Ümmi Bir Veli Ebû Ali Sindî
Dokuzuncu yüz yılın başlarında İran’ın kuzey doğusundaki Şahrud vilayetine bağlı Bistam kasabasında dünya gelen doğuş dönemi tasavvuf hareketinin en önemli temsilcilerinden Bâyezîd-i Bistamî’nin üstatlarından birisi de ümmi bir demirci olan Ebû Ali Sindî’ydi. Bâyezîd, onun bulunduğu asrın kutbu olduğunu söylüyor, önceleri onca veli varken ümmi bir demircinin bu mertebede bulunmasına hayret ettiğini ifade ediyordu.
Bir gün aklına takılan bu meseleden dolayı Ebû Ali Sindî’nin yanına gitmeye karar verdi. Gittiğinde onu çoluğunun çocuğunun rızkı için örs başında uğraşırken gördü. Bâyezîd-i Bistamî’yi tanıyan Ebû Ali Sindî onun dükkânına geldiğine çok sevindi ve içeri girer girmez ellerinden öptü. Sonra Bâyezîd’ten dua talep etti. Aralarında şöyle bir konuşma geçti. Bâyezîd;
- Efendim asıl ben sizin ellerinizden öpeyim de siz bana dua edin, zira duanıza muhtaç olan benim.
- Efendim asıl ben muhtacım. Siz dua buyurun ki derdim hafiflesin.
- Derdiniz nedir? Bir çare arayalım.
- Acaba kıyamet gününde bunca insanın hâli nice olur? Benim bunu düşünmekten, buna yanmaktan başka derdim yok ki…
Ebû Ali Sindî bunları söyledikten sonra adeta gözyaşlarına boğuldu. Bâyezîd de ağlamaya başladı. Bâyezîd’in günlerdir aklını kurcalayan soru o an itibariyle ortadan kayboldu. Bâyezîd anladı ki bunlar “Nefsim, nefsim!” diyen hodbinlerden değildi. Bunlar “Ümmetim, ümmetim!” diyenlerin usul ve sünnetini devam ettiriyorlardı.
Bâyezîd bu konuşmadan sonra Sindî’nin mayasının şefkat suyuyla yoğrulduğunu anladı ve “İçimdeki hayret silindi, kutupluk makamının bu demirciye niçin verildiğini sezer gibi oldum.” dedi.[i]
Birçok üstatları olduğu söylenilen Bâyezîd, bu zatı da üstatlarından birisi olarak gördü ve ondan bir takım ilimler tahsil etti. Bu ilimler, fıkıh, tefsir, hadis gibi ilimler değil, mahiyetini ancak gönül ehlinin kavrayacağı manevî ilimlerdi.
Bâyezîd-i Bistamî, bu üstadı ile ilgili şöyle söylemişti: “Üstadım Ebû Ali Sindî’ye İhlas ve Fatiha Sûrelerini öğrettim, o da bana ihlası, tevhidi ve saf hakikatleri öğretti.” Bazı tasavvufî kaynaklarda ise Ebû Ali Sindî’nin namazda okunması gereken farz miktarın dışında sûre veya ayet bilmediği zikredilmektedir.[ii]
Bu konuyu biraz açmak istiyoruz. Zira birer gönül âlimi olan bu ümmi zatların kıymetinin anlaşılabilmesi için Ebû Ali Sindî’nin şahsında bu meselenin irdelenmesinde yarar olabilir. İlk etapta; “Fatiha ve İhlas Sûrelerini bile okumayı bilmeyen birisi, tevhidi ve saf hakikatleri nasıl bilebilir.” diye bir soru akıllara gelebilir. Diğer taraftan Cüneyd-i Bağdadî’nin bu bağlamda şöyle bir sözü vardır: “Kur’an ezberleyip hadis bellemeyenleri bu yolda örnek almayınız. Çünkü bizim bu ilmimiz Kitap ve Sünnet’le kayıtlıdır.”[iii]
Burada bir çelişki varmış gibi görünse de esasında bir çelişki yoktur. Çünkü prensip olarak sûfiler bu yolda Kur’an ve hadis ilmine sahip kişilerin örnek alınabileceğini söylerler. Ebû Ali Sindî’ye “üstadım” diyen Bâyezîd-i Bistamî’nin de ilme çok kıymet verdiği ve insanları daima ilme teşvik ettiği bilinmektedir.
Bâyezîd, ihlas ve tevhidin hakikatlerini ümmi bir zattan öğrendiğini söylüyorsa bunu yanlış anlamamak gerekir. Muhtemeldir ki tevazu hâliyle söylediği bu sözünden maksadı, bir takım ilimleri öğrenmeyle tevhidi ve saf hakikatleri öğrenmenin birbirinden farklı şeyler olduğunu ifade etmekti. Başka bir ifadeyle okumak ile yaşamak arasındaki farka dikkat çekmekti. Kaldı ki “oku” emrinin manasına eren bu gibi büyük şahsiyetler; “Bu yolda, ilimsiz de gidilir.” demek istemezlerdi.
Eğer öyle olsaydı İmam-ı Rabbanî gibi, İmam-ı Gazzalî gibi en büyük âlimler, sûfiler arasından çıkmaz ve tasavvuf tarihindeki önemli şahsiyetler de takipçilerini ilme ve irfana yönlendirmezlerdi. Tasavvuf tarihinde bunun misalleri çoktur. Mesela; Abdulhalik-ı Gücdevanî vasiyetlerinde müridlerine cahil sufîlerden bucak bucak kaçmayı öğütlemişti.[iv]
Ahmed Yesevî hikmetlerinde, nadanların yani cahillerin yüzünü görmemek için dua ettiğini, onlarla yakınlaştığı için bağrının yandığını, canından bezdiğini, hatta nadanlardan kaçıp yer altına girdiğini söylemişti.[v] Yine Yunus Emre’nin bu konuda şöyle bir şiiri vardır: “Eksik olman ehillerden./ Kaça görün cahillerden,/ Çalab bizar bahillerden,/ Bahil didar görür değil.”
Aslında bizim çelişki zannettiğimiz şeylerin temelinde algılarımızda bulunan bir takım sorunlar yatmaktadır. İlim kuru bir bilgi olarak algılanırsa âlim ve cahil kavramları da zihinlerde ona göre şekil alır. Burada sûfilerin uzak durdukları cahiller, Ebû Ali Sindî gibi gönül âlimleri değildir. Allah’ını, Peygamber’ini bilene cahil denilemeyeceği gibi bunları bilmeyene de âlim denilemez.
Diğer taraftan kitap ve hadis ezberlediği hâlde bu ezberlediklerini nefsinin arzuları istikametinde kullananlar, nefislerini temize çıkarmak için hükümler arayanlar, ilmi olduğu hâlde onunla amel etmeyenler, Kur’an’ı davranışlarıyla doğrulamayanlar çoktur. İhlas ve tevhidin hakikatleri bunlar çok biliyorlar diyerekten bu kimselerden öğrenilecek değildir.
Dolayısıyla ihlas sahibi olmak ile İhlas Sûresi’ni ezberlemek veya onu sayfalarca tefsir etmek arasında dağlar kadar fark vardır. Şu durumda ihlasın ne olduğunu kavramak isteyenler İhlas Sûresi’ni bilenlere değil, ihlaslı kullara müracaat ederler. Ancak hâlleriyle ve davranışlarıyla ihlaslı kimselerden öğrenilebilir ihlas… Zamanının temiz kalplisi Ebû Ali Sindî’lerden öğrenilir… İşte Bâyezîd de öyle yapmıştır.
İnsanların hepsinin ilim yapma kabiliyet ve imkânına eşit miktarda sahip olmadığı bir hakikattir. Kâinattaki düzenin devamı ve kendi içindeki uygunluğunu idame ettirebilmesi için herkes farklı kabiliyetlerde ve farklı imkânlar içerisinde yaratılmıştır. Bazen çevre şartları ve ortam insanların bilgiye sahip olmasının önünde bir engel olabilmiştir. Ebû Ali Sindî’nin de ailesinin geçimi için gece gündüz çalışan bir demirci olduğu kaynaklarda zikredilmiştir.
Her insanın yaratılış özellikleri veya hayat standartları farklı olduğundan, her insanın “âlim” olması düşünülemez, fakat her insandan ihlas sahibi olmasını beklemekte bir yanlışlık olmasa gerektir. Bir insan yeteri kadar bilgi sahibi olmasa dahi eğer ihlas sahibi bir kimseyse onun sadece bu özelliği bile ona saygı göstermemiz için yeterlidir.
Bazen bazı nedenlerden dolayı ilim elde edememiş veya çok alt seviyede bilgisi olan fakat bütün saflığı ve temizliği ile kalb-i selim sahibi olduğunu hissettiğimiz insanlarla karşılaşırız. Hatta onlarda nice âlimlerde göremediğimiz bazı incelikleri, güzellikleri görürüz.
Mesela bir seferinde kaldırımın üzerine oturmuş, toplu iğne başı kadar küçük bir böceği uzun bir süre dikkatle izleyip; “Hey Allah’ım bunun organlarını nasıl bu küçük böceğin içine yerleştirdin, ağız, göz, mide vs. verdin ve onu böyle üstün bir şekilde donattın.” diyen gariban bir ihtiyarla karşılaşmıştım.
Küçücük bir böceği bahane ederek Rabb’ül-Âlemin’i yücelten ve O’nun yaratmadaki hikmetlerini bir bir sayıp döken bu ihtiyara kim cahil diyebilir ki? Bu derece safiyane ve halisane bir tefekkürden uzak olan bilgili bir kimsenin, o garip ihtiyardan alacağı bir tefekkür dersi yok mudur sizce de? Şayet bir kibir davası güdülmezse, herkesin herkesten öğrenebileceği bir hakikat mutlaka olacaktır. Nitekim Bâyezîd Hazretleri bu hakikati Ebû Ali Sindî’de bulmuştur.
Ebû Ali Sindî gibi büyük zatlar belki zaruret-i diniyyeden sayılan Fatiha ve İhlas Sûrelerini düzgün okumak konusunda zayıf sayılsalar bile, tevhidin ve ıhlasın hakikatlerini bilmek konusunda birçoklarından daha yetkindirler. Onların, isimlerinin günümüze kadar gelmesinin ve saygıyla anılır olmalarının nedeni de sahip oldukları bu cevherdir. “Sanma ey hace ki senden zer-ü sim isterler/ Yevme la yenfeuda kalb-i selim isterler.” diyen Bağdatlı Ruhî bu cevherin kalb-i selim olduğunu çok güzel ifade eder.
Efendiler Efendisi’nin; “Ameller niyetlere göredir.” hadis-i şerifine göre kalb-i selim olmadan ilmin de amelinde bir kıymeti bulunmamaktadır. Şu durumda asıl ilim, insanı Sevgililer Sevgilisi’ne yaklaştıran ilimdir. İnsanı O’nun aşkına iletmeyen her türlü ilim, Fuzulî’nin de buyurduğu gibi kıyl-u kâlden ibarettir. Niceleri vardır ki medresede, fakültede kırk yıl ilim tahsil ederler de bu bahsettiğimiz ilimden nasibini alamaz. Kimileri de vardır ki Ebû Ali Sindî gibi bu ilmi hiçbir tahsil görmeksizin elde eder.
[i] Kısakürek, Necip Fazıl, Başbuğ Velilerden 33, İstanbul, 1981, s. 31.
[ii] Uludağ, Süleyman, İslam Düşüncesinin Yapısı, İstanbul, 1999, s. 151.
[iii] Feridüddin Attar, Tezkireül Evliya II, Tercüme: Süleyman Uludağ, İstanbul, 2002, s. 33.
[iv] Kısakürek, a.g.e., s. 48.
[v] Hakkulov, İbrahim, Ahmet Yesevi, Çeviren ve sadeleştiren: Erham Sezai Toplu, Ankara, 1998, s. 38.
Aydın BAŞAR
YazarÖmer bin Abdülaziz Dönemi’nde Darende ve MalatyaYusuf bin Tağrıberdi, 100/718’de Darendelilerin Ömer bin Abdülaziz tarafından Malatya’ya nakillerini anlatırken “Bu yıl içinde Ömer bin Abdülaziz Darend...
Yazar: Resul KESENCELİ
1930’lu yıllarda Ali Ulvi Kurucu Bey’in babası İbrahim Efendi mahalle camiinde imamlık yapmaktadır. Din eğitiminin baskı altında tutulduğu yıllardır. Bir gün sabah namazı öncesi görev yaptığı camide ç...
Yazar: Aydın BAŞAR
Gamlı gönüllere sürurSefa geldin ey RamazanMüminlere verdin gururSefa geldin ey RamazanFirkat yükünü yükledikGünleri güne ekledikTam onbir ay bekledikSafa geldin ey RamazanÇok geldi verdiğin araKavuşm...
Şair: Ramazan PAMUK
Kuşkusuz ki camiye, cemaate, hacıya, hocaya, imama, müezzine hürmet etmek bir anlamda dine hürmet etmek demektir. O yüzdendir ki kalbinde iman kıvılcımı olan herkes dini sembollere karşı hassasiyet gö...
Yazar: Aydın BAŞAR