talan eden ve sömüren güçler olmuştur. Konfüçyanizm, Budizm, Hinduizm gibi doğu hikmet gelenekleri gibi “dış dünya”yı ihmal edip yalnızca içe dönük faaliyetlerde bulunan medeniyetler ise dışardan gelen saldırılara karşı direnç noktaları geliştirmekte zorlanmışlar, üzerlerine gelen saldırının şiddetiyle orantılı olarak içlerine kapanmışlar ve zamanla fosilleşmekten kurtulamamışlardır. İslâm medeniyeti ise bu iki uç medeniyetlerin savruluşundan çok uzakta ve dengede bir yükselişin deneyimini gerçekleştirmiştir. İslâm medeniyeti hem dışa dönük hem de içe dönük bir medeniyettir. İslâm medeniyetinde iç dünya ihmâl edilmediği gibi dış dünya da imhâ edilmemiştir.[x]
Batı medeniyeti insanlığa bilgide, kültürde ve teknolojide çok şey kazandırmakla birlikte, mâverâsı olmayan bir medeniyettir. İslâm medeniyetini farklı kılan unsur ise onun insana ve kâinata bir mâverâ bakışını kazandırmasıdır. Batı medeniyeti sadece görünür olanı esas alırken İslâm medeniyeti görünenin ötesinde gaybı da içe bakış sanatını da madde kadar râhu da esas almaktadır. Batı medeniyeti gözü ve gösterişi, imaj ve makyajı esas alırken İslâm medeniyeti sadece gözün görmesi ile yetinmez, aklın nazarıyla kalbin basîretini birleştirmek; gözün görüşünü, aklın nazarını, kalbin basar ve basîretini birleştirmek isteyen bir medeniyettir.[xi]
Müslüman düşünürler, İslâm’ın ana kaynaklarının ışığında diğer kültürleri detaylı bir şekilde incelediler. Onlar diğerlerinin olumsuz yanlarını dışlarken, olumlu yanlarını içselleştirdiler.[xii] Batı medeniyetinde olduğu gibi diğer medeniyetler de İslâm kültür ve medeniyetinden etkilenerek değişim gerçekleştirmişlerdir. Batı’daki ilk üniversitelerin kurulması büyük ölçüde İslâm medreselerinin tesiri altında gerçekleşmiştir. Avrupa’nın ilk üniversiteleri arasında Paris Notre Dame Üniversitesi ile İngiltere’deki Oxfort ve Cambridre Üniversitelerine işaret edilebilir. Bu üniversiteler hemen hemen 1215 yılı civarında kurulmuştur. Bunlardan sonra İtalya’daki Bolonya ve Podova üniversiteleri gibi başka üniversiteler de kurulmuştur. Bahsi geçen bu üniversiteler Endülüs ve Selçuklu medeniyetindeki medreseleri kendilerine örnek almış ve buralarda İslâmî metinler okutulmuştur. Gütenberg Matbaasının icadından sonra, İncil’den sonra mükerrer baskısı yapılan ikinci kitap, en önemli tıp kitabı sayılan İbni Sina’nın Kitâb-ı Kânûn’u olmuştur. Felsefede ise Saint Thomas gibileri İbni Sina’nın nazariyelerinden etkilenmişlerdir. İslâm felsefesinin tesiri altında Hıristiyan felsefesinde de birtakım mektepler kurulmuştur. Bunlar arasında Latin İbni Rüşdiler mektebine işaret edilebilir. Bu mektep iki yüzyıl boyunca Avrupa’nın en mühim fikir mekteplerinden biri olmuştur.[xiii]
İslâm medeniyetinden ileri düzeyde beslenen batı medeniyeti İslâm medeniyetinin maddî medeniyet olduğu kadar bir mânevî medeniyet olduğunu idrak edemedi. İslâm medeniyeti peygamberlerin, sâlihlerin, erdemlilerin ve mâneviyat önderlerinin öncülük ettiği insanı yaşatma medeniyeti idi. İslâm medeniyetinde insanın kozmik statüsüne dikkat çekilmekte ve insanlığı varlık hikmetinin şuurunda olarak hayatını sürdürmeye davet edilmekteydi. İslâm medeniyetinden insanın dışa dönük ve âfâkî âlemi çözümlemesi kadar, içe dönük ve enfûsî âlemde de yol katetmesi istenmektedir. İnsanı muhâtap alan İslâm medeniyeti insana yatırım yapmayı gâye edinmiş, insanı eşyânın tasallutundan kurtarmayı hedeflemiş, insanı iman ve ibâdet potasında eritmiş, insanın hem Rabb’ini hem de kendisini tanımasını istemiş bir medeniyettir.[xiv]
İslâm medeniyetinin çocukları olarak bizler şanlı tarihimizin altın sayfalarına sahibiz. Medreseleri, tekkeleri, türbeleri, camileri, hanları, hamamları, köprüleri, çeşmeleri, sebilleri, aşevleri, kümbetleri, şifâhâneleri, bîmarhâneleri, vakıfları, bedestenleri, çarşıları, pazarları, evleri, konakları, sarayları, yazma eserleri, kütüphâneleri, köyleri ve kentleri ile İslâm medeniyetinin bakiyeleri yerli ve yabancı herkesi, bütün araştırmacı, incelemeci, gözlemci ve meraklılarını imrendirmektedir. Bize düşen medeniyetimize sahip çıkmaktır. Bu güçlü medeniyetin eşsiz eserlerine ne kadar sahip çıkıyoruz? Maalesef bu soruya yeterince müsbet cevap veremiyoruz. Hâl-i pür-melâlimizin örneğini İsmail Kara şu anekdotuyla bizlere sunmaktadır: “(...) Yugoslavya’nın üç büyük şairinden birisi Bükreş’te büyükelçi olarak vazife gördü. Sekiz ay uğraştım, onu İstanbul’a getirdim. Yabancı şair Büyükelçi ile gezdiğimiz gibi Tataresko, Tirulesko ile de dolaştık, medeniyetimizin bir şâheseri olan Süleymaniye Camii’ni beraber ziyâret ettik. Sultan Süleyman’ın türbesini de gezmek arzusuna düştüler. Beraber türbeye yürüdük, baktık, kapısı kapalı; on-on bir yaşındaki çocuklar orada oynuyorlar. En kabadayısına yaklaştım; ‘Oğlum, acaba türbedârı bulabilir misin?’ dedim. Cevap verdi: ‘Onu bulmak çok zordur, isterseniz arayalım.’ dedi. Vaziyeti biliyordum, söyleyecek şey bulamadım. Onlar ‘Gâlibâ tamir var.’ dediler, fakat iskele yok. Kafamı kurcalıyorum, o kadar kurcalıyorum ki o dakikaya yarayacak bir şey söylemek istiyordum, fakat bulamıyordum. Nihâyet şunları söyleyebildim: ‘Bir müddet mâzî ile alâkamızı kesmek istedik, onun için türbeleri kapattık dedim. Yabancı diplomat yüzüme baktı, ‘Ciddî mi söylüyorsunuz?’ dedi. Cevap verdim, ‘Ciddî!’ dedim. Şu sözleri söyledi: ‘Böyle tarihi olmayan milletler, tarih huzurunda esâtîr, efsâne uydururlar. Sizin ise büyük bir tarihiniz vardır. Bu tarihi yapanların türbesini nasıl kapatıyorsunuz?’ diye sordu.[xv]
Mehmet Ali Birand, bir yazısında Almanya’nın ünlü bir müzesinin müdürü ile gerçekleşen bir konuşmasını bizlere aktarmaktadır. Bu Alman müze müdürünün tarihî eser kaçakçılığı konusunda son derece ilginç bir yaklaşımını bizlere şu şekilde sunmaktadır: “Eğer bir ülke ve o ülkenin toplumu, kendi toprakları üzerindeki tarihî zenginliğe sahip çıkmaz, o zenginliklere lâyık olduğunu da bu tutumuyla göstermezse, başkaları gelir ve götürürler. Bu hazineler sadece bir ülkeye ait de değildir. Nerede gerçek değerlerini bulur, iyi korunur ve iyi sergilenirlerse, oranın malı olurlar.”[xvi]
Aynı dili konuşmadığımızda, ne dediğini anlamadığımızda ve kendisinden uzaklaştığımızda tarihimiz bize küsecek, bizler medeniyetimizden kopacağız. Tarihimize sahip çıkmadığımızda, medeniyetimize yaklaşmadığımızda ve medeniyetimizin dilinden konuşmadığımızda bizim olan medeniyetimiz bizi terk edecektir. Tarihimize yabancılaştığımızda, onu anlayamadığımızda ve onu anlayabileceğimize inanmadığımızda tarihimiz bir küsecektir.[xvii]
Bize düşen tarihimize sahip çıkmaktır. Bir an evvel düştüğümüz yerden kalkmasını bilmeliyiz. Kültür ve medeniyetimizi yeniden canlandırmanın derdine düşmeliyiz. Taklitçi zihniyetten tahkik inceliğine, vurdumduymaz tabiattan duyarlı bir kimliğe dönüşmeliyiz. Yabancıların kazanımlarımızı yok saymasına fırsat vermemeliyiz. Mâzîden ilham alıp âtîmizi yeniden mamur kılmalıyız. Yeni neslimize millet olmanın, ümmet olmanın ve insanca yaşamanın kıymet-i harbiyesini en güzel şekilde öğretmeliyiz. Tefrikaya düşmeden, ayrılıkçı zihniyetlere bürünmeden, ihânet şebekelerine fırsat vermedin hiçbir insanımızı yaban ellere ve yanlış adreslere sevk etmemeliyiz. İslâm medeniyetinin çocukları olarak yeniden şahlanmanın, uyanışın ve dirilişin destanını yazmalıyız.
[i] Bekir Karlığa, İslam Düşüncesi’nin Batı Düşüncesi’ne Etkileri, Litera Yayıncılık, İstanbul 2004, s. 177.
[ii] Mustafa Kara, Buhara Bursa Bosna Şehirler/Sûfîler/Tekkeler, Dergâh Yayınları, İstanbul 2012, s. 144.
[iii] Kara, Buhara Bursa Bosna, s. 145.
[iv] Karlığa, İslam Düşüncesi’nin Batı Düşüncesi’ne Etkileri, s. 49.
[v] Davut Dursun, “Kimlik Krizi”, Yeni Şafak Gazetesi, 17.11.2005.
[vi] Dursun, “Kimlik Krizi”, Yeni Şafak Gazetesi, 17.11.2005.
[vii] Sâmiha Ayverdi, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, Kubbealtı Neşriyâtı, 4. Baskı, İstanbul 1999, 17.
[viii] Sâmiha Ayverdi, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, 17.
[ix] Davut Dursun, “Irak İşgalinin Öğrettikleri”, Yeni Şafak Gazetesi, 28.03.2006.
[x] Yusuf Kaplan, “İSAM, neden çağdaş bir beytü'l-hikme olmasın ki!”, Yeni Şafak Gazetesi, 09.06.2006.
[xi] Mehmet Görmez, “Mâverâünnehir ‘Mâverâ’sını Kaybettiğinde Esaret Başladı”, Sûfî Gelenek ve Hayat Keşkül, İstanbul 2010, Güz, Sayı: 16, s. 27.
[xii] Gürdoğan, Nazif, “Globelleşmeye Karşı Glokalleşme”, Yeni Şafak Gazetesi, 18.07.2001, s.11.
[xiii] Gulam Rıza Avani, “Ortaçağ’da ve Rönesans’ta Din ve Felsefenin Durumu”, Hikmet ve Sanat (Makaleler), çev. Mehmet Kanar, İnsan Yayınları, İstanbul 2007, s. 185.
[xiv] İbrahim Baz, Abdülehad Nuri-i Sivasi Hayatı Eserleri Görüşleri, İnsan Yayınları, İstanbul 2007, s. 11-12.
[xv] İsmail Kara, Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Melse Olarak İslam, Dergâh Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2008, s. 253.
[xvi] Mehmet Ali Birand, “Karun’a Layık Değilmişiz”, Hürriyet, 31.05.2006.
[xvii] Dücane Cündioğlu, “Sahtekârlığın Tarihi: Bilim + Siyaset = Oryantalizm –Musul Kadısı İmam Alizâde’nin Mektubu-”, Marife, Konya, Bahar 2007, c.VI, Sy.3, s. 35.
Kadir ÖZKÖSE
Yazar34.Hadis"Nice saçı başı dağınık pejmürde ve kapılardan kovulmuş insan vardır ki, eğer bir şey hakkında Allah’a yemin etse, Allah yemininde sâdık çıkarır." [1]Somuncu Baba Diyor ki:"Kendi isteğiyle son...
Yazar: Enbiya YILDIRIM
Afrika coğrafyası geçmişten günümüze pek çok tarîkatın etkinliğine sahne olmaktadır. Afrika’da tarîkatlar hayatın bir gerçeğidir. İslâm’ın yayılması ve yaşaması tarîkatların bizzat öncülük etmesiyle g...
Yazar: Kadir ÖZKÖSE
Hz. Hüseyin (r.a.) ve ehl-i beytten yetmiş kişinin Kerbela’da şehit edilmesi, mü’minlerin gönüllerinde onarılması mümkün olmayan derin izler bırakmıştır. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in “cennet’in delikanlı...
Yazar: Fatih ÇINAR
Şöyle bir baktım da güzel yurdumaCihana gıptada eserler gördümSeherde göz süzdüm şanlı ordumaAk alnı secdede neferler gördüm.Bir kıyam başladı bilimde, fendeNecip Türk milleti daima öndeİnançla vuruld...
Yazar: Hacı KISIR