Müslümanın Halîm ve Selîm Olması
Kızgınlık ve öfkelenmeye sevk eden durumlarda kişinin kendine hâkim olup ağırbaşlı ve sâkin davranması onun hilm sahibi olmasıdır. Hilmi şiâr edinenler öfkelendiği kimseden intikamını alma gücüne sahip olduğu hâlde, intikam almaktan vazgeçen asil şahsiyetlerdir. Rabb’imizin isimlerinden birisi el-Halîm ism-i şerîfidir.[1]
Acele ile kızgınlıkla hareket etmeyen Cenâb-ı Mevlâ, kullarının günah işleyip durduklarını, emrine karşı geldiklerini gördüğü hâlde onları hemen cezalandırmamaktadır.
“Eğer Allah insanları haksızlıkları yüzünden hemen cezâlandıracak olsaydı yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onlara belirlenmiş bir sürenin sonuna kadar mühlet tanıyor. Ama süreleri dolduğunda onu bir an bile ne erteleyebilirler ne de öne alabilirler.”[2] âyet-i kerîmesinde de belirtildiği gibi, insanlar ne kadar günahkâr olursa olsun, Rabb’imiz son derece Halîm’dir. Belki günahkâr kullarım yaptıklarına pişman olup da tevbe ederler diye onlara fırsat tanımaktadır.[3]
Halîm; gücü yettiği, cezâlandırma imkânı olduğu, intikam alabilme kudreti bulunduğu hâlde böyle davranmayarak bağışlayan ve öfkesini yenendir. Hilm; insanın akıl, zekâ, bilgi, tecrübe gibi zihnî yeteneklere, bedenî ve malî imkânlara sahip olması yanında sabır, af, hoşgörü, nefse hâkimiyet, öfkeyi yenme, tahriklere kapılmama, teennî ve vakar gibi amelî fazîletleri şahsında birleştirmesiyle ulaşılan bir kişilik özelliğidir.[4]
Hilm, nefsin huzur ve sükûnudur. Kızgınlık zamanlarında kınamayı, ayıplamayı ve hiddeti bırakmaktır. Kavga ve düşmanlıklarda yumuşak davranmaktır. Hilm sahibi kişi, kabalık ve sertlikten uzaktır. Aceleci davranmaz. Belâlara sabreder.
Hilm, yani yumuşak tabiatlı olmak, öfkeyi yenmekten daha fazîletli sayılmıştır. Hilm sahipleri üç grupta ele alınmıştır. Buna göre avam; suç işleyen kişiyi içinde öfkesini gizlemekle birlikte affederek hilm sahibi olur. Havâs; suçluyu, içinde iyiliği gizlemekle birlikte affeder. Ehassu’l-havâs ise suçluyu bizzat iyilik yaparak affeder.[5] Görüldüğü üzere; en fazîletli hilm sahibi ehassu’l-havâs’tır. Onun bu olgunluğuna sahip olmak ise ciddî bir nefis terbiyesini gerektirmektedir.[6]
Kâmil Müslüman toplumda fitne ve fesat çıkarmaz, toplumdaki çeşitli kesimleri birbirine hasım ve düşman hâle getirmez, fertlerin yüreklerine kin ve nefret tohumları ekmez. Kâmil Müslüman sabırlı, tedbirli ve ihtiyatlı olmak, acelecilikten sakınmak zorundadır. Her şey vaktine bağlıdır. Vakti gelince gerçekleşir, acele etmemek ve vaktini beklemek gerekir. Sabrın sonu selâmettir. Mücâdelenin, çalışıp çabalamanın temelinde bulunan sabrın sonu muvaffakiyettir.[7]
Kur’ân-ı Kerim, câhiliye anlayışıyla mücâdelesinin tabiî bir sonucu olarak insanlarla olan ilişkilerde ihsanla, adâletle hareket etme, zulümden kaçınma, arzu ve ihtiraslara gem vurma, kibirden ve gururdan kaçınma gibi hilm kapsamındaki temel ahlâkî değerleri sürekli vurgular.
Bu bağlamda, “İyi sayılan bir söz ve bir bağışlama, arkasından eziyet gelen bir sadakadan daha iyidir. Allah zengindir, halîmdir.”;[8] “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel olan davranışla sav; o zaman bir de göreceksin ki seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse kesinlikle sıcak bir dost oluvermiş!”[9]; “Onlar büyük günahlardan ve hayâsızlıklardan kaçınırlar, öfkelendiklerinde dahi bağışlarlar.”;[10]
“Ama kim sabreder ve bağışlarsa, işte bu güçlü irâde gerektiren işlerdendir.”[11] gibi âyetler hilm kavramının içerdiği ahlâkî fazîletleri anlatmaktadır. Halîm sıfatı, Kur’ân-ı Kerim’de özellikle İbrahim (a.s.),[12] İsmail (a.s.) ve İshak (a.s.),[13] Şuayb (a.s.)[14] için kullanılmaktadır.
Hilm sahibi bir isim olarak Peygamber Efendimiz henüz Müslüman olmayan birinden, daha sonra vermek üzere bir deve almıştı. Adam, görgüsüzün tekiydi. Dünyanın en nâzik insanından, alacağını kaba bir üslûpla istedi. Ve onu üzecek ağır bir söz söyledi. Buna rağmen Peygamber Efendimiz sesini çıkarmadı. Fakat sahâbeler bu hakârete dayanamadılar. O görgüsüze haddini bildirmek istediler. Allah’ın elçisi hemen araya girdi;
“Ona dokunmayınız! Çünkü alacaklının söz söylemeye hakkı vardır.” buyurdu. Sonra ona devesinin yaşında bir deve vermelerini emretti. Sahâbîler; “Ey Allah’ın elçisi! Onun devesinin yaşında deve bulamıyoruz; elimizde daha değerli deve var.” dediler. Peygamber Efendimiz;
“O hâlde onu veriniz; elbette sizin hayırlınız, borcunu en güzel şekilde ödeyendir." buyurdu.[15]
Hilm ile ilim kardeş özelliklerdir. Hilm, ilim sahibine daha çok yakışır. İlmin göstergesi hilm vasfıdır. Hilmi olmayanın ilmi de yoktur. Hilm, ilmin süsü ve meyvesidir. Câhilin ise hilmi değil, sadece öfkesi vardır. Ona göre öfke baldan tatlıdır. Câhil, öfke nöbetlerine bayılır. Yeni öfkeler yaşamak için karşısındakinin de öfkelenmesini ister. Şayet muhâtabı kendine hâkim olup öfkelenmezse, bu hal câhili perişan eder.[16] Peygamber Efendimiz, öfkenin şeytandan olduğunu söylemiştir.[17]
Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in hayatındaki bu kabil alış veriş olaylarından biri pek hoştur. Bilindiği üzere Allah’ın Sevgili Rasûlü eline geçen malı mülkü ihtiyaç sahiplerine hemen dağıtmayı pek severdi. “Birazını da bir kenara koyayım, belki lâzım olur.” diye düşünmezdi. Kendisinden bir şey isteyeni reddetmediği, elinde yoksa birinden borç alıp verdiği için de borçtan bir türlü kurtulmazdı.
Yahudi âlimlerinden Zeyd ibni Sa’ne, beklenen Peygamber’in özelliklerine dair Tevrat’ta yazılı bilgilerin Hz. Peygamber (s.a.v.)’de bulunup bulunmadığını araştırıyordu. Bu özelliklerin çoğunu onda görmekle beraber, ikisini henüz tesbit edememişti. Acaba kendisine karşı kaba saba davrananları bağışlıyor muydu? Kendisine yapılan kabalıklar arttıkça onun hilmi ve hoşgörüsü de o nisbette artıyor muydu?
Bir gün Zeyd ibni Sa’ne Hz. Peygamber (s.a.v.)’in tavırlarını kontrol etmeye karar verdi. Rasûlullah’ı yanında Hz. Ali olduğu hâlde evinden çıkarken görünce peşine takıldı. O sırada bedevî giyimli bir adam Peygamber-i Zîşân’a yaklaşarak;
“Ya Rasûlullah! Ben falan kabîle halkına, şayet Müslüman olurlarsa, kendilerine Allâhu Teâlâ’nın bol rızık vereceğini söylemiştim. Onlar da Müslüman oldular. Ne yazık ki kabîlelerinde kıtlık baş gösterdi. Adamlar çok zor durumda kaldı. Dünyalık ümidiyle Müslüman olan bu adamların, umduklarını bulamayınca tekrar eski dinlerine dönmelerinden korkuyorum. Şayet onlara yardım etmek için bir şeyler göndermek istersen ben götürebilirim.” dedi.
Bu konuşmayı dinleyen Zeyd İbni Sa’ne, Hz. Peygamber (s.a.v.)’i denemek için uygun bir fırsatın çıktığını düşünerek söze girdi;
“Muhammed! Şayet o adamlara yardım etmeyi düşünüyorsan, yapacağımız bir mukâvele ile sana borç verebilirim.” dedi.
Hz. Peygamber (s.a.v.) de ondan seksen dinar borç alarak gereken yardımı götürmesi için o adama verirken;
“Onların yanına çabucak git ve imdatlarına yetiş.” buyurdu.
Bir gün Fahr-i Kâinat Efendimiz yanındaki Hz. Ebû Bekir, Ömer ve bazı sahâbelerle Bakî Mezarlığı’na bir cenâze götürüyorlardı. Peygamber (s.a.v.) cenâze namazını kıldırınca Zeyd ona yaklaştı ve mübârek sırtındaki cübbesini var gücüyle çekti. Onun neden böyle yaptığını henüz anlayamayan Allah’ın Rasûlü bir yere düşen cübbeye, bir Zeyd’in asık suratına hayretle bakarken Zeyd tasarladığı şekilde konuşmaya başladı:
“Borcunu ödemeyecek misin, Muhammed? Siz Abdülmüttalip oğulları zaten borçlarınızı, hep geciktirirsiniz, dedi. Hâlbuki Rasûlullah’ın (s.a.v.) Zeyd’den aldığı borcun vâdesi daha dolmamıştı.
Olayı anlatan Zeyd diyor ki, bu sırada dönüp Ömer’e baktım. Göğsünün körük gibi kabarıp indiğini görünce yüreğim ağzıma geldi. Ömer yüzüme sertçe bakarak;
“Ey Allah’ın düşmanı! Sen bu sözleri Rasûlullah’a söylüyorsun öyle mi? Ona hem saygısız davranıyor hem de edepsizce konuşuyorsun ha! Onu peygamber olarak gönderene yemin ederim ki, şayet Rasûlullah sana borçlu olmasaydı, kelleni uçururdum.” diye bağırdı.
Kendi yanında bir Yahudi’nin Allah’ın Rasûlü’ne hakaret etmesine dayanamayan Hz. Ömer, öfkeden köpürürken Peygamber Efendimiz ona gülümseyerek baktı ve;
“Sâkin ol, Ömer! Şu anda hem ben hem de bu zat senden daha farklı bir davranış beklemekteyiz. Sen bana borcumu güzel bir şekilde ödememi, ona da alacağını daha uygun bir dille istemesini tavsiye etmeliydin. Gerçi borcun vadesinin dolmasına daha üç gün var ama haydi sen kalk, ona borcumuzu öde. Kendisini korkuttuğun için de bir ölçek fazla ver.” buyurdu.
Zeyd alacağını fazlasıyla tahsil ettikten sonra Hz. Ömer’le sohbete başladı;
- Beni tanıyor musun Ömer?
- Hayır, tanımıyorum, kimsin?
- Zeyd İbni Sa’ne’yim.
- Şu Yahudi âlimi olan mı?
- Evet, o.
- Peki, Rasûlullah’a karşı niye öyle davrandın? O acayip sözleri niçin söyledin?
- Bak Ömer! Rasûlullah’ın yüzüne her baktığımda, peygamberlik alâmetlerinin tamamını onda görüyordum. Fakat onda bulunması gereken iki özelliğe sahip olup olmadığını bugüne kadar anlayamamıştım. Acaba kendisine karşı kaba davrananları bağışlıyor muydu?
Kendisine yapılan kabalıklar arttıkça, hoşgörüsü de o nisbette artıyor muydu? İşte bugün ben onu denedim ve kendisinin beklenen peygamber olduğunu anladım. Allah’ı Rab, İslâm’ı din, Muhammed (s.a.v.) de peygamber olarak kabul ettiğime, malımın yarısını da ümmet-i Muhammed’e sadaka olarak bağışladığıma şahit ol.
Zeyd’in Müslüman olmasına sevinen Hz. Ömer onu uyardı;
“Malını bütün Müslümanlara yetiştiremezsin. Bari bazılarına bağışladığını söyle.” dedi. Zeyd onu doğruladı;
“Haklısın, malımın yarısını bazı Müslümanlara bağışlıyorum.”
Sonra beraberce kalkıp Rasûlullah’ın huzuruna gittiler. İçeri girer girmez Zeyd kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu. Daha sonraki günlerde birçok savaşta Allah’ın Rasûlü’yle birlikte düşmanlara karşı kılıç salladı.[18]
Kâmil Müslüman toplumda fitne ve fesat çıkarmaz, toplumdaki çeşitli kesimleri birbirine hasım ve düşman hâle getirmez, fertlerin yüreklerine kin ve nefret tohumları ekmez. Kâmil Müslüman sabırlı, tedbirli ve ihtiyatlı olmak, acelecilikten sakınmak zorundadır. Her şey vaktine bağlıdır. Vakti gelince gerçekleşir, acele etmemek ve vaktini beklemek gerekir. Sabrın sonu selâmettir. Mücâdelenin, çalışıp çabalamanın temelinde bulunan sabrın sonu muvaffakiyettir. [19]
“Yumuşaklık nerede bulunursa orayı güzelleştirir. Yumuşaklığın bulunmadığı her davranış çirkindir.”[20] hatırlatmasında bulunan Peygamber Efendimiz ne denli büyük bir hilm sahibi olduğunu anlatan Enes b. Malik (r.a.);
“Rasûlullah’ın (s.a.v.) kokusundan daha güzel ne bir amber, ne bir misk, ne de herhangi bir hoş koku kokladım. Allah Rasûlü’nün mübârek teninden daha yumuşak ne bir atlasa ne de bir ipeğe dokundum.” demişti. Onu dinlemekte olan talebesi Sâbit;
“-Ey Enes, sen sanki her dâim Allah Rasûlü’ne bakıyormuş ve onun mübârek sadâsını işitiyormuş gibi yaşıyorsun değil mi?” dedi.
Enes (r.a.) şu cevabı verdi:
“-Evet, vallâhi kıyâmet günü ona kavuşmayı umuyorum. Yanına varınca;
- “Yâ Rasulâllah! Küçük hizmetçin geldi!” diyeceğim. Efendimiz’e Medîne’de on sene hizmet ettim. Ben o zamanlar küçük bir çocuktum. Her yaptığım iş, Efendimiz’in arzu buyurduğu gibi değildi. Buna rağmen Rasûlullah (s.a.v.) bana, yaptığım hiçbir iş için “üf” bile demedi, “Bunu niçin yaptın, şunu niçin yapmadın?!” diye azarlamadı.”[21]
Bu gerçeği Rabbimiz âyet-i kerîmesinde şöyle hatırlatmaktadır: “Sen onlara sırf Allah’ın lütfettiği merhamet sayesinde yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onların bağışlanmasını dile, iş hakkında onlara danış, karar verince de Allah’a güven, doğrusu Allah kendisine güvenenleri sever.”[22]
Hilm kavramı hadîs-i şeriflerde hem “akıl” hem de “ağırbaşlılık ve yumuşak huyluluk” anlamlarında geçmektedir. Hz. Peygamber’in Eşec el-Abdî adlı sahâbîyi överken buyurduğu, “Sende Allah’ın sevdiği iki haslet vardır; bunlardan biri hilm diğeri teennîdir (acele etmeden, düşünüp taşınarak hareket etme)”[23] hadisinde hilm kavramı akıl anlamına gelmekte, teennî kavramı âdetâ bu hilmin davranışlara yansımış halini ifade etmektedir.[24]
Hilm kavramının zıddı, sefeh ve cehl kavramlarıdır. Ahlâkî bir kavram olarak hilm, bireyin bütün davranışlarını kapsayan geniş bir boyuta sahiptir. Hilm akıl ve bilgi sahibi olmaktan başlayarak, aklî düşünmenin ve bilgiye dayalı davranmanın getirdiği ahlâkî fazîletleri içeren bir kavramken; sefeh kavramı akılsızca davranışları ifade etmekte, cehl kavramı bilgisizliğin ötesinde, bilgisiz ve akılsız davranmanın sonucu kabul edilebilecek zulüm, saldırganlık, barbarlık gibi kötü nitelikleri içermektedir.[25]
İslâm öncesi döneme “câhiliye devri” denilmekteydi. Câhiliye devri insanı, gücüyle böbürlenirdi, kendine aşırı güvenirdi, otorite tanımazdı, hastalıklı bir şeref duygusuna sahipti. Câhiliye devri insanları gurur, kibir, inat ve saldırganlık gibi hoyrat duygu ve alışkanlıklara bürünmekteydi. Bu yüzden onlar, İslâm’ın getirdiği eşitlik, kardeşlik, merhamet, sabır, tahammül, uzlaşma, barış gibi ilkeleri içlerine sindiremediler. Kur’an buna; “hamiyyetu’1-câhiliyye”, yani “câhiliye küstahlığı” dedi.
Câhiliye devri insanlarının takındığı böylesi yersiz tutumlarının zıddı hilm vasfıdır. Hilm sahipleri; ağırbaşlı, sebatkâr, akıllı ve uygarca davranış içerisinde bulunurlar. Öfkenin kabarması hâlinde itidal ve sükûneti şiâr edinirler. Hilm sahibi olan Allah, çok sabırlı, günahları cezâlandırmakta acele etmeyen, kullarının isyanından etkilenmeyen, günahkârlara gazap etmesi kendisini telâşa düşürmeyen, her işi gerektiği ölçüde yapandır.[26]
Hilm kavramı; “Bunu onlara akılları mı emrediyor yoksa onlar azmış bir topluluk mu?”[27] âyetinde “akıl” anlamında kullanılmaktadır. Halîfe seçimi sırasında Hz. Ömer (r.a.), Hz. Ebû Bekir (r.a.) için şöyle demiştir: “O benden daha halîmdir, daha çok hilm sahibidir.”
Bu tesbitiyle Hz. Ömer halîfe seçilen Hz. Ebû Bekir’in hilmini onun daha akıllı, deneyimli ve olgun kimliğiyle beyan kılmaktadır. İnsanlarla olan ilişkide iyilik ve adâletle hareket etmek, zulüm ve haksızlıktan kaçınmak, aşırı istek ve ihtiraslara gem vurmak, kibir, gurur ve kendini beğenmişlikten uzak durmak Kur’ân-ı Kerim’in en temel ilkeleridir.[28]
Rabbimiz bu gerçeği şu şekilde beyan kılmaktadır: “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel olan davranışla sav; o zaman bir de göreceksin ki seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse kesinlikle sıcak bir dost oluvermiş!”[29]
Hilm hasleti zilletin değil izzetin işaretidir. Olgun birine kötü huylu bir kimse söver, hakâretâmiz sözler söyler. Olgun kişi; “Sonun hayrolsun, Allah iyiliğini versin.” der ve ilâve eder: “Ben senin söylediğinden daha berbat bir kimseyim; çünkü bilmekteyim ki sen benim ayıplarımı ve kusurlarımı benim kadar bilemezsin.”
Sabır, zillet ve meskeneti kabullenmek, horlanmaya ve aşağılanmaya râzı olmak, yapılan haksızlıklara, işlenen cinâyetlere, zulüm ve işkencelere seyirci kalmak anlamına gelmez. Hak ve hukuk çiğnenirken sesini çıkarmayan kişiler dilsiz şeytandırlar.
Kişilerin en doğal hakları elinden alınır ve aşağılanırken buna katlanmaları sabır değil, “Hilm-i Hımârî’dir. Hilm-i Hımârî, Allah’ın verdiği aklı, irâdeyi ve gücü kullanmayıp eli kolu bağlı imiş gibi haksızlıkları ve yolsuzlukları seyretmekle yetinmek, aşağılanmaya ses çıkarmamak ve miskin bir hâlde olmak anlamına gelir.
İzzet, şan, şeref ve itibar ancak Allah’ın, Resulü’nün ve bütün inananlarındır. Mü’min, Hakk’m kendisine lütfettiği şerefi ve izzeti, yani izzet-i nefsi korumakla mükelleftir. Mü’min evvelâ hakka uyar, sabırlı olur. Sonra mü’minlere hakkı ve sabrı tavsiye eder. Acele şeytandan, sabır Rahman’dandır.
Her mü’min Allah’ın dinini izzetli ve itibarlı kılmak için mücâdele etmekle yükümlüdür. Mücâdeleyi yürütme mücâdele esnasında karşılaşılan zorluklara göğüs germe, bu uğurda çekilen sıkıntılardan yılmama hususunda gösterilen azim ve kararlı tutuma sabır denir. Sabır, pasif bir hayatın değil, aktif bir hayatın itici ve başarıya ulaştırıcı temel unsurudur. [30]
Hilmde sabır, sekînet ve vakar bulunur. Hilmde öfkeye, ihtiraslara ve diğer bencil duygulara hâkim olmak durumu vardır. Ağırbaşlılık ve yumuşak huyluluk olarak niteleyeceğimiz hilm, aslâ güçsüzlük ve onursuzluktan kaynaklanan bir zillet ve âcizlik olarak kabul edilmemelidir. Âkif’in dediği gibi;
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir, belki, fakat çekmeye gelmez boyunum.
Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.
Adam aldırma da geç git, diyemem, aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.
Zalimin hasmıyım amma severim Mazlûmu...[31]
Hilm sâhibi kimse haksızlığa uğrayınca sabreden, gücü yetince de intikam alan kimse değildir.[32] Asıl hilm sâhibi haksızlığa karşı tahammül gösteren, gücü yetince de affedebilen kimsedir. Kur’an’da takvâ ve hilm sâhiplerinin özelliği şu şekilde beyan edilmektedir: “Onlar çirkin bir şey yaptıkları veya kendilerine kötülük ettikleri zaman Allah’ı hatırlarlar da hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki? Onlar, yaptıklarında bile bile ısrar etmezler.”[33]
Hz. Hasan’ın evinde bir gün hatırlı ve ağır misâfırleri vardır. Yemek servisi sırasında sofra hizmetlerine bakan görevli hizmetçinin taşıdığı çorba tası her nasılsa elinden kayar. Sıcak çorba Hz. Hasan’ın üstüne dökülür. Hem canı yanar hem de missfırleri karşısında mahcup duruma düşmüş olur.
Öfkeyle hizmetçiye bakar. Hizmetçi sıradan biri değildir, bilgili bir uşaktır. Durumu kurtarmak için bahsi geçen âyeti okuyup takvâ sahiplerinin öfkelerini yendiğinden bahseder. Hz. Hasan biraz da dişlerini sıkarak; “Öfkemi yendim.” der. Cesâret bulan hizmetçi; “İnsanları affedenler.” diye âyetin devamını okur: Hz. Hasan “Seni affettim.” der. Hizmetçi bir adım daha atar ve âyeti tamamlar: “Allah iyilik edenleri sever.” İyice yumuşayan Hz. Hasan tam bir hilm örneği göstererek hizmetçiye: “Seni âzâd ettim, serbestsin.” der. [34]
Hasan-ı Basrî Müslüman kimliğin bürünmesi gereken başlıca güzel halleri şöyle sıralamıştır: “Müslüman dininde güçlü, kararlı ve yumuşak olan kimsedir, imanı sağlam, bilgili, hilm sahibi ve merhametlidir. Haklı iken bağışlayıcı, hem zengin hem tutumludur. Hasta olduğunda tahammüllü, güçlü ve iyilikseverdir.
Arkadaşlığın ve dostluğun sıkıntılarına katlanır. Zorluklara sabreder, öfkesine mağlup olmaz. Gurur ve kibre kendini beğenmişliğe itibar etmez, ihtiraslarına yenilmez. Hırsı yüzünden küçülmez. Mazluma yardım eder, zayıfa, acır. Cimrilik yapmaz, israf da etmez. Kendisine kötülük edeni bağışlar. Câhili hoş görür. Kendi sıkıntıda olsa da herkes ondan faydalanır.”[35]
Rabbimizin “el-Halîm” isminin tecellîsi, kalbin yumuşaklığı, sekînet hâlinin sonucu, benliğin inkişâfı ve çok güçlü bir yumuşaklık hâli olan hilm makamı, tevazu ve muhabbet halleri ile içiçedir. Sanki hilm tecellî ettiğinde kişinin saygınlığını çevresindeki insanlar derinden hisseder.
Hilm vasfına bürünüldüğü zaman kavgalar biter, zıt duygular ve hâller birleşir; sonsuz bir esenlik, barış ve muhabbet hâli yaşanmaya başlar. İşte bu hâlde aksiyon, çok değişik bir kalite kazanır. Ses yumuşar, beden dili daha estetik bir hâle dönüşür, itidal ve temkin yerleşir; ama her şeyden önemlisi, bütün varlığa yönelik bir muhabbet hâsıl olur.
Tasavvufî gelenekte herhangi bir nesne, ele alındığında veya başkasına verildiğinde, hafifçe öpülerek verilir. Bu jest, yaşayan ve yaşamayan bütün varlığa yönelik bir huşû ile ilintili bir sevginin tezahürüdür.[36]
Son devrin gönül erlerinden Ahmet Kayhan (ö. 1419/1998), bir gün odasında yalnızken, muhabbetle yatağının yastığını okşar ve ona, “Bunca senedir beni taşıdın.” diye teşekkür eder. Bu jesti, odadaki pencerenin pervazı gibi başka nesnelere de tekrar eder. Olayı kendisinden habersiz olarak izlediğini sanan bir dervişi ise şaşkınlıkla kapının eşiğinden bakmaktadır. Kayhan, hiç arkasını dönmeden gülümser ve şu anlamlı soruyu sorar: “Duydun mu?” [37]
Mustafa Merter’in yerinde tesbitiyle her insanın derûnunda taşıdığı bu aslî potansiyele bir de nefs psikolojisi açısından bakarsak, hilm hâlinin karşı kutbunda öfke ve nefret gibi duyguların yattığını görürüz. Dış dünyaya karşı yaşadığımız öfkenin bilinçdışındaki sebebi ise çoğu zaman ifade edemediğimiz bir kaygıdır. İşte bu kaygı azaldığı ve barış, huzur ve esenlik bütün benliğimizi sardığı zaman, insan ve eşya ile sürdürdüğümüz kavga biter ve hilm hâlini yaşarız. [38]
[1] Bkz. 2/Bakara, 225, 235, 263; 3/Âl-i İmrân, 155; 4/Nisâ, 12; 5/Mâide, 101; 17/İsrâ, 44; 22/Hac, 59; 33/Ahzâb, 51; 35/Fâtır, 41; 64/Tegâbün, 17
[2] 16/Nahl, 61.
[3] M. Yaşar Kandemir, “Hilimdeki Güzellik”, Altınoluk, Haziran 2006, S. 244, s. 28; On Sekiz Bin Âlemin Mustafa’sı, Erkam Yayınları, İstanbul 2006, s. 125.
[4] Kübra Zümrüt Orhan, “Hilim”, Temel İslam Ansiklopedisi, ed. Başoğlu Tuncay, Türkiye Diyanet Vakfı İSAM Yayınları, İstanbul 2019, s. 528.
[5] Ahmed Ziyaüddin Gümüşhânevî, Câmiul-Usûl, (çev. Hüsameddin Fadıloğlu), Milsan Yay., İstanbul, 2007, s.115.
[6] Esma Öztürk, “Erken Dönem Fütüvvetnameleri Ekseninde Ahiliğin Ahlaki Temelleri”, V. Uluslararası Hacı Bayram-ı Veli Sempozyumu, ed. Vahit Göktaş & Harun Alkan, İlahiyat, Ankara 2020, s. 445.
[7] Süleyman Uludağ, Hayata Sûfî Gözüyle Bakmak İnsan-İslâm-İrfan, Dergâh Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2017, s. 195-196.
[8] 2/Bakara, 263.
[9] 41/Fussılet, 34.
[10] 42/Şûrâ, 37.
[11] 42/Şûrâ, 43.
[12] Bkz. 9/Tevbe, 114; 11/Hûd, 75.
[13] 37/Sâffât, 101.
[14] 11/Hûd, 87.
[15] Buhârî, Vekâlet 6; Müslim, Müsâkât 120-122.
[16] M. Yaşar Kandemir, “Hilimdeki Güzellik”, Altınoluk, Haziran 2006, S. 244, s. 28; On Sekiz Bin Âlemin Mustafa’sı, s. 129-130.
[17] Ebû Dâvûd, Edeb 4.
[18] M. Yaşar Kandemir, “Haklıdan Yana”, Altınoluk, Aralık 1994, Sayı: 106, s. 24; İki Cihan Güneşi, Erkam Yayınları, İstanbul 2008, s. 139-142.
[19] Uludağ, Hayata Sûfî Gözüyle Bakmak, s. 195-196.
[20] Müslim, Birr, 78-79.
[21] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III/222. Krş. Buhârî, Savm 53, Menâkıb 23; Müslim, Fedâil 82.
[22] 3/Âl-i İmrân, 159.
[23] Ebü Davüd, "Edeb'', 148-149.
[24] Orhan, “Hilim”, Temel İslam Ansiklopedisi, s. 526-528.
[25] Orhan, “Hilim”, Temel İslam Ansiklopedisi, s. 528.
[26] Mehmet Demirci, İyiler ve İyilikler, Nefes Yayınevi, İstanbul 2013, s. 250-251.
[27] et-Tür 52/32.
[28] Demirci, İyiler ve İyilikler, s. 252.
[29] 41/Fussilet. 34.
[30] Uludağ, Hayata Sûfî Gözüyle Bakmak, s. 195-196.
[31] Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, haz. M. Ertuğrul Düzdağ, DİB Yayınları, Ankara 2011, s. 358.
[32] Demirci, İyiler ve İyilikler, s. 253-254.
[33] 3/Âl-i imrân, 134.
[34] Demirci, İyiler ve İyilikler, s. 254-255.
[35] Demirci, İyiler ve İyilikler, s. 254-255; Orhan, “Hilim”, Temel İslam Ansiklopedisi, s. 527.
[36] Mustafa Merter, Psikolojinin Üçüncü Boyutu Nefs Psikolojisi ve Rüyaların Dili, Kaknüs Yayınları, İstanbul 2014, s. 232.
[37] Merter, Nefs Psikolojisi ve Rüyaların Dili, s. 232.
[38] Merter, Nefs Psikolojisi ve Rüyaların Dili, s. 232.
Kadir ÖZKÖSE
YazarEy fahr-i rüsül pâdşeh-i ‘arş-ı cenâbKim zikrini ref’ içün nüzûl itdi kitâbBir nüsha-i hikmet-i ilâhîsin senŞerh itse n’ola sadrını Rabbü’l-erbâb“Ey bütün peygamberlerin padişahı, göğün efendisi! Kita...
Yazar: Vedat Ali TOK
HAPİSHÂNELERDE ESERLER YAZAN BİR ÂLİM: Âlimlerin Güneşi İmam SerahsîOnun unvanı, Şemsüleimme yani Âlimlerin Güneşi’dir. Bugün Türkmenistan-İran sınırında bir kasaba olan Serahs’ta doğmuştur. Vefât tar...
Yazar: Ali AKPINAR
Kuşkusuz ki camiye, cemaate, hacıya, hocaya, imama, müezzine hürmet etmek bir anlamda dine hürmet etmek demektir. O yüzdendir ki kalbinde iman kıvılcımı olan herkes dini sembollere karşı hassasiyet gö...
Yazar: Aydın BAŞAR
1909 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Babası bir subaydı; hem Osmanlı Ordusu’nda hem de TBMM’nin kurduğu Düzenli Ordu’da önemli görevlerde bulundu, birçok savaşa katıldı.Nezahat, çocukluk çağını hiç...
Yazar: İsmail ÇOLAK