Peygamberimiz’in Îtikâdî Sorulara Verdiği Cevaplar
Bilindiği gibi Hz. Peygamber (s.a.v.) hayattayken vahiy nâzil olmaya devam ediyordu. Sahâbe, amelî ve dünyevî konularda olduğu gibi îtikâdî konularda da kafalarına takılan her türlü soruyu sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’e sormaktan geri durmuyordu.
Kendisine soru sorulan merci tek olduğu için verilen cevap da aynı kaynaktan tek oluyordu. Onlar, verilen cevaplar karşısında “Neden böyle?” veya “Niçin böyle ey Allah’ın Elçisi?” diye sormuyorlardı. Sahâbenin soru sormaktan amacı tartışmak değil, bilgilenmekti. Onlarda, teslimiyeti öne çıkaran bir İslâm anlayışı hâkimdi. Dini yaşamayı öne çıkaran ve İslâm’ın yayılmasını temel gaye edinen sahâbenin bu anlayışı, Yüce Allah’a ve onun kutlu Rasûl’üne sonsuz bir şekilde duydukları itâat ve bağlılıktan kaynaklanıyordu.
İnanç konularında Rasûlullah’a sorulan sorular, daha çok inancı kuvvetlendirme ve dinî bilgileri artırma amaçlıdır. Bu sebeple sahâbe, bu tür konularda vahiyden başka kaynağa ihtiyaç duymamış, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in cevabı ile yetinmişlerdi.
İslâm’ın ilk yıllarında Hz. Peygamber (s.a.v.)’e sorulan inanç konuları ile ilgili sorular, başta Müslümanlar olmak üzere müşrik ve gayr-i Müslimlerden gelmiştir. Kur’an’dan ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hadislerinden öğrendiğimiz kadarıyla en çok sorulan sorular ulûhiyet, peygamberlik, kazâ ve kader, günah, kıyâmet, kıyâmet alâmetleri, diriliş, ruhun mâhiyeti vb. gibi inanç konularında olmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’e inançla ilgili sorulan soruların bir kısmına Kur’ân-ı Kerim’de temas edilmiştir. Bununla ilgili bazı örnekler şöyledir. İslâm’ın Mekke Dönemi’nde Übey b. Halef isimli bir putperest eline, çürümüş ve ufalanmış bir kemik tozu alarak Hz. Peygamber (s.a.v.)’e hitaben, “Bunlar çürüyüp yok olduktan sonra mı diriltilecek?” diye sorar.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.), “Evet, Allah onu, seni ve ikinizi de işte böyle olduktan sonra yeniden diriltecek.” der.[1] Bu olay üzerine şu âyetler nâzil olur: “İnsan, bizim, kendisini az bir sudan (meniden) yarattığımızı görmedi mi ki, kalkmış apaçık bir düşman kesilmiştir. Bir de kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek getirdi. Dedi ki: ‘Çürümüşlerken kemikleri kim diriltecek?’ De ki: ‘Onları ilk defa var eden diriltecektir. O, her yaratılmışı hakkıyla bilendir.”[2]
Yine Mekke müşrikleri tarafından Hz. Peygamber (s.a.v.)’e en çok sorulan inanç konuları arasında kıyâmetin zamanı ile ilgili sorular da yer alır. Kur’ân-ı Kerim’de hem soru ve hem de cevap birlikte zikredilir; “Ey Muhammed! Senden kıyâmetin zamanını sorarlar. De ki; ‘Onun bilgisi ancak Allah katındadır. Ne bilirsin, belki de zamanı yakındır.”[3]
Kıyâmet alâmetlerinden birisi de Ye’cüc ve Me’cüc’ün çıkışıdır. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.v.)’e Zülkarneyn hakkında da sorular sorulmuştur: “(Ey Muhammed!) Bir de sana Zülkarneyn hakkında soru soruyorlar. De ki: ‘Size ondan bir anı okuyacağım.”[4] Bu soruların içinde inkâr amaçlı olanlar olduğu gibi, iyi niyetle öğrenmek maksadıyla sorulanlar da vardı. İyi niyete örnek olarak ‘ruh’la ilgili sorulan sorular gösterilebilir: “Sana ruh hakkında soru soruyorlar. De ki; ‘Ruh, Rabb’imin bileceği bir şeydir. Size pek az ilim verilmiştir.”[5]
İnançla ilgili sorular, öğrenme amaçlı olarak bizzat sahâbeden de gelmiştir. Meselâ, Ebu Hüreyre’den (v. 59/679) rivâyet edildiğine göre sahâbeden bir grup Hz. Muhammed (s.a.v.)’e gelerek şöyle demiştir:
“İçimizde öyle şeyler hissediyoruz ki herhangi birimiz onları söylemeyi bile büyük günah sayar.” Hz. Peygamber, “Hakîkaten böyle bir şey hissettiniz mi?” diye sorar, onlar da “Evet!” deyince, buyururlar ki: “Bu imanın ta kendisidir.” Başka bir rivâyette de Hz. Peygamber (s.a.v.)’e “vesvese” sorulmuş, o da “Bu imanın hâlis olanıdır.” şeklinde cevap vermiştir. [6]
Hz. Peygamber (s.a.v.)’e kazâ ve kader konusunda da bir takım sorular yöneltilmiştir. Rivâyete göre Sürâka b. Mâlik Rasûl-i Ekrem’e, “Ey Allah’ın Elçisi! Sanki yeni yaratılmışız gibi, bize dinimizi açıkla. Bugün amel ne husustadır; kalemlerin kuruduğu, miktarların kesinleştiği şeylerde mi yoksa istikbalimize ait şeylerde mi?” diye sorar.”
Peygamberimiz de cevap olarak; “Hayır!” aksine kalemlerin kuruduğu, miktarların belirlendiği şeylerdedir.” diye cevap verir. Sürâka’nın tekrar; “Öyleyse niye çalışalım.” diye sorması üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) de: “Çalışın! Herkese yapacağı şey kolaylaştırılmıştır.” buyururlar.[7]
Öte yandan, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e farklı din mensuplarından da inançla ilgili sorular sorulduğu kaynaklarımızda yer alır. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Medine’de Necran Hıristiyanlarıyla Hz.Îsâ’nın mâhiyeti/tabiatı hakkında yaptığı tartışma meşhurdur. Konuşmanın bir yerinde Hz. Muhammed (s.a.v.) İslâm’a davet edince, onlar, “Hayır, bizim yeniden Müslüman olmamıza gerek yok. Zira biz senden önce Müslüman olduk.” derler.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.), “Sizin Allah’a çocuk isnat etmeniz, haça tapmanız ve domuz etini yemeniz sizin Müslüman olma iddianızı ortadan kaldırıyor.” der. Onlar, “Îsâ Allah’ın oğlu değil ise nereden gelmiştir?” diye sorarlar. Hz. Peygamber (s.a.v.) de onlara, “Doğan her çocuk babasının özelliklerini taşıyıp ona benzemez mi?” diye sorar.
Onlar, “Evet doğrudur, çocuk babasının özelliklerini taşır ve ona benzer.” derler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.), “Yüce Allah dâimâ diridir, ölmez ve yok olmaz; fakat siz de biliyorsunuz ki Hz. Îsâ vefat etti.” Onlar da, “Gerçekten öyle oldu.” derler. Hz. Peygamber (s.a.v.), “Allah’ın kâim olduğunu, canlıları koruyup rızıklandırdığını görmüyor musunuz?” diye sorar.
Onlar, “Evet!” derler. Hz. Peygamber (s.a.v.); “Hz. Îsâ bunlardan hangisine sahipti?” diye sorar. Onlar da, “Hz. Îsâ bu özelliklere sahip değildi.” derler. Hz. Peygamber (s.a.v.), “Yüce Allah, Îsâ’yı dilediği şekilde bir rahimde şekillendirdi; Rabb’imiz, yemiyor, içmiyor ve konuşmuyor, buna karşılık Hz. Îsâ yiyor, içiyor ve insanlarla konuşuyordu.
Kaldı ki, Hz. Îsâ’nın annesinin herhangi bir hâmilenin çocuğuna hâmile kalması gibi hâmile kaldığını ve doğurduğunu, çocuğunu diğer bebekler gibi emzirdiğini, beslediğini siz de biliyorsunuzi oysa bunlar Allah için geçerli şeyler değildir.” deyince, susar kalırlar. Onlar hakkında Âl-i İmran Sûresi’nin seksen küsûr âyeti nâzil olur.”[8]
Sonuç olarak Hz. Peygamber (s.a.v.)’e; diriliş, kıyâmetin zamanı ve alâmetleri, ruh, iman, küfür, kazâ ve kader, Hz. Îsâ’nın tabiatı gibi îtikâdî konularda değişik sorular sorulmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yol göstericiliğinin ve önerilerinin dışına çıkmayan sahâbe, ileride çok şiddetli tartışmalara yol açacak olan bir takım te’villere, teşbihlere sapmamış, müteşâbih âyetler ve kader konusunda da muhafazakâr ve mûtedil bir tutum sergilemiştir.
Onlara Kur’an âyetleri okunduğu zaman, “İnandık, iman ettik.” demekle yetinmişlerdir. Sahâbenin çoğunluğuna egemen olan düşünce îtikâdî konularda tevakkuf/susma yöntemini benimsemek ve tartışmalı konulara girmemektir. Sahâbenin akîde saflığı, onların peygamberle birlikte bulunmalarının veya onun zamanına yakın olmalarının bereketinden, olayların ihtilaflarının az olmasından ve güvenilir kişilere hemen mürâcaat imkânına sahip bulunmalarından doğmuştur. İşte İslâm Peygamberi’nin zamanındaki İslâm toplumunun çehresi böyleydi.
[1] İbn Hişam, Sîre, I, Mısır, 1936, 387-399.
[2] 36/Yâsîn, 77-79.
[3] Bkz. 33/Ahzâb, 63; 7/A’râf 187; 41/Fussilet, 47.
[4] 18/Kehf, 83.
[5] 17/İsrâ, 85.
[6] Müslim, İman, 60.
[7] Müslim, Kader, 1.
[8] Bkz. İbn Kesîr, Tefsir, Kahire, ts., I, 368; H. Mahmut eş-Şâfiî, el-Medhal İlâ Dirâseti İlmi’l-Kelâm, Kahire, 1991, s. 59.
Ramazan ALTINTAŞ
YazarMiladî 1256... Anadolu fay hattıyla birleşen ölü deniz fay hattı harekete geçiyor. Başta Antakya, Şam, Mısır, Filistin ve Hicaz Bölgesi olmak üzere bu koca coğrafyada yıkıcı ve tahrip edici büyük bir ...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ
Türk iktisat tarihçiliğinin büyük ismi Ömer Lütfi Barkan, tarihçiliğimizin Köprülü sonrasında uluslararası mecrada boy gösteren ve onun Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuasını çıkararak açtığı çığırın...
Yazar: Yusuf HALICI
Ne zaman ki bir toplumda ilmin değeri azalmış ve âlimlerin kıymeti idrâk edilememişse, o toplumda ahlâkî bozulma baş göstermiştir. Toplumlar en yüksek seviyelerine ilme önem verdikleri dönemlerde eriş...
Yazar: Aydın BAŞAR
Tevbe, en güzel bir biçimde günahları terk etmektir. Tevbe, bir çeşit, itirafta bulunarak, yapılanlardan özür dileme şeklidir. Aynı kökten gelen ‘tevvâb” ise, pişmanlık işini çok yapan kimse dem...
Yazar: Ramazan ALTINTAŞ