Yok Olarak Var’ın Muhabbetine Ulaşabilmek
İslâm tasavvufunda asıl amaç, Allah’a ulaşmaktır. Bu hedefe varabilmek için dünyevî bağlardan, aşırı mal sevgisinden ve en nihâyetinde kendi varlığından geçmek gerekmektedir. Bu süreci gerçekleştirebilecek olan şey ise Allah aşkıdır. Bu aşk, Allah’tan başka her şeyi değersiz kılar ve yokluk âleminde tek gerçek olan Allah’a ulaşmayı hedefler.
Fenâfillah; “ölmeden önce ölmüş gibi olup” yokluğa erişmek, Allah’ın varlığında yok olmak, erimek anlamına gelir. Tasavvufta, evrende Allah’ın varlığından başka gerçek bir varlık olmadığına inanılır ve varlıklar sadece O’nu yansıtan aynalardır.
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.), varlık âleminden yokluk âlemine geçerken zorlu yolları aşmıştır. En önemli özelliği ilâhî aşk olan Hulûsi Efendi, aşk yolunu kendisine rehber edinmiş ve yokluk âlemindeki aşk, hayat felsefesini oluşturmuştur. İnsanın fânî dünyadaki her şeyi geride bırakıp kalıcı olana yönelmesi gerektiğini vurgular.
Hulûsi Efendi’nin şiirlerinde dünya, hayat ve ölüm bir arada işlenir. Dünyadaki bütün varlık geçicidir ve varlık âleminden yokluk âlemine ulaşma özlemi dile getirilir. Nefsini dünya arzularından arındıran ve dünya nimetlerini terk edenlerin âhirette mutlu olacağına inanılır.
Dünya Zevk ve Hevesi Kalmayanın Vuslâtı
İnsan, varlık dünyasında mekânsızdır ve gerçek mekân yokluk âlemi, yani âhirettir. Hulûsi Efendi (k.s.), doğduğu zamanın ve mekânın ötesine geçerek hakîkate yönelen bir yokluk yolcusudur. Tasavvufta, Allah aşkıyla eriyip yok olma kavramına “fenâ-fi’l-aşk” denir ve ilâhî aşk, “Cemâl-ı mutlak”a olan sevgiyi ifâde eder.
Hulûsi Efendi, ömrü boyunca bu sevgiyi büyük bir coşkuyla yaşamıştır. İlâhî aşkı talep eden Hulûsi Efendi, kendi varlığını kaybedip bulamayacağı bir aşk arzular. Hulûsi Efendi’ye göre, “tevhîd” elbisesini giyip varlığını yokluğa terk eden ve bu yolda ısrarla ilerleyen âşık, gerçek “er”dir.
Bu yüzden varlığını bırakması zorunludur. Sadece lafla ve sözle bu mertebeye ulaşılamaz. Varlığını açıkça ortaya koyamayan, benlik engelini aşamayan âşık, “yokluk” seviyesine erişemez. Varlığı terk edip Allah’a kulluk eden sûfî, her türlü gösterişten, “desinler”den, dedikodu ve gıybetten kaçınır, her şeyden vazgeçer ve “yokluk”ta “vuslât”a erişir. Ancak yokluktaki eriyiş insanı gerçek “bakâ”ya, yani kalıcılığa ulaştırır. Ölmeden önce ölmenin manası da buradadır.
Cân zevkine yet nefsi bırak tâlib-i Hakk ol
Her derdine dermânın ola merhem-i sohbet[1]
dizelerinde Hulûsi Efendi, eğer âşıkta dünya zevk ve hevesi kalmamışsa o artık “vuslat”a kavuşmuş derdinin dermânına erişmiş sayılır diyor.
Yokluk yolunda varlığın hîçdir Hulûsî kıymeti
Yok ol ki Hakk’ın varlığı zâhir ola her var ise[2]
Tasavvuf anlayışına göre, sâlikin bu aşamaya gelmesi, “tevhîd” inancının bir diğer ifâdesi olarak hayatta iken varlığını “yok” olarak kabul edip Allah’a ulaşması anlamına gelir. Tasavvuf bilginleri, aldıkları mânevî eğitim sayesinde neden yaratıldıklarını, yaşamın gerçek amacını ve ne yapmaları gerektiğini öğrenerek rûhsal bir yolculuğa çıkarlar.
Mutasavvıf şairler, insanın Yaradan’ı tanıması için yaşaması gerektiğini vurgulayarak, Yaradan’ın kendisinin bilinemeyeceğini, ama sıfatlarının öğrenilerek O’nu tanımanın tek yolunun O’nu sevmek ve O’na her şeyini, hatta canını fedâ ederek O’nda yok olmak olduğunu açıklar.
Hulûsi Efendi (k.s.)’nin Yokluk Anlayışı
Osman Hulûsi Efendi (k.s.)’nin yokluk anlayışı temelinde, dünyadaki maddî varlıklara önem vermemektedir, çünkü bunlar varlığı temsil etmektedir. Maddî varlıkları önemsememek, aslında tasavvuf bakış açısında bir tür yokluktur. Hulûsi Efendi, her nefes alıp verdiğinde Allah’a şükretmenin, yokluk gibi bir zenginliğe erişmiş olmanın ve aşkın sıkıntısının Allah’ta fenâ bulmanın sırrıyla bağlantılı olduğunu ifâde eder:
Her nefes hamd ü senâsı âşıkın
Varlığı yokluk gınâsı âşıkın
Derd-i aşk oldu safâsı âşıkın
Mahv-ı zât oldu fenâsı âşıkın[3]
Hulûsi Efendi Hazretleri’nin şiirlerinde mânevî yokluk, kendinden geçmektir, Allah’a ulaşmak için fânî olan âleme meyletmemektir. Âşık olan hamd ü senâsı, zenginliği, sefâsı onun nefsinin mahvolmasıyla mümkündür. Yaratılmışa Yaratan’dan dolayı çok önem vermektedir.
Yaşamı, ölümü, dünyayı mutlak varlıkla anlatmaktadır. Dünyanın fânîliğini sürekli öğüt yoluyla insanlara aktarmaktadır. Yokluğu, bütün maddî unsurlardan sıyrılarak mânevî doyuma ulaşıp ilâhî aşkta yok olmak olarak görmektedir. Tek gayesi mutlak varlık olan Allah’a ulaşmaktır.[4] Hazret varlıktan geçerek irfâna ulaşan yolu şöyle tarif etmektedir:
Bu aşk kim âşıkın varın yok eyler
Döner var ile her azın çok eyler
Bir olup birliğin Hakk’a verenler
Yok olup varlığın cümle Hak eyler[5]
İnsanın varlık sahnesine gelişinin esas sebebi muhabbettir. Hazret şöyle buyurur:
Şânına okundu hutbe-i “levlâk”
Şükr eyleyip dedin “vemâ şekernâk”
Seninçin halk oldu âlem ü eflâk
Ahsente ahsente hoş bâreke’llâh[6]
Klâsik Türk şiirinde sıkça karşılaşılan, “Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım.” hadîs-i kudsîsinden anlaşıldığı gibi, “hakîkat-ı Muhammediyye, vücûd-ı mutlakın ahadiyyetini vâhidiyyete dönüştürmek sûretiyle taayyüne başlamasıdır.” Allah’ın nûrundan ilk olarak Hz. Muhammed (s.a.v.) yaratıldığından “nûr-ı Muhammedî” olarak da anılır.
Ayna, aslında yokluktur. Allah’ın varlığı bu yokluk aynasında yansıyarak çokluğu meydana getirir. Mü’minin kalbi ne kadar temizse, Allah’a da o kadar yakın olur. “Sâlikler için taayyünler birer perdedir. Hakk’a yükseliş hâlinde bulunan sâlik bu perdeyi kaldırır, perdeleri açar ve en sonunda hakîkî varlığa ulaşıp yok olur, sır olur, yoklukta var olur.” Bu yolculuk “devir” olarak adlandırılır.
Mutlak varlıktan ayrılan nesne inişe geçer ve sırasıyla küllî akıl, dokuz akıl, dokuz nefis, dokuz felek, dört tabiat ve dört unsur seviyesine düşer. Daha sonra yükselişe geçerek sırayla madde, maden, bitki, hayvan, insan ve kâmil insan seviyesine çıkar. Bu merhalelerden geçtikten sonra geldiği noktaya geri döner.
Bu yolculuk bir dâire şeklinde düşünüldüğünden bu durum devir nazariyesi olarak adlandırılır. Bu aynı zamanda gölge bir varlık olan insanın, âlemin ve kendisinin birer gölge varlık olduğunu idrâk etmesi ve hakîkate ulaşma yolunda çaba harcamaya başlamasının da yolculuğudur.[7]
Gün gibi sâye saldı her cânibe cemâlin
Ol sâyede bilindi ey meh-rû kemâlin[8]
Hulûsi Efendi’nin varlık anlayışında, varlıkla yokluk arasında derin bir ilişki vardır. Hazret, “Dîvân” adlı eserinde bir metafor olarak gölgeyi kullanarak vahdet konusunu ele alır ve insanın evrendeki konumunu sorgular. Gölge, aslında nûrdan gelir, ancak nâr sâyesinde görünür hâle gelirken, varlıkların da aynı şekilde nûrun içinde bir yok oluş sürecine girdiğini ifade eder.
Hulûsi Efendi, varlıktan yokluğa doğru ilerleyen dinamik bir süreci tasvir eder. Osman Hulûsi Efendi, diğer sûfîler gibi varlıkları derecelendirir ve gölge varlığı bedenin en alt seviyesine yerleştirir. Ancak tasavvuf bilgelerine göre, insanın bilinç seviyesine ulaşabilmesi için bu gölge varlıkların varlığı önemli bir gerekliliktir.
Ancak uzun süre bu seviyede kalmamak şartıyla. Şiirlerinde vurgulanan, her zaman bir yansıma sonucu oluşan bu evrenin ve bu yansımaların içinde insanın en yüce varlık konumunu ve bir illüzyon olan gölgeyi değil, gerçeği sorgulamak ve bu gerçeğin peşinden giderek başlangıçtaki varlıktan yokluğa, yani Allah’a ulaşmayı hedeflemektir.[9]
Şiirin Hikmetle İnşâsı
Hulûsi Efendi (k.s.), sadece estetik açıdan büyük bir mutasavvıf şair değil, aynı zamanda şiirini ‘hikmet’le kurarak derin bir ‘varlık’ anlayışını ifâde eden bir bilgedir. İfâde ettiği her nutk-ı şerif, geçirdiği merhaleleri yansıtması bakımından önemlidir. ‘Yokluk’ temasına odaklanan bu derin şiirler, insanın varlık ile ilişkisini düşünmeye sevk eden fikirlerle doludur.
Kendi ‘yokluk’ sıkıntısını Rabb’inden gelen ‘varlık’ olarak algılayarak sunar ve böylece, metafizik anlamda bir ilerleme umar. Hulûsi Efendi’nin, düşünce geleneğimizdeki derin tefekkürü yansıtan bu önemli şiirleri, insanı ‘varoluş’un ve dolayısıyla evrenin önemli bir parçası olarak sunan ifâdeleriyle karşılaştırıldığında, bireyin ruhsal ve metafizik gelişimindeki temel aşamaları aydınlatan oldukça etkileyici metinler hâline gelir.
Bu sebeple, Hazret’in Dîvân’ındaki beyitler, ‘hikmet’in, yani ‘varlık’-’Tanrı’-’insan’ ilişkilerini anlamlandırmada önemli ipuçları sunmaktadır.[10]
Diyâr-ı ademde hâk-i pâyın iken Hulûsî
Sen bezirgân-ı Hakk’a cânı pâzâra çıkmış[11]
İslâm düşüncesi içinde Osman Hulûsi Efendi’nin şiirinde mükemmel bir şekilde dile getirilen “insan” anlayışı ile Batı düşünce geleneğinde ortaya çıkan “insan” kavrayışı arasında, esas ve yapısal ayrımlar mevcuttur. Hulûsi Efendi’nin insan anlayışı, temel olarak sınırlılık ve sonluluk nitelikleri olan algılanabilir dünya içinde var olur; ancak içsel olarak hissettiği sonsuzlukla karşılaştırıldığında, bulunduğu dünya kesinlikle yokluk anlamına gelen “adem” durumundadır.
Bu sebeple “insan”, dünyevî bir varlık olarak, sınırlı-sonsuz arasındaki gerilimden kaynaklanan zorluk ve buhranla dolu bir yoldan ilerleyerek, içindeki sonsuzluğun kaynağı olan “Mutlak Varlık”a ulaşmak zorundadır. Ancak, sonluluktan sonsuzluğa, yani “yokluk”tan “varlık”a doğru ilerleyen bu seyahat sayesinde “insan”, gerçek anlamda “insan” olabilir.
Artık “adem”, yani var olmayan olma anlamındaki yokluktan, “fen” yani sonsuzluk içinde yok olma konumuna erişmiştir. Canını sevdiği için gerçek anlamda fedâ etmiş ve böylece yok olmuştur. Aslında, onunla var olmuştur.[12]
Hulûsi Efendi (k.s.) bir gazeline, “Nideyim âlemi,” der, “âlemde hayranın olaydım ey sevgili,” ifâdeleriyle varlığın ve yokluğun ötesinden geçişin sembolik anlamını vurgular. Âdemi ve âdemde kurban olmayı dilemesi, varlık ve yokluğun özünü aşar ve fenâfillah olarak nitelenir.
Hûri gılmanları, cennet bahçelerini arzulamak yerine sadece Sevgili’ye mihmân olmayı diler. İbn Arabî’nin Fütûhât’ın “Aşk” bölümündeki gibi, her yerde Sevgili’yi görmek, başka bir hayalin gözlerine girmemesi düşüncesi hatırlanır. Hazret’in isteği şöhret ya da servet değil, sadece Sevgili’yle birlikte olmaktır.
Gerçek Varlık Sadece Allah’a Aittir
İrfân sahiplerinin en değerli niteliği yokluktur. İnsan, güçsüzlüğü ve yoksulluğuyla mutlak güç sahibi olan Allah’a sığınır ve O’ndan yardım diler. İnsan, Allah’ın halîfesi olarak yaratılmıştır ve diğer varlıklar da bunu doğrularlar. Mânevî yolculuğun önemli bir aşaması, insanın kendi sınırlarını aşarak yokluğa düşmesidir.
Sûfîler, gerçek varlığın sadece Allah’a ait olduğunu öne sürerler. Varlık, Allah’ın birliğini savunanlar için sadece O’na özgüdür. Şuhûd ehli ise sadece Allah’ı görürler, diğer varlıkları gölgeler olarak tanımlarlar. Allah velîleri, varlıklarını Allah’ın sonsuz varlığına katarlar ve böylece ebedî olana ulaşırlar. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi, şiirinde şöyle ifâde buyurur:
Veren cânlar alır cânân yerine
Ezelden böyle pâzâr-ı muhabbet
Selâmet kûşesi yokluk evidir
Yok olan var olur varı muhabbet[13]
“Ezelî muhabbet pazarında, insanlar can verir can alırlar.” diyerek, gerçek anlamda câna kavuşmanın, Allah yolunda nefsin adanmasıyla mümkün olduğunu vurgular. Cânân için candan vazgeçmek, aşk uğruna özveride bulunmak, aşkın özüdür.
Bu özveriyle fânî olan âşıklar, ebedî bir varoluşa ulaşırlar. İnsan, Rabb’inin muhabbetiyle canından geçerse, O’nun nesîmiyle donanır ve sonsuzluğu kuşanır. “Esenlik köşesi, yokluk evidir, ancak yok olarak muhabbetin varına ulaşılabilir.” diyerek, yokluk evinin, insanın benliğinin bağlarından kurtuluşunu simgelediğini ifâde eder.
Hulûsi Efendi, “hiç” adını taşıyan nefis bir yazının hatırlatıldığı yerlerde, insanın nefsinin zincirlerini kırdıkça rûhun sonsuz iklimine geçtiğini belirtir. Bu, varlığın yokluktan geçişini sembolize eder.[14]
[1] Es- Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz.: Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz), 6. Baskı, Nasihat Yayınları, Ankara, 2022, s. 26.
[2] Ateş, Dîvân, s. 271.
[3] Ateş, Dîvân, s. 352.
[4] İbrahim Ay-İsmail Bektaş, ‘’Yokluk Yolcusu Yunus Emre”, Vefatının 700. Yılında Bizim Yunus Sempozyumu Tam Metinler Kitabı, Aksaray Üniversitesi Yayınları, Aksaray, 2021, s. 82-87.
[5] Ateş, Dîvân, s. 77
[6] Ateş, Dîvân, s. 277
[7] Sevda Çilem Ayar Vargün, “Mevlânâ’nın Divân-ı Kebîr’inde Gölge Metaforu”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 30 (2): 133-142, 2020, s. 134.
[8] Ateş, Dîvân, s. 394.
[9] Vargün, a.g.m., s. 141
[10] Mehmet Birgül, “Şeyh Galip’te Metafizik Buhran: Varlık-Yokluk ya da Adem’den Âdem’e Varoluş”, Turkish Studies, 7 (4): 1107-1116, 2012, s. 1107.
[11] Ateş, Dîvân, s. 118.
[12] Birgül, a.g.m., s. 1115.
[13] Ateş, Dîvân, s. 29.
[14] Sadık Yalsızuçanlar, Âşıkların Sırrı, Nasihat Yayınları, Ankara, 2012, s. 75-83.
Musa TEKTAŞ
YazarBeyitBir bülbül-i âşüfte miyim nalân u âhım goncayaGayrı kime yüz döneyim her dem nigâhım goncaya(Çok fazla seven bir âşığım, sürekli olarak feryâdım, inlemelerim, ahlarım sevdiğimedir, yüzümü başka k...
Yazar: Resul KESENCELİ
Dünya, “ev ednâ” sırrına erenler için Allah’a yakın olma yeri, yücelerin yücesi; “denî/alçak”, değersizliği seçenler için ise aşağıların aşağısıdır. Burada mahâret kulun dünyayı nasıl algılayıp, imkân...
Yazar: Musa TEKTAŞ
Kırım, Kırım, oy Kırım! Kırım, Kırım, oy Kırım!Tarihte görüldü mü, bu sendeki soykırım?İnsanlığın düşmanı çağdaş Firavun bunlarKırım emri verenin gözlerini oy, Kırım!Kırım, Kırım, oy Kırım! Kırım, Kır...
Şair: Bekir OĞUZBAŞARAN
Tasavvufta mârifet; kişinin kendini tanıyarak Rabb’ini tanıması, Allah dostlarına âşinâlık kazanması, hakîkat bilgisine erişmesi ve irfân meclislerine kavuşarak, âriflerin sırrına vâkıf olması şeklind...
Yazar: Musa TEKTAŞ